Küresel ölçekte insanı yaşat ki devlet yaşasın idealinden vazgeçilmiş gibi görünüyor. Küreselleşmenin de etkisiyle Türkiye halkı olarak payımıza düşeni alıyoruz. Her geçen gün ağırlaşan hayat koşulları hepimizi umutsuzluğa sürüklüyor. Bir yandan moralsizlik diğer yandan hayatı devam ettirmek için çırpınırken birdenbire yeni anayasa mevzusu gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yeni meclis döneminde sivil anayasa çalışmalarına başlanacağını açıkladı. Bu beyanatın ardından akıllara ülkede hâlihazırda süren baskıların anayasallaşarak şeriat düzenine geçirilmesi mi planlanıyor? sorusunu getirdi. Cumhurbaşkanı sivil ve çoğulcu bir anayasadan bahsediyordu bahsetmesine de gerçekten niyetin belirsizliği aklımızı kurcalıyordu. Çünkü daha öncelerde nice sivilleşme beklentisi hayal kırıklığı ile sonuçlandı. Tabii sivilleşme ile kastedilen ile anlaşılan arasında belirgin bir fark olduğunu söylemekte fayda var. 21 yıllık pratiklere bakıldığında ifade özgürlüğü de dahil olmak üzere bireysel hakların olduğunu düşünmek zor, hele ki bu ekonomik kıskaçta. Türkiye’de yaşanan adaletsizlik yeni bir durum değil. 41. yılına eriştiğimiz 1982 anayasası %92 ile kabul edilmiş ve memleketin serbest piyasaya geçişi mümkün hâle gelmişti. Elbette emekçiye rağmen gerçekleşmişti bu aşama. İşkenceler, karakollar, askeri yargı, tırpanlanan işçi hakları, devlet kadrolarının sola kapatılması, eğitim müfredatının sorgulamaya teşvik eden yapısının değiştirilmesi ve giderek azalan güçler ayrımı niteliği hepsi ‘vatandaşlık’ kavramına ciddi darbeler vurdu. Darbelerin siyasete ve aydınlara verdiği zarar üzerinde durulur hep. Ancak tartışa geldiğimiz meseleler bugüne has değil. Darbenin ardından kaybedilen yetişmiş insan kaynağımızın yanı sıra toplum da tüketime yönlenirken; her deneyimin, kavramın, ilkenin kısacası yaşama dair her şeyin değersizleştirildiği, anlamsızlaştırıldığı bir döneme tanıklık ettik. Dövüş Kulübü filminde Tyler Durden tarihin ortanca çocuğu olduğumuzu söylemişti. Amerika Birleşik Devletleri için bu varsayım doğru olabilir. Ancak Türkiye halkı ‘ortanca çocuk’ olmaya cop zoru ile mecbur edildi. Utanç vesikası olan demokrasinin askıya alınmasının ardından Türkiye'de birçok toplumsal değişiklik yaşandı. Darbeyle birlikte siyasi partiler kapatıldı, yasaklar getirildi ve birçok kişi sürgün hayatı yaşadı. Ayrıca derneklerin faaliyetleri durduruldu. Basın özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlandı. Bu dönemde işkence ve faili meçhul cinayetler de yaygınlaştı. Darbenin etkileri uzun yıllar boyunca hissedildi ve Türkiye'nin demokratik gelişimi olumsuz yönde etkilendi. Sadece demokratik gelişimi darbe almadı aynı zamanda, fırsat eşitliğini kaybettik. O güne değin inşa ettiğimiz tüm değerler, erdemler ortadan kalktı. Hem de onları korumak gerekçesiyle. Zulüm düzenin ta kendisi oldu. Şimdilerde bu denli tüketim çılgınlığı, çok uluslu şirketlerin bize dayattığı sözleşmeler sonrası sanayinin, tarım faaliyetlerinin neredeyse minimuma inişi ve elbette devlete olan güvenin sarsılması hepsi ‘80 Darbesi’nin sonucudur. Tüm bunlar küreselleşmenin işaret fişeği miydi? Cevabı herkese göre değişebilir. Ne var ki küresel ölçekte insanı yaşat ki devlet yaşasın idealinden vazgeçilmiş gibi görünüyor. Küreselleşmenin de etkisiyle Türkiye halkı olarak payımıza düşeni alıyoruz.