M. Ali Aslan için temel çelişki hep emek sermaye çelişkisi olmuş. Ezilen halkların ancak bu şekilde kurtulabileceğine inanmış. Bu minval üzere Türkiye İşçi Partisinin (TİP) üyesi olmuş, ilerleyen bir zamanda kısa süre genel başkanlık da yapmış. Mehmet Ali Aslan’ı üniversite yıllarında tanımıştım. Çeşitli mücadele platformlarında bulunmuş, 1969 yılında kısa bir dönem Türkiye İşçi Partisi’nin genel Başkanlığını yapmış sosyalist bir Kürt aydını, ileri geleni. Bana gönderdiği “Bir Onur Mücadelesi” adlı kitabı dolaysıyla bir yazı yazmak istedim. M. Ali Bey ilginç bir aydın. Yaşı epey ilerlemiş, silahla işlerin çözülemeyeceğini belirterek şöyle diyor, “Kurtuluş namlunun ucunda değil. Kurtuluş kalemin ucunda, bilgisayar tuşlarındadır.” O arada yaşamının çizginsin hem coğrafyadan hem doğduğu toplumdan hem de bunların ortaklaşa belirlediği tercihlerinden kaynaklandığını belirterek şöyle diyor: “Kişiliğimizi belirleyen tercihlerimizdir. Birden fazla seçeneğin bulunduğu durumlarda, tercihlerimizde, bilgi ve deneyimlerimiz, ruhsal yapımız, birinci derecede önem verdiğimiz değerler, rol model olarak aldığımız anne, baba ve yakınların fikir ve davranışları rol oynar. Fakat bazı konularda seçenek yoktur. Tercih şansına da sahip değilsiniz. Bunların en önemlileri etnik köken, ana dil, kültür, toplumun din ve mezhep inancının şekillendirdiği kültürel ortamdır.” Ağrı’da bir Kürt olarak dünyaya geldiğinin kendi tercihi olmadığını vurguluyor. Ama o kimlikle dünyaya geldikten sonra onu savunmanın bir onur mücadelesi olduğunun altını çiziyor. “Kimliğimizi oluşturan unsurların cebir, baskı ve tehditle değiştirilmesi kişiliğimizi de yok eder. İnsanlar değersiz, kişiliksiz varlıklar haline dönüştürür. Egemenin amacı budur, ama kişinin de amacı kişiliğini ve kimliğini korumaktır. Çünkü insanın etnik yapısı şerefidir.”

Bu iki alıntıyla bir giriş yaptıktan sonra gelelim benim kendisi ile son buluşmamıza.

Görüşme isteği

Arkadaşım Hasan Alagöz arayıp, ortak arkadaşımız Hüsnü’ye yazarı tarafından bana imzalanmış bir kitap bıraktığını söyleyince merakla kitabı alacağım günü bekledim. İki gün sonra gittiğimde kitap Şişlideki yazıhanede masanın üstünde duruyordu. Epey kapsamlı ve kalınca olan kitabın kapağında büyük harflerle “Bir Onur Mücadelesi” yazıyordu. İkinci Adam Yayınlarından çıkmış. Kapağı açtım, eski kuşakların el yazması olduğu hemen anlaşılan bir yazı ile şöyle yazıyordu: “Değerli yazar Ahmet Özer’e en iyi dileklerimle. Mehmet Ali Aslan.”

ü

“Bir Onur Mücadelesi”

Kitabın ismi ilginç, bir onur mücadelesi. Demek ki mücadelesini onur mücadelesi olarak görüyor ve yaşamını da bu onur mücadelesine adamış. Keskin bir bıçağın iki ucunda gibi, bir tarafında solculuk ötekisinde Kürtlüğün yer aldığı bu bıçağın keskin sırtında yürümüş, kimi zaman kanamış, kimi zaman düşüncelerinden dolayı içerde yatmış, kimi zaman da dışarda yılmadan, yorulmadan bu uğurda mücadele etmiş. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın Aslan’ın yaşamının omurgasını bu teşkil etmiş.

ü

Yaşamı boyunca sağa sola yalpalanmadan sosyalist bir yolda, sisteme teslim olmadan, devletin ceberut yönelişleri karşısında dik durmaya çalışarak yoluna devam etmiş hep. Ancak yurtseverlik duygusunu da ömrü boyunca taşımış, Kürt halkının eşit, özgür ve demokratik bir biçimde yaşamasını savunmuş bir aydın. 1969’da Silvan’da komando zulmüne karşı yapılan mitingde ilk Kürtçe konuşma yapan kişinin kendisi olduğunu okuyoruz kitaptan.

“Karşımızda ordusuyla, polisiyle, istihbaratıyla, kültürel kurumları ve eğitim sistemiyle Sünni Hanefi İslamcılıkla da beslenen ve kendini hukuka bağlı saymayan milliyetçi iktidarların emrindeki devasa bir devlet mekanizması var.” İktidarların emrindeki bu devasa güce karşı nasıl bir tutum alacağız nasıl bir tepki vereceğiz, sanırım aydın için püf noktası burasıdır ve bu aynı zamanda gerçek aydını sahtesinden ayırabilecek bir turnusol kağıdıdır.

ü

TİP’ten HEP’e

Yazar, araştırmacı Faik Buluta verdiği bir mülakatta HEP’in kuruluş çalışmalarına katıldığını, hatta HEP’in ilk programını kendisinin yazdığını, ancak sonradan HEP yöneticilerinin ilişki ve çalışma biçimlerini onaylamadığı için istifa ettiğini söylüyor. Kitabında PKK’ye ağır eleştirilerde bulunuyor, şiddeti yadsıyor, yapılan silahlı mücadeleye şiddetle karşı çıkıyor. Kürt sorunun çözümünü Türkiye ile “entegrasyonda” görüyor. Burada bir kavram kargaşası olduğunu düşünüyorum, çünkü entegrasyon gönüllü ya da zoraki asimilasyonu içerir. Ama o, bu kavramı metinde bu anlamda kullanmıyor. Sanırım burada entegrasyon kavramını eşit koşullarda bir arada yaşamak olarak görüyor.

M. Ali Aslan için temel çelişki hep emek sermaye çelişkisi olmuş. Ezilen halkların ancak bu şekilde kurtulabileceğine inanmış. Bu minval üzere Türkiye İşçi Partisinin (TİP) üyesi olmuş, ilerleyen bir zamanda kısa süre genel başkanlık da yapmış. Bu yanıyla ulusal çelişkiyi baş çelişki sayan Kürt devrimcilerinden ayrılmış, onlarla hiç anlaşamamış. O nedenle mücadelesini hep bir başına yürütmüş. Misal “Yeni Akış” dergisini tek başına çıkarmış. Başta memleketi Ağrı olmak üzere Anadolu’nun birçok ilinde avukatlık bürosu açarak hukuk mücadelesi vermiş, mağdur ve mazlum insanları savunmuş.

1969 yılında TİP genel başkanlığını yaparken Kemal Burkay ve Tarık Ziya Ekinciden destek görmediğinden yakınıyor. Kendisi genel başkanken yönetim toplantılarına katılmayan Kürtlerin Behice Boran Genel Başkan seçilince koşa koşa geldiklerini söylüyor. Ancak bu süreçte sadece Kürt aydınları değil Behice Boran, Sadun Eren gibi şahsiyetlerle de anlaşamadığı görülüyor. Özcesi inişli çıkışlı da olsa uzun bir mücadele tarihi var M. Ali Bey’in.

ü

Benim tanışıklığım

Girişte belirttiğim gibi ben M. Ali Aslan’ı üniversitede öğrenci iken tanıdım. Hacettepe’yi yeni bitirmiş ODTÜ’ yüksek lisans yapıyordum. O da o zaman “Seçmeler” diye bir dergi çıkarıyordu. Ben de o sıralar daha yeni yeni yazıp çiziyor, kendimi gençliğin olanca ateşi ile dosta düşmana göstermek istiyordum. M. Ali Bey, benim GAP konusunda yazdığım bazı yazıları okumuş, benden “Seçmeler” dergisi için bu minvalde bir yazı yazmamı istedi, ben de bunu memnuniyetle kabul ettim, mümkün olan en kısa sürede “Güneydoğu ve GAP Gerçeği” konusunda bir makale yazıp verdim ve yazı hemen yayınlandı. Bana derginin birkaç nüshasını verdi, onları arkadaşlarıma ve hocalarıma verdim, bu konu üzerinde o zaman epey bir tartışma yaptık. Sonrasında kendisine gene bazı yazılar verdim.

ü

Sorunu feodalite olarak görmek!

M.Ali Bey bölgedeki sosyolojiyi feodal ve şeyhlik temelinde değerlendiriyor, bunlara karşı çelişkinin antegonist (uzlaşmaz) bir çelişki olduğunu savunuyordu. Bu sorunu çözmeden hiçbir şey çözülemez diyor, bundan ha bire dem vuruyor, keskin bir kaşı çıkış yapıyordu.

Sonuçta kabul etsinler ya da reddetsinler M. Ali Aslan hem Kürt devrimcileri hem Kemalist solcular için es geçilecek biri değildi. DDKO’nun kuruluşunda görev almış, Fikir Kulüpleri Federasyonunda bulunmuş, Denizleri, Mahirleri fikirleriyle yakından tanımış ama ne onlarla ne de diğerleri ile yol yürümemiş, nevi şahsına münhasır yalnız bir aydın, müzmin bir solcu, evrimci bir devrimci olarak devam etmişi. Bu benim için başlı başına ilginç bir durumdu.

ü

Kimi eleştirileri Kimi yerde bazı sol gelenekleri kendi bakış açısıyla sisteme entegre oldukları savı ile eleştiriyor. “Onurlu bir yasam mücadelesi için yola çıkanların bazıları iktidarların yönetim kademelerinde yer alınca sistemin egemenlerine benzemeye başlarlar ve oluşan rantların, iktidarın cazibesine kapılıp sistemin bir paryası haline dönerler. İktidarlara paralel olarak ‘saha temizliğine’ girişip sistemin yumuşak karnına yönelik gerçek muhalefeti yok ederler” diyor.

ü

Göztepe’ye doğru

Yıllardır izini kaybettiğim bu koca çınar şimdi İstanbul’da karşıma çıkmıştı. Hasan’ı hemen aradım “M. Ali Bey’i ziyarete gidelim” dedim.  Hasan Erbil’de olduğunu söyledi, dönünce beni arayacak ve birlikte onu ziyarete gidecektik. Nihayet geldi, sözleştik, düşündüğümüz ziyareti şimdi gerçekleştirecektik. Hasan’ı Şişliden aldım, Anadolu yakasına doğru yola koyulduk. M. Ali Bey’in evi karşıda, Göztepe’de idi. Birinci köprüyü hızla geçtik, Kadıköy'e geldik, oradan Göztepe’deki evinin önüne geldik. Hasan daha önce geldiğinden yeri biliyordu.

8 katlı bir apartmanın önünde durduk, M. Ali Bey bu apartmanın altıncı katında oturuyordu. Apartmanın altında eczacı eşi Nezahet Hanımın eczanesi vardı. Eczanenin ismi dikkatimi çekti, camında “Bizim Evin Eczanesi” yazıyordu. Asansöre bindik yukarıya doğru altıncı kata çıktık, merak içindeydim, zile bastık, kapıyı artık iyice yaşlanmış, elindeki bastona dayanarak yürüyen eşi Nezahat Abla açtı. Anlaşılan bizi bu kadar erken beklemiyorlardı. İçeri geçtik.

Ortada geniş bir masa duruyordu, karşımızda geniş loş bir oda duruyordu, geçip oturduk, hoş beş faslından sonra ben lavaboya geçmek için ayağa kalktım. Lavabodan çıkınca aralık duran oda kapısından M. Ali Bey’i gördüm, giyiniyordu. Biz trafiğe yakalanmayalım diye biraz erken geldiğimiz için o daha hazırlanamamıştı. Giyiniyordu. Şöyle bir baktım, gayri ihtiyarı “mala minè” dedim içimden. İlk izlenimim bir hayıflanma olmuştu. Otuz yıl önce hafızamda duran, bir zamanlar rüzgâr gibi esen, yakışıklı, uzun boylu, hafif sarışın ve çakır gözlü M. Ali portresi ile şimdi artık iyice yaşlanmış, beli bükülmüş portre çarpışıyordu sanki kafamın içinde. İlk çarpışmanın ve karşılaşmanın hayal kırıklığıydı yaşadığım. Sanki onu hala öyle otuz yıl önceki haliyle görmek istiyor gibiydim. Oysa ben onu tanıdığımda zaten altmışına merdiven dayamış biriydi. Kendisini oturma salonunda karşılamak üzere geçip oturdum.

ü

İlk karşılaşma

Biraz sonra Türkmenistanlı bir kadın yardımcıları bize çay servisi yaptı. Derken M. Ali Bey içeri girdi, yüzünde her zamanki gibi çocuksu bir gülümseme vardı. Benim onu görmemin üstünden neredeyse 30 yıl geçmişti, yaşlanmasına rağmen, gene de 87 yaşına göre dinç görünüyordu. Biraz beli bükülmüş olsa da hala dikti, sarılığı gitmiş, kumrallığı kalmış saçları iyice seyrelmişti, o ışıl ışıl olan mavi gözleri artık eskisi gibi değildi, biri tam görmüyordu anlaşılan. Ama sesi hala telefondaki gibi berraktı. Onu böyle görünce ilk etapta aklıma şu geldi; “Acaba ben onun kadar yaşarsam ve doksanıma merdiven dayarsan nasıl biri olurum?”  Garip ama bu geldi aklıma o an. Bir müddet karşılıklı ayakta kaldık. Ben onu, o da beni bir miktar süzdükten sonra el sıkışıp hasretle kucaklaştık. Karşılıklı kanepeye geçip oturduk, sohbete başladık.

ü

Benim için anlamlı sohbet

Ben bunca deniyim yaşamış, görmüş geçirmiş, adeta bir bilgeye dönüşmüş olan bu ünlü Kürt aydınının kendisinden feyz almak, bazı konularda bilgi edinmek istiyordum. O yüzden onun konuşmasını istiyor arada sorularla sohbeti ilerletmek istiyordum. Sorularıma bazen cevap veriyor, çoğunlukla yazdığı kitabı referans gösteriyordu, o konuya ilişkin biraz konuştuktan sonra “bunları kitapta yazdım” diyordu. Adeta bütün bir ömrü bir kitaba sığdırmış gibiydi ve anlaşılan yazdığı kitabı çok önemsiyordu

Belki de bir daha hiç karşılaşamayacaktık, sorularım bundandı, merakım ise buncasından sonra şimdi nasıl hissettiğine dairdi. Değmiş miydi, pişmanlıkları var mıydı, geleceği nasıl görüyordu? Bu noktada önemli bulduğum sorular soruyordum: Kürtlerin birlikte olmadığından yakınan M. Ali Bey neden kimseyle sonuna kadar bir birlik kuramamıştı. Suçun tamamı hep karşı tarafın mıydı? Bugüne değin yaşadıklarından hiç pişmanlık duyuyor muydu? Ona göre Kürtlerin hali bundan sonra nice olacaktı, içinde bulundukları sorun ve sıkıntılar emek sermaye çelişkisinin çözülmesi ile çözülebilir miydi?

Birlik olamama sorunu

Gözlemlediğim kadarıyla ve tarihsel okumalarımdan çıkardığım sonuca göre Kürt öncü ve aydınlarının en büyük kusurlarından biri bir türlü birlik olamamalarıydı. Birlikçi olanlar, birlik kuranlar ise hep başarılı olmuşlardı, Selahaddin-i Eyyubi gibi, Mir Bedirhan gibi… Bunu başaramayanlar ise verdikleri hiçbir mücadeleyi sonuca ulaştıramamış, başarılı olamamıştı. Örneğin, Yavuz Sultan Selim Kürt Beylerinin yardımı ile Çaldıran Savaşını kazanınca kendi aralarında bir beylerbeyi seçmelerini İdris-i Bitlisi’ye bildirir. Ancak yapılan görüşmelerde hiçbir bey bir diğerinin Beylerbeyliğini kabul etmez. Bunun üzerine İdris, “münasibi sizin birini atamanızdır sultanım” der ve sultan Bıyıklı Mehmet Paşa’yı Diyarbakır’a beylerbeyi olarak atar.

Faik Bulut Şah İsmail’in Serencamı adlı kitabiyle ilgili Gazete Duvar’dan Nevzat Onaran’a verdiği bir mülakata konuya dair şöyle ilginç bir belirlemeyi yapıyor:  Yavuz Sultan Selim’e 24 Kürt beyi adına yazılan mektupta, ‘Biz Kürtler Allah’ın birliği ve peygamberi Hz. Muhammed konusundan başka hiçbir noktada hemfikir değiliz!’ diye yazmışlardı. Bu yanıt niçin devlet kuramadıklarının da tarihi cevabı sayılmalıdır.”, diyor.

Bu tutum her zaman ve hatta çağımız aydınları ve öncüleri arasında da devam etmiştir. Öyle ki usta şair Cigerxun bunu Kürtçe yazdığı bir şiirinde şöyle dile getirir, “Bir olun, bir olmazsanız, bir bir gideceksiniz”

Düşündüren sorular

M. Ali Bey’e sorduğum bu soru bana bunları düşündürmüştü. M. Ali Bey zeki ve yetenekli bir aydındı. Ama yanında yakınında uzun zaman kimse yer almamıştı, adeta tek tabanca mücadele etmişti. Böyle bir çabanın baş tutması elbette beklenemezdi. O yüzden şimdi doksanına doğru eşiyle yalnız yaşadığı bu odada sona doğru yol alırken keşke dediği bir şey var mıydı, “… keşke öyle değil şöyle yapsaydım, keşke öyle değil böyle davransaydım?” dediği anlar durumlar, zamanlar var mıydı? Bu sorulara tatminkâr bir cevap alamadım maalesef. Tabi tarihi irdelememiz, onu öğrenmeye çalışmanız tekrar tarihte yaşamak için değildir, ondan ders çıkararak daha doğru bir gelecek kurmak içindir. Öyle olmazsa yaşanmışlıkların ne anlamı olurdu ki.

Bu nevi şahsiyetler doğruları veya yanlışlarıyla, günahları veya sevapları ile artık tarihe mal olurlar. Mühim olan onların yaşanmışlıklarından doğru dersler çıkarmaktır. Gerekli olan saygıyı elden bırakmadan ve onların mücadelelerini gelecek kuşaklara taşıyarak ve tanıtarak…

ü

ü

ü

ü