Pazar Politik

Yüzüncü yılda Altı Ok’tan ne anlamalıyız?

Abone Ol
1920’lerde cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık olarak yola çıkan, sonra aralarına laikliğin katıldığı, 1931’de ise devletçilik ve devrimciliğin eklenmesiyle son halini alan Altı Ok 2023’ün dünyası ve Türkiyesi’nde ne anlam ifade eder ve etmelidir?

2023 hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de onun mimarı CHP’nin yüzüncü kuruluş yıldönümü. Fakat moraller bozuk. Sebebi malum. Kaderin böyle cilveleri olur. Gözünüze kestirdiğiniz bir uğrak vardır, çifte bayram bekler ancak tekiyle yetinir, onu da buruk kutlarsınız. Fakat illa yuvarlak bir sayıya denk gelmek zorunda olmayan bir yıldönümünde, belki hiç beklenmeyen bir anda, yeniden doğuşun içinde de bulabilirsiniz kendinizi.

Koşullar iç açıcı olmasa da biz gene CHP’nin, cumhuriyet fikrinin ve Atatürk’ün şekilciliğe indirgenmemiş mirası ile eşsiz vizyonunun Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılında dimdik ayakta kalabilmesi için gereken “tazelenme” üzerine kafa yoralım. 1920’lerde cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık olarak yola çıkan, sonra aralarına laikliğin katıldığı, 1931’de ise devletçilik ve devrimciliğin eklenmesiyle son halini alan Altı Ok 2023’ün dünyası ve Türkiyesi’nde ne anlam ifade eder ve etmelidir?

Cumhuriyetçilik

Demokratikleşme süreçlerini önce burjuvazinin, ardından işçi sınıfının egemen sınıflarla uzlaşması biçiminde tecrübe eden toplumlarda monarşilerin sembolikleşerek varlığını sürdürdüğü görülür. Böylesi bir uzlaşmanın gerçekleşmediği toplumlarda devrim, iç savaş, faşist rejim, yabancı işgali, çok-uluslu imparatorluğun dağılması ya da sömürge olmaktan çıkıp bağımsızlığı kazanma gibi dönüm noktalarının ardından rejimin cumhuriyet olması söz konusudur.

Devlet dezavantajlı kesimlerin ataerkil düzen, cemaatler, illegal çıkar grupları, ayrımcılıktan beslenen kesimler vb. “eşitlik karşıtı” odaklar tarafından boyunduruk altına alınmaması için uyanık olmalıdır.
  1. Dünya Savaşı sonrası Çarlık Rusyası ve Avusturya-Macaristan ile beraber varlığı son bulan karasal çok-uluslu Osmanlı İmparatorluğu içinden Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkması Atatürk’ün devrimciliğinin ürünüdür. Milli Mücadele’nin yalnızca yabancı işgalcilere karşı verilmediği, aynı zamanda Osmanlı Hükümeti ve yerli müttefiklerine karşı yürütülen bir iç savaş niteliğinde olduğu unutulmamalıdır.

Cumhuriyetçilik en dar tanımıyla siyasal güç ve egemenliğin belli hanedanlarda toplanmaması, kalıtsal olarak aktarılmamasıdır. Daha geniş anlamda ise eşit yurttaşlığın hayata geçmesidir. Ancak yurttaşlar arasındaki eşitliği kağıt üzerinde sağlamak, onun gerçekten hayata geçmesi anlamına gelmez. Kamusal eğitim sistemiyle yetenekli çocukların yitip gitmesinin önüne geçerek sınıfsal hareketliliği sağlamak, yükseköğretimde kamusal barınma imkanlarıyla öğrencilerin haysiyetli bir yaşantı sürmelerine katkıda bulunmak, kamusal sağlık sistemiyle toplumun en yoksul kesimlerinin bile nitelikli tedaviye erişimini sağlamak vb. adımlar cumhuriyetimizin “kimsesizlerin kimsesi” olmasını sağlayacaktır.

Devlet dezavantajlı kesimlerin ataerkil düzen, cemaatler, illegal çıkar grupları, ayrımcılıktan beslenen kesimler vb. “eşitlik karşıtı” odaklar tarafından boyunduruk altına alınmaması için uyanık olmalıdır.

Atatürk, “Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide müstenid olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir” sözüyle, ancak zincirlerinden kurtulmuş insanların erdemli ve namuslu olabileceğini vurgular. İnsanları zincirlerinden kurtaramayan bir cumhuriyet, cumhuriyet değildir.

Laiklik

Laiklik devlet yönetiminin, hukuk kurallarının ve kamu düzeninin dinî esaslara dayanmamasıdır. Laik bir rejimde yurttaşların inanma ve inanmama özgürlüğü güvence altındadır. İnanç özgürlüğü düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlayamaz. Düşünce ve ifade özgürlüğü de herhangi bir inancın mensuplarına yönelik nefret suçuna alet edilemez.

İnanç ve ibadet özgürlüğü bireysel ya da kolektif olarak kullanılır, inanç temelli örgütlenmelere hukuk kuralları çerçevesinde izin verilir. Ancak bu oluşumların, rutin faaliyetlerini yürütmeleri için gerekenin ötesinde taşınır ve taşınmaz varlıklar elde etmelerinin, bir diğer deyişle sermaye birikim modeli kurarak holdingleşmelerinin önüne geçilmelidir. İnanç temelli örgütlenmeler okul kurmamalı, yurt işletmemelidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na alternatif oluşturacak eğitim-öğretim faaliyetlerine izin verilmemelidir. Kamuda çalışan mensuplarının, kamu yönetiminin kanunlarla belirlenmiş hiyerarşisine alternatif oluşturacak paralel örgütlenmelere gitmeleri halinde kanuni takibat uygulanmalıdır.

Laik bir devlet yurttaşlarının hayat tarzına ve giyim kuşamına karışmaz. Bu kural kamuda çalışanlar için de geçerlidir. Kuralın tek istisnası; silahlı kuvvetler, yargı ve emniyet mensuplarının mesai saatlerinde dinî inançlarını yansıtan biçimde giyinmemesidir (Bu bireysel görüşüm. Konu hassas, hatta mayınlı. Ancak normal—yani demokratik—şartlar altında toplumsal müzakere ve uzlaşmaya da açık bir konu. Günün birinde böyle bir ortama erişirsek diye not düşmüş olayım).

İmam-hatip liselerinin sayısı ve kontenjanı velilerin talebine göre belirlenmelidir. 12 Eylül darbesinin ürünü olan ve AİHM kararlarında da hak ihlali olarak tanımlanan ilk ve orta öğretimde zorunlu din dersi kaldırılmalıdır. Cemevlerine ibadethane statüsü sağlanmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ülkemizdeki her inancı temsil eden çoğulcu bir yapıya kavuşmalıdır. DİB’in hizmetlerinden yararlanmak isteyen yurttaşlar, isteğe bağlı bir Diyanet Vergisi ödemelidir. DİB’in bütçesi, taşınmazları, faaliyetleri ve personel sayısı tamamen halktan toplanan Diyanet Vergisi tutarına göre düzenlenmelidir. Toplanan vergi tutarının personel sayısında azalmayı gerektirdiği hallerde DİB personeli diğer kamu kurumlarında istihdam edilmelidir.

Halkçılık

Halkçılık CHP’ye Meşrutiyet dönemi entelektüel ortamından miras kalan, ancak Tek Parti dönemindeki içeriği CHP’nin sola yöneldiği 1960’lı ve 70’li yıllardaki içeriğinden farklı olan bir ilke.

Çarlık Rusyası’ndaki Narodnik hareketinden esinlenen halkçılık düşüncesi kimi İttihatçı aydınları etkilemiş, oradan da cumhuriyete intikal etmiştir. Aydınların halka gitmesi, halkın kültür ve değerlerinin yüceltilmesi, toplumsal kurtuluşun köyden başlaması fikri burada esastır. Dilde sadeleşme reformları, Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kurulması gibi atılımların düşünsel arka planında halkçılık yer alır. Hatta Latin harflerine geçişin ardında da halkçı bir vizyon vardır; okuma-yazmanın seçkinlerin sahip olduğu bir ayrıcalık olmaktan çıkartılması, halka yönelik bir eğitim seferberliği başlatılması amaçlanmıştır. Keza cumhuriyetin ilk yıllarında kısıtlı olanaklara rağmen salgın ve bulaşıcı hastalıklarla mücadeleye önem verilmesinde de halkçılığın izini görürüz.

Atatürk dönemi halkçılığına ideolojik rengini veren, Emile Durkheim’ın görüşlerinden etkilenen Ziya Gökalp’in savunduğu solidarist düşüncedir. Buna göre toplumda sınıf çatışması engellenmeli, farklı sınıflar birbiriyle dayanışma içinde olmalı, teşebbüs özgürlüğü korunmalı ancak devlet gerektiğinde ekonomiye müdahale ederek halkın yaşam standartlarını korumalıdır. 1930’lu yıllarda başını Fransa’daki Radikal Parti’nin çektiği solidarizm ya da radikalizm ideolojisi bunlara ek olarak demokrasi yanlısı, savaş karşıtı, laiklik ve kadın haklarına önem veren bir tutumu ifade etmektedir. Fransız Radikal Partisi ve diğer ülkelerdeki bağlaşıkları o dönemde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin atılımlarına ve CHP’ye büyük muhabbet beslemiştir.

1960’lardan itibaren ise halkçılık sol bir içerik kazandı, farklı toplumsal sınıfların çıkar çatışmasını yadsıyan yaklaşımdan uzaklaşarak emekçi sınıfların koşullarının iyileşmesi hedefini benimsedi. CHP’nin 1969, 73 ve 77 seçim bildirgelerinde bu net biçimde ifade edilir. Ecevit’in “toprak işleyenin su kullananındır” sloganında özetini bulan vaatlerle yoksul köylülerin yaşam koşullarının düzeltilmesi hedeflendi. Enflasyonla yaratılan pahalılığın çalışanlar ve dar gelirlilerden büyük sermaye çevrelerine servet aktarımına yol açtığı vurgulandı. Ekonomide kooperatifleşmenin teşvik edilerek kamu ve özel sektörlerin yanında üçüncü bir mecra olarak Halk Sektörü’nün geliştirileceği vurgulandı. Kemal Derviş 1974’te yayınlanan makalesinde Halk Sektörü’nün beraberinde getireceği ortak yönetim ilkesini, azınlığın çoğunluğu yönetmesini engelleyecek bir araç olarak tarif eder: “Ortak yönetim ilkesini benimsemek, ne teşebbüs hürriyetini, ne de özel mülkiyeti tehdit eder; ancak sermayenin doğal bir hakmış gibi emeği yönetmesine izin vermez”.

Emeğin ulusal gelirden aldığı payın sermaye karşısında sürekli gerilediği (2019’dan bu yana %8’lik bir kayıp söz konusu) ve enflasyonun 1970’lerdeki gibi halktan sermayeye servet transfer mekanizması işlevi gördüğü günümüz Türkiyesi’nde halkçılığı, sosyal yardımlardan ibaret bir vizyonu aşan yeniden-bölüşümcü politikalarla şekillendirmek zorunluluktur.

Ulusçuluk

Kuruluşunun cumhuriyetin ilanından 1,5 ay önce gerçekleşmesinden ötürü kendini haklı olarak cumhuriyeti kuran parti olarak tanımlayan CHP, hayati ve bir o kadar da zorlu bir tarihsel misyonu daha üstlenmiştir: Ulus inşası.

Sanayileşmeyi ıskalayan ve geç uluslaşan Balkan ve Ortadoğu toplumlarıyla karşılaştırılınca, Osmanlı-Türk aydınlarının kendilerini imparatorluğun asli unsuru görmelerinden ötürü Türk ulusal kimliğinin yeşermesi ülkemizde daha da gecikmeli olmuştur. Günümüzde milliyetçilik ilerici-demokrat çevreler nezdinde, dünya genelinde yüz yıl önce ifade ettiğinden daha olumsuz bir tınıya sahip. Ancak her olgu ve kavram kendi tarihselliği içinde değerlendirilmelidir. 20. Yüzyıl boyunca yabana atılmayacak modernleşme deneyimleri yaşamış Ortadoğu ülkelerinde dahi ulus-inşa sürecinin başarısız olmasının kanlı ve yıkıcı sonuçları pek çok tarihi ve güncel kesitte ortaya çıktı.

Ülkemizin ulusal bağımsızlığı ve egemenliği sağlam ekonomik temellere dayanmak zorundadır. Küresel ekonominin gerçekleri göz ardı edilmeden dışa bağımlılığın azaltılması hedeflenmelidir.

Ulus-devletin ve onun kurucu ideolojisinin kimi alt kimlikleri baskıladığı eleştirileri hem Türkiye hem de pek çok Balkan, Kafkas ve Ortadoğu ülkesi için dile getirilebilir, bunlar kısmen haklı da olabilir. Ama ulus kavramını kendi tarihselliği içinde kategorik olarak sorunlu ilan etmek, modernite öncesi bir imparatorluk kozmopolitizmini, çok-hukukluluğu, kimliksel kabileciliği savunmak anlamına gelir. Bugün HDP tarafından temsil olunan post-modern kimlik siyaseti de esasen ilerici görünümlü tezlerle toplumsal atomizasyonu savunmaktadır. HDP, Türk ulusal kimliğini sorunsallaştırmada, hatta Lozan Antlaşması’na meydan okumada siyasal İslam ile buluşmaktadır. Post-modern sol ile, CHP’nin tarihten bugüne bağlı olduğu modernist sol paradigma arasındaki fark budur. Türkiye’de “halklar” değil halk vardır, Kürt yurttaşlar da ulusun ayrılmaz parçasıdır.

Türkiye’yi, her birine kolektif statü ve haklar tanınacak “halklar”dan müteşekkil görmek hatadır. Ancak Türkiye’deki her kimlikten yurttaşların dillerini özgürce kullanması, kültürlerini özgürce geliştirmesi için gerekli imkanlar—kamu bütçesinden de katkıyla—sağlanmalıdır. Silaha başvurulmadığı ve şiddet tehdidinde bulunulmadığı sürece en aykırı görüşlerin bile savunulabileceği demokratik standartlar hedeflenmelidir. Zıt fikirlerin birbirlerinin yaşam hakkını tanıdığı bir demokratik düzen ulusal birliğe tehdit değil, tam aksine birliğimizin çimentosu olur.

CHP; Hindistan’daki Kongre Partisi, Meksika’daki PRI, Tayvan’daki Kuomintang ve Güney Afrika’daki ANC ile beraber; Batı-dışı dünyada ulus-inşa sürecine liderlik eden en başarılı örneklerden biridir. Üstelik demokratik müktesebat bakımından çoğundan daha parlak bir sicile sahiptir. CHP 1950 yılında demokratik seçim sonucu barışçıl yolla iktidarı devretmeyi bilmişken PRI bu olgunluğa ancak yarım asır sonra, 2000’de ulaşabilmiş, Kuomintang ise ülkesini 1980’lerin sonuna kadar demir yumrukla yönetmiştir.

Çağdaş ulusçuluk anlayışı yurttaşlık-temelli, anayasal milliyetçiliktir. Kürt sorununun varlığını kabul etmeye engel değildir. Tüm insanlığın esenliğine katkıda bulunmayı hedefler. Dünyanın her yerinde emperyalist sömürüye karşı çıkar, tüm ulusların bağımsızlığını savunur.

Ülkemizin ulusal bağımsızlığı ve egemenliği sağlam ekonomik temellere dayanmak zorundadır. Küresel ekonominin gerçekleri göz ardı edilmeden dışa bağımlılığın azaltılması hedeflenmelidir.

Çağdaş ulusçuluk Anadolu ve Trakya’nın Hititlerden cumhuriyete uzanan binlerce yıllık uygarlık birikimini ve kültürel harmanını, bu topraklarda var olmuş hiçbir medeniyeti dışlamadan, övünçle sahiplenir.

İktidar tarafından ülkemize milyonlarca kaçak yahut kayıtlı Suriyeli, Afgan, Pakistanlı vb. doldurulması, beraberinde getirdiği ekonomik ve güvenlikle ilgili devasa sorunların yanı sıra, cumhuriyetin öngördüğü Türk ulusal kimliğini dönüştürmeye yönelik ümmetçi bir nüfus mühendisliğidir ve bununla mücadele edilmelidir.

Devrimcilik

Toplumsal gelişme ve özgürleşme önünde engelleyici ve geciktirici her türlü odakla mücadele etmek devrimciliğin gereğidir.

CHP tarafından 1943’te yayınlanan Yirmi Yıl İçinde Cumhuriyet Halk Partisi adlı broşürdeki şu cümleler bize bugün de yol göstermektedir:

“Sosyal gelişmelerde ilerlemelerin kesin olarak belli merhalelerden geçmek suretiyle, adım adım, tedrici bir şekilde gerçekleşeceği fikri yanlıştır. Bu yanlış kanaat, sosyal hayatta tesir yapma mevkiinde olanların enerjisini de kıracağı için tehlikelidir.”

Dünyamız 19. Yüzyıl’da ilki buhar gücünün, ikincisi de elektrik ve petrolün kullanımına dayanan iki sanayi devrimi yaşadı. Üçüncü sanayi devrimi 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında, elektronikleşme/dijitalleşme ile şekillendi. Şimdi 21. Yüzyıl’ın ikinci çeyreğine giriyoruz. İmalat ile dijitalleşmenin iç içe geçtiği, yapay zekanın yaşamın her alanında belirleyici olmaya başladığı bir evredeyiz. Dördüncü sanayi devrimi olarak adlandırılan bu dönemde nanoteknoloji, biyoteknoloji, üç boyutlu yazıcılar, otonom araç ve silahlar gibi pek çok yenilik yaşamımızı dönüştürüyor.

Hem binlerce yıl önceki tarım devrimi, hem de 250 yılda dört safha geçiren sanayi devrimi beraberinde muazzam toplumsal altüst oluşlar getirdi. Bu dönüşümlerden yararlanan ve zarar gören toplumsal sınıf ve katmanlar oldu. Bu dönüşümlerden yararlanan ve zarar gören ülkeler ve halklar oldu. Dönüşüme ayak uyduramayanlar yoksullaştı, köleleşti, hatta yok oldu. Farklı ideolojiler ve siyasi yapılar yükseldi ya da geriledi.

Devrimcilik ilkesinin Dördüncü Sanayi Devrimi koşullarındaki anlamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. Yüzyıl’da ayakta kalabilmesi, dahası dünyanın birinci ligine katılabilmesinin koşullarını yaratmaktır. Milli eğitim sistemimiz çağdışı baskılardan, çağdışı içerikten arındırılmalıdır. Kız çocuklarının okullaşmasından kadın istihdamına kadar her alanda cinsiyet eşitliği—gerektiğinde pozitif ayrımcılığa başvurarak—hayata geçirilmelidir. Teknolojik atılım yalnızca robot imalatıyla, teknofestlerle, SİHA’larla olmaz. Katma değeri yüksek üretimin ön koşulu;

  • Ülkede özgürlükçü bir ortamı hâkim kılmak,
  • Yaşam tarzı dayatmaları, otoriter rejim ve ekonomik darboğaz sonucu ülkenin eğitimli ve nitelikli nüfusunun yurtdışına kaçmasına engel olmak,
  • Üniversiteleri neredeyse 12 Eylül dönemine rahmet okutan mevcut siyasi cendereden kurtarmak,
  • Ar-Ge bütçeleri ve araştırma fonlarını arttırmak,
  • Akademisyenlerin yurtdışı çalışmalarına yönelik burslarda kesenin ağzını açmak,
  • Bilimsel ve eleştirel düşünce ile sanatsal üretimin gerici baskılara maruz bırakılması şöyle dursun, yasal güvence altına alınması gibi pek çok koşula bağlıdır.

Siyasal İslam, “Batı’nın tekniğini alıp ahlaksızlığını almama” kompleksiyle 21 yılın sonunda Türkiye’yi vasatlığın övünç kaynağı olduğu bir ucuz emek ülkesi haline getirdi. İktidar ucuz emek ülkesinde siyasi sadakatin daha kolay satın alınabileceğini hesap etmektedir ve ne yazık ki son seçimde hesabı tutmuştur. Türkiye bu cendereden devrimci bir atılımla çıkabilir.

Devletçilik

Ülkemizin bütünlüğü ve güvenliği, ulusumuzun bağımsızlığı ve birliği, yurttaşların özgürlüğü ve eşitliğinden sorumlu başlıca güç devlettir.

Devlet kendiliğinden kutsal değildir. Devlet kamu düzenini ve vergisini aldığı yurttaşların esenliğini sağlamakla görevli bir teşkilattır. Kamu düzenini korumak adına özgürlükler keyfi biçimde engellenemez. Devletin meşruiyeti, cumhurbaşkanından sözleşmeli personeline kadar tüm kamu görevlilerinin hukukun üstünlüğüne sadık kalmasıyla ölçülür. Kutsal olan bir şey varsa o da halkın kamu yönetiminden hesap sorma hakkıdır.

Tüm gelir garantili kamu-özel işbirliği projeleri, elektrik dağıtım sistemleri, enerji santralleri, kömür madenleri ve şeker fabrikaları kamulaştırılmalıdır. Türkiye Varlık Fonu dağıtılmalı, özelleştirmelere son verilmelidir.  

Devlet yalnızca yasaları uygulayan, kamu düzenini sağlayan bir örgütlenme olarak görülemez. Devlet; emeğin milli gelirden hak ettiği payı almasından, ekolojinin korunmasından, bilimsel ve sanatsal faaliyetlerin gelişmesinden, KİT’lerin yönetiminde çalışanların da söz hakkı olmasından, kamuda ve özel sektörde sendikal örgütlenme hakkının yaygın olarak kullanılmasından, kooperatifleşmeden, az gelişmiş bölgelerde kamu yatırımlarıyla istihdam yaratmaktan ve böylece metropollerden tersine göçü özendirmekten birinci derecede sorumludur.

Kendi kurallarına göre işleyen piyasa modeli 1970’lerin sonundan 2008 küresel krizine dek, kâh Avrupa ülkelerindeki gibi demokratik yollarla kâh Latin Amerika ve Türkiye’deki gibi askeri darbe yönetimleri altında başlatılmış olsun, hemen her ülkede emeğin ulusal gelirden aldığı payın azalması, devletin ekonomideki rolünün sınırlanması, sosyal devlette ve çalışan haklarında erozyon, vaat edilenin aksine halkın sırtına yük bindiren özelleştirmeler vb. sonuçlara yol açtı.

Özelleştirildikten sonra içi boşaltılan, taşınmazlarını satan, çalışanlarının yarısını işten çıkartan, sahibinin özelleştirmeden ötürü devlete olan borçlarının yarısını bile ödemediği, buna karşılık 3,5 milyar dolarlık borcuyla batık bir hale sokulan Türk Telekom ve özelleştirme kapsamında Beşli Çete holdinglerine devredildikten sonra gerekli bakım ve yatırımın yapılmaması yüzünden 2022 kışında Isparta’nın günlerce elektriksiz kalmasına yol açan elektrik dağıtım sistemi gibi örnekler bizlere kamusallığın önemini gösteriyor.

Tüm gelir garantili kamu-özel işbirliği projeleri, elektrik dağıtım sistemleri, enerji santralleri, kömür madenleri ve şeker fabrikaları kamulaştırılmalıdır. Türkiye Varlık Fonu dağıtılmalı, özelleştirmelere son verilmelidir.