Devir kesinlikle “bizi seçin, güvenin, gerisini bize bırakın” devri değil artık. Kısacası seçmenden “açık çek ve koşulsuz oy” istemek çok gerilerde kaldı. Bu satırları yazarken tüm dünyanın gözleri eşzamanlı olarak M87’den sonra Samanyolu’nun göbeğindeki karadeliği izliyor. Fakat biz Türkiye’nin tüm dikkatlerini üzerinde toplayan ve büyüdükçe büyüyen kendi kara deliğine bakalım. Her an o kadar çok şeyi medya “son dakika” diye veriyor ki, yine hareket noktasını seçmek zor. İyisi mi, geçen haftaki yazımda değindiğim ve gündemden de kolay düşmeyecek olan “düzensiz göçmenleri ülkelerine geri gönderme” bağlamında sormuş olduğum şu soruları hatırlatarak başlayayım: “İronik olarak, bu vahim tablo, toplumun kendi içindeki “kan davacı” ve tarihi hasım etnik milliyetçilerin yeni “ortak dış düşmana karşı ittifakı” ile iç barışa yarar mı sizce? Zaten AB kapısı da kapandı artık. Demokrasi mi olacak, otokrasi mi olacak, Türkiye nihayet “ne hali varsa kendisi görecek” ve kendi başının çaresine bakacak. Bakalım tüm toplum ve sivil siyaset içerde ve dışarda “yurtta sulh, cihanda sulh” tesis edebilecek mi?” Bu retorik sorularımın yanıtları için taze ve zıtlaşma örnekleri hemen akabinde geldi. Zira bütüncülleşme ve derin yarılmasını aşmaya çabalamak şöyle dursun, gerilimi artırmak, kriz çıkarmak veya tırmandırmak, çünkü onunla beslenmek tipik bir sınır karakter özelliği. İÇERDE KAVGA, DIŞARDA UYUM İktidar, şimdiki kedilerin bile fareyle oynayamadığı kadar çevik vites değiştirmelerle yine kafa karıştırdı. Tam da “büyük ağabey ve ablaların” arzu ettikleri gibi, göçmenleri ülkelerine geri gönder(e)meyeceğini bildirdi. Muhalefet de bir kez daha bunun iktidarın “tutarsız” davranışlarına yeni bir örnek olduğunu söyledi. Yine akıl dışı davrandığı için onu halka şikayet etti. ‘Tüm sorunlarınızın müsebbibi iktidardır, biz seçimde kazanacağız ve her şeyi en kısa zamanda halledeceğiz’ diyerek insanlara umut ve biraz daha sabır aşılamaya çalıştı. Oysa, iktidar son derece “tutarlı” davranıyor. Sadece muhalefetin alışık olduğu “modernist (Batı) akılcılığı” ile meşruiyet kazanmış rasyonelite açısından değil. İktidar tarafı uzun yıllardır kendi mantığını bir türlü sökemeyen ve “irrasyonel” bulan muhalefet kesiminin beklentilerini son derece tutarlı biçimde karşılarcasına davranıyor. Yani tam da muhalefetin temsil etmek istediği kesimin toplumsal talep ve “demokratik hakları” engellendikçe ve öfkesi arttıkça, çaresizce uluorta koyduğu “teşhislerini” doğrularcasına. Başka bir deyişle, tıpkı psikoloji dilindeki “kendini doğrulayan kehanet” kavram ve mekanizmalarında veya halk dilindeki “birine kırk kez deli veya her ne dersen onu olur” deyişinde olduğu gibi! Öte yandan, “içerde” oy ve güç kaybetmekte olduğu netleşen iktidar, ülke çıkarlarına adamakıllı sırt çevirdi. Şimdi de kendini dış siyasi dinamiklerin akışına teslim etti. Özal’dan bu yana “üzümünü ye, bağını sorma” ahlakına alıştırılmış toplumda iktidarda kalabilmek için her türlü tavizi vermekten çekinmiyor. Fellik fellik para aranıyor. İç siyaset ise görünürde uzlaşmacı “arabulucu”, fakat işlevsel olarak “arabozucu” vefalı dostların emin ellerine havale edilmiş duruyor. Zaten “kraldan çok kralcı” işgüzar ve hizipçi işbirlikçileri hemen her köşeden çıkıyor. Kısacası sonuçta iktidar “dışarda yedi düvelle kavga, içerde yerli ve milli damarın nabzına göre şerbet” politikasından, “cihanda uyum, yurtta kavga” politikasına geçti. Tüm bunların Kılıçdaroğlu’nun “içerideki” cesurca ve kısaca, “kavga edeceğiz”, “Suriyelileri göndereceğiz”, “kontrolsüz göçü önleyeceğiz”, “yol geçen hanına çevrilmiş Türkiye’nin sınır güvenliğini tesis edeceğiz “minvalindeki söylemleri ile aynı dönemde olması da tesadüfi değil. Fakat iktidar bu “küresel siyasi stratejik oyunlarda, hem Putin’e, hem de Biden’a farklı mesajlar verirken, toplum bütün pazarlıklardan habersiz. Muhalefet de iktidarın bir “aracı oyuncu” mu, “oyun kartı” mı, yoksa “oyun masası veya sahası” mı olduğunu mutlaka doğru tartabilmeli. Türkiye’nin hangi “dış güçler” ile ne gibi eski ve yeni “bağlayıcı“ ilişkiler içine olduğunu iyi okuyabilmeli.  Kendi farkını veya yapacaklarını çok net bir şekilde toplumla paylaşmalı. Devir kesinlikle “bizi seçin, güvenin, gerisini bize bırakın” devri değil artık. Kısacası seçmenden “açık çek ve koşulsuz oy” istemek çok gerilerde kaldı. REAKTİF VE PROAKTİF SİYASET Kaldı ki muhalefetteki seçim ittifakları toplumun kolektif zihninde türlü bulanıklıklara çanak tuttu. İsteseler de muhalefetin ortak muhakemesine güvenmek de o kadar kolay değil. Zaten katılımcı, çoğulcu ve özgürleştirici demokrasi açısından yeterli de değil. Nitekim çok daha öncelikli adımlar dururken, kazanılacak “seçim sonrası demokrasiye geçiş” planlamaları ve ortak aday söylemleri gündeme geldiğinden beri insanların kafası daha da karıştı. Ayrı parti kimlikleri zaten halkın kafasında çoktan yer etmiş durumdaydı. Hatta liderler ne kadar değişmiş, yenilenmiş olduklarını söylemeye çalışsalar da halkın kolektif zihninden bunları silmek kolay değil. Zaten ayrı demeç ve davranışlarında da kamburlar kolay gizlenemiyor. Parti programları ve liderleri eğer özellikle de değiştiler ise (sözgelimi artık iyice “akıllandılar” veya “tövbekar” oldularsa), toplum nezdinde ittifakların ortak yönlerini güçlü bir sesle vurgulamaları gerekiyor. Masa başında fotoğraf vermek ve imzalı toplantı tutanakları son derece yetersiz. “Yeniden demokrasi ve yeni toplum inşası” için halkla el ele çalışmaya ne kadar motive ve hazırlıklı olduklarını göstermeliydiler. Kısacası “bir öyle, bir böyle” davranan iktidar ise, dikkati “bir oraya, bir buraya dağılan” da muhalefet. Çoğul maddeli gündemi eşzamanlı izleyemeyen de o. Kendi elini kolunu kendisi bağlıyor. Temkinli olmak, geç veya reaktif olmak demek değildir; ivedi ve proaktif olarak da temkinli olunabilir. Örneğin, gerek Ukrayna, gerekse sığınmacı krizleri ile TR’nin “dışardaki görünürlüğü” elbette arttı. Yani jeopolitik önemi yeniden dikkate geldi. Keza bugün Finlandiya’nın ve İsveç’in katılımı ile “NATO’nun genişlemesi” bağlamında hala “oyunda kaldığını” göstermek istiyor. “Veto” oyunun değerini hem Rusofobili ve İslamofobili Batı’ya, hem de Rusya’ya hatırlatmak istiyor. “Yurtta sulh, cihanda sulh” isteyen muhalefetin elini kolunu 6’lı masa da bir yandan bağlıyor belli ki. Örneğin, Davutoğlu’nun geçmiş Suriye politikası. Halbuki TBMM’de tezkerelere onay verilmiş olması , iş dünyası patronlarının ucuz emek/modern köle tercihleri veya başka hiç bir şey, bugün barışçıl ve proaktif siyaset yapılmasına engel olmamalıydı. Göç sorununun birincil çözümünün Suriye ile ve AB ülkeleri ile makul çözüm müzakerelerinden geçtiği son derece aşikar.  Buradan bakıldığında liyakatli emekli “monşerler” ile bile doğrudan Esad ile şimdiden yakın gelecek için temaslara geçilmemesi için her hangi bir engel görünmüyor. Elbette böyle dinamik yetkinlik de farklı türden siyasi içgörü, öngörü, hazırlık ve yetkinlik gerektirir. Ayrıca muhalefet taraftarlarının, hatta geniş toplumun ve uzmanların bir türlü karar veremedikleri gibi, mevcut iktidarda bütün bu niteliklerin olduğu anlamına gelemez. Zaten ülke yararına olup olmaması da bir yana, gündemi belirlemek için yapılanların bilinçli veya stratejik hamleler olması da gerekmez. Herhangi bir edime anlamını veya işlevsel “başarı” değerini esas veren onu izleyen ve ilişkili olan geçerli cevaplardır. Dolayısıyla her hangi bir iktidarı iktidarda tutan asla salt kendi karar, politika ve davranışları değildir: Muhalefet, medya, muhalefetin akıl hocaları, “bilgi” diye duyum sızdıranlar veya “analitik yorum” diye kendi projeksiyonlarını akta ranlar ve toplumun işbirliğidir. Nitekim ısrarla yinelediğim gibi, demokrasi sorumluluk paylaşımıdır. Ayrıca mutlaka ilişkisel paradigmaya geçilmesini gerektirir. Oysa, ha iktidar, ha muhalefet, ha alternatif üçüncü veya ortayol olduğunu sanan muhalefete muhalefet! Ha erkek, ha kadın, ha trans eli veya dili ile! Ülkeyi çukura batıran veya “kara deliğine” sokan da, bir türlü çıkaramayan da hep aynı eril egemen zihniyet! YÜKSEK GERİLİM Her halükarda ülkede türlü ve karşılıklı provokasyonlar ile gerilim yükseldi. Çünkü toplumda doğru yönetilemeyen şiddet giderek arttı. Hatta zaten yeterince fazla birikmiş öfke körüklendi ve kışkırtıldı. Dolayısıyla yıllardır her “irili ufaklı kriz” olayında sanki ilk kezmiş gibi “şaşıran” muhalefet kesimi. Yine epeydir yazdığım gibi iktidara muhalefet edenlerin öncelikle asla alamayacağı oyların peşinde, üstelik zayıf istatistiki hesaplarla koşmayı bırakmaları şart. Onu kazandıracak ve iktidara geldikleri takdirde de desteğine gereksinim duyacağı insanlar ne çocuk, ne de ahmak. Zaten artık kartlar açık! “Eski kafa” ve partizanca siyaset hem ülkenin, hem de kendilerinin kurumsal veya kişisel çıkarlarına değil. Ayrıca halk kah iktidardan, kah muhalefetten sürekli düş kırıklığına uğruyor. Bu arada kararsızlar ve siyasetten soğuyanlar da çoğalıyor. Toplumun geneli elindeki tek demokratik siyasete katılım olanağının hala seçim sandığına oy pusulasını atmak (veya  tabii atmamak) olduğu inancında. Kaldı ki Gezi davası, bugünkü Kaftancıoğlu olayı ve 1 Haziran’daki İmamoğlu hakkındaki endişeli beklentiler, çok uzun bir süredir sıradışı bir tahammül ve sabırla beklemiş partili partisiz, örgütlü örgütsüz tüm toplumun demokrasi arzunu güçlü dile getirmek için yeter de artar bile.