Bugün Türkiye, yakın geçmişindeki “duraklama”, “iniş” ve “çöküş” dönemlerinden sonra artık “bitiş” dönemine girmiş bir ülkedir
Geçen sene yine Politikyol’daki bir yazımda, ülkenin genel tablosunu “büyük buhran” olarak betimlemiştim. Çünkü, bu toplum tam 52 adet haftalık yazı öncesinde bile son derece zor günler yaşamaktaydı.
Ülke, iktidarın ve muhalefetin, temsili demokrasiyi tüm dünyada hipokratik ve trajikomik bir
siyaset temsiline dönüştürmüş popülist söylemlerden ve araçsallaştırıcı stratejik eylemlerden bir türlü vaz geçemeyişleri ile, çoktan ciddi bir çöküşe geçmişti.
Fakat yine de o yazının başlığından (“
Türkiye’nin büyük buhranı ve şansı I - II ”) da anlaşılacağı üzere, salt bazı kritik durum ve gereksinim saptamaları yapmakla kalmamıştım. Türkiye’nin önündeki büyük şans veya elindeki önemli fırsat kartlarını da açıklamıştım.
Ayrıca ve hala da
yaygın olan ısrarlı eğilimin aksine ve siyasi iktidar veya muhalefet yerine; en büyük, önemli, temel, kilit, anahtar, elzem ve hedef muhatap olarak, doğrudan örgütsüz sivil toplumu almıştım.
Tıpkı bu yazıda da olduğu gibi yani.
ÖZNELEŞME VE ÖZERKLEŞME FIRSATLARI
Çünkü, tüm tarihi, iktisadi, siyasi ve toplumsal süreçlere en büyük katkıyı yapan da, kendinin siyasi varlığını, tüm insani ve yasal haklarını, bireysel ve kolektif biçimde neredeyse tamamen sıfırlamış olan halk idi.
Kendisi gibi etten ve kemikten olan tek kişiye, insani sınırlar ötesinde fantasmik bir liderlik beklentisi ve gerçek dışı bir siyasi güç atfederek, kendi yaşamının ve tüm ülkenin erkini teslim etmiş, tutsaklığa teslim olmuş veya özgürlük karşısında pes etmiş olan yurttaşlar idi.
Fakat bu haftalık yazıma da böyle, yani geriye dönüp bakarak başlamam sebepsiz değil:
Cumhuriyet toplumunun yüz yıllık tarihi serüveni de bir yana, son bir yıllık bir retrospektifle de Türkiye’nin, yani iktidarı, muhalefeti, muhalefete muhalefeti ile tüm toplumun kolektif özne öncülünün, geçtiğimiz dönemdeki şans kartlarını kullanabildiği söylenemez.
Yine de, şimdi yazıklanmak zamanı değildir. Önümüze, mevcut olanaklara ve değişen yeni koşullara bakmak zamanıdır. Çünkü
dönüşümler sonsuzdur. Öz(düşünümsel)eleştiri soluksuzdur. Yani ölüm döşeğinde bile olsa, belki çok daha kökten ve ani olarak, özneleşme ve özerklik için yeni fırsatlar vardır!
BİTİŞ DÖNEMİ
Özellikle de okumuş, yazmış, aydın geçinen, entelektüel sayılan veya demokrasi tutkunu ve sorumluluk sahibi bütün iddialı bireylerin şu gerçeklerle mutlaka yüzleşmesi gerekir:
Bugün Türkiye, yakın geçmişindeki “duraklama”, “iniş” ve “çöküş” dönemlerinden sonra artık “bitiş” dönemine girmiş bir ülkedir.
Modern-öncesini, moderni ve modern-sonrasını eşzamanlı yaşamış bu ulus-devletin artık “üst-yönetsel muhakeme fonksiyonları” tamamen durmuştur. Belirsiz seçimi kazanmak hayaliyle beklemek ve bugünkü ivedi sorumluluklarını ertelemek lüksü yoktur.
Ülke “bitkisel yaşama” geçmiş ve yoğun bakımda bilinci yarı kapalı “ölümcül bir hasta” gibidir. Ve bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarını betimlemiş “hasta adam” tablosundan oldukça farklıdır.
Çünkü bu kez, üstelik “Batı’nın” değil, kendinin 21. yüzyıldaki ve
küyerel toplumsal dönüşüm göstergelerine göre böyledir.
Son bir yılda, kutuplaşmayı tırmandıran popülist söylemlerle, iktidarın giderek artan sıklıkta değiştirdiği gündemler karşısında, muhalefetin de oradan oraya nasıl savrulduğu görülmekte. Yapıcı adımları ise hayli tereddütlü, oldukça minik, silik veya hantal, çoğunlukla da gecikmeli kalmakta.
Artık bir tarihi maceranın ve dönemin daha sonuna gelinmekte.
Gelecek gelmekte olanı bugünün söylemlerini silip süpürerek getirir. Zaten onu da ancak bugünün söylemleri ile kurar ve toplumsal pratikleri ile çağırır.
SON ÇARE REÇETELER
Malum, ölümcül işaretler arttıkça da umutlu veya umutsuzca her çare denenir. O zamana kadar muhtelif sebep ve gerekçelerle ne kadar kaçınılmış olursa olsun, soyut ve ilkesel önerilerden, somut ve dolaysız reçetelere geçilir.
Nitekim, önceden de
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem görüşmelerinin miyobik ayrıntılarına bile dalmanın gereksiz ve zamansız olduğunu daha hazırlık aşamasındayken de yazmış idim.
Aynı şekilde şunları da vurguladım: Çünkü seçim yasasındaki fırsatçı değişikliklerin aylardır zaten hazırlandığı bilinmekte iken, olası sandalye hesaplarında boğulmak ve yeterince endişeli halkı boğmak da abesle iştigal idi.
Baskın seçim olasılığı dahil, seçim sandık kurullarına kadar, en başta da asayiş ve güvenlik güçlerine duyulan yoğun güvensizlik söz konusu iken, kanımca öncelik verilmesi gereken gündem ve eylem bu değildi.
Lider egolarını ve tabanlarını kapıştırmayı, parti program veya oylarını yarıştırmayı bırakmak için sinyaldi. Bir an evvel ortak etkin çözümlere geçmek ve ulusal çıkarlara yeni sağlıklı siyaset üretmek için net bir çağrıydı.
Bugün de artık, TBMM’nden apar topar geçirilmiş olan bu yasa sadece ve sadece tüm muhalif ittifaklara ve topluma yapılmış daha sıkı bir dayanışma ve bütüncülleşme için daha açık ve kesin bir davettir.
Fakat uygulayacak ve son sözü söyleyecek olansa daima ve sadece
toplumun kolektif özne öncülüdür elbette.
TEK UMUT
Kısacası, altı muhalefet partisi 12 Şubat’taki rejim değişikliği ittifakının “söz kesme”, 24 Şubat’taki “nikah” törenlerinden sonra, bu kez de 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde yeni bir “Seçim için değil ama, memleket için” temsili demokrasi temsili sergilemekten mutlaka imtina etmeli.
Hızla değişen
küyerel dinamiklere göre takvim, rota ve vites değiştirmeli. Belli ki kanıksanmış, tıngır mıngır olağan siyaset koşullarına göre düşünülmüş ve vasat tasarlanmış, ortak aday ve seçim stratejik görüşme planlamaları her ne ise, ivedilikle terk edilmeli.
Görünen o ki, hala da “içerde” muhtelif senaryo seçenekleri, geçmiş seçimlerdeki ve kamuoyu yoklamalarındaki oy dağılımlarına göre üretilmekte.
Oysa “içerde ve dışarda” “atı alan Üsküdar’ı geçmekte”! Güneyinde süregiden Suriye savaşı gibi, Kuzeyindeki yeni Ukrayna savaşı ile dünyanın ve Türkiye’nin tarihi yeniden yazılmakta.
Siyasi, iktisadi, jeopolitik ve küyerel psişik ekonomik dinamikler, Türkiye’yi sadece Batı ile Doğu arasında siyasi kimlik paradoksuna sokmakla kalmayıp, dört yönden gerçek bir varoluş kıskacına almakta.
Bugün Türkiye Ukrayna örneğinde, siyasetçisi ve sokaktaki kadını erkeği ile, hem yüzyıl öncesi uzak geçmişi ile, hem de yüzyıl sonrası olası yakın geleceği ile yüzleşmeli.
Antalya, Ankara, İstanbul ve Brüksel’deki liderler zirveleri sonrası, Türkiye’nin küresel arenada yeniden artmış medyatik görünürlüğünü ve kronik dış jeopolitik potansiyelini, sanki iktidarın “uluslararası diplomasi başarısı” imiş gibi yorumlamak esas, aşırı iyimserlik bile değil: sadece Pollyannacılık ve koyu inkar!
ABD’nin “bol piyonlu ve SİHA’lı sınır ordusu”, AB’nin kronik tüketim bağımlısı pazarı, nitelikli ucuz emek tarlası, Rus doğalgaz musluğu kesilince yeşil enerji için yenilenebilir enerji sahası ve elbette dijital uzantısı olarak elverişli “tampon ülke” NATO üyesi Türkiye’nin akla gelmesini olağan görmemek ise komplo kuramcılığı bile değil; sadece tarihsizlik ve talihsiz safdillik!
Elbette tüm bu yeni küyerel gerçeklikler tablosunun içerdeki ve dışardaki “istikrar tercihli” ve “özerk demokrasi alerjili” tüm hipokratik ve popülist iktidarlarca ve süper güç öbeklerince, “yeni dünya düzeninde” eski güçlerinin, yani bozuk, dengesiz ve adaletsiz düzenin” sürdürülmesi için araçsallaştırılmayacağını düşünebilmek salt toplumsal içgörüsüzlük değil; sadece siyasi ve dönüşümsel körlük!"
ÖZGÜR YAŞAM İÇİN
Sonuç olarak, bugün beyin ölümüne yakın, nebati hayatta uykudaki, bilinci yarı kapalı Türkiye, artık ağzı açık ve salyaları akan aslanların önündeki, yara bere içinde kalmış, ciddi” iç ve dış kanamaları” da olan bir yavru ceylandan farksız.
Fakat umut her zaman var. Türkiye Cumhuriyeti toplumunun yurtsever kalbi hala çarptığına göre. Eğer kurucu insan önderine layık biçimde özerk ve özgür bir demokratik ülke olarak yaşamaya devam etmek istiyor ise. İvedilikle uygulaması gerekenler de son derece açık ve seçik olarak belli:
- Toplumun tüm tarihi, iktisadi, sosyal, kültürel, ahlaki ve siyasi bileşenlerini geniş bir toplumsal dayanışma ve onarım seferberliğinde buluşturmak.
- Şimdiye kadar içerden veya dışardan tüm demokratik değişim taleplerine gösterdiği direnci tersine çevirmek.
- Bütün yıkıcı ve kendini tahripkar enerjisini yapıcı bir motivasyonla kolektif bilincine döndürmek.
- Meşakkatli geçmiş ilk yüzyılın sonunda tarihsel belleğinde bölük pörçük ne birikmişse ondan öğrenmek.
- Liyakatli toplumsal donanımında her ne kalmış ise artık, o kadarını imece usulü bulup ortaya çıkarmak.
- Hepsini diyalojik biçimde güzel, doğru ve iyi olan için kullanmak.
- Ve hayati fonksiyon göstergelerini “kırmızı haysiyet çizgilerinin” altına düşürmeden bütüncülleşerek şifa bulmak.
Tüm bu adımlar için öncelikle gereksinimi olan birincil önkoşul da tıpkı
kurtuluş ve kuruluş yıllarında işlevsel olmuş Bergsoncu bir yaşam güdüsü ve yaratıcı enerjisini (élan vital) toplamak.
Ancak bu kez modern yaşam biçiminin peşine ithal ve intihal bağımlısı, şekilci taklitlerle takılmayarak. Yobaz karanlıktan korkmayarak. Paniğe kapılmayarak. Gerçeklere gözünü yumup yok saymayarak. Fakat yine benzer bir “varoluşçu kaygı ve can havli” ile, özgür ve çağdaş yaşama tüm gücüyle asılmak: Kendini, kendisinin zayıf ve güçlü yanlarıyla yüzleşerek, dönüştürmek!