Hobbes’tan, hatta belki Platon’dan beri süregelen, kapalı toplumcu ve ultra-devletçi anlayışın bize öğrettiği bir denklem var ki buna parmak basmadan edemeyeceğim; daha çok koruma, her zaman daha az özgürlük demektir.  Türkiye’de biliyorsunuz yeni Anayasa tartışmaları bitmiyor. Ancak şu an gündemi kaplayan tartışmaların diğerlerinden ayrıştığı çok önemli bir nokta var. Özellikle ‘80 darbesi sonrasındaki sivilleşme döneminde, Anayasa değişikliklerinin anahtar kelimesi “sivilleşme” olmuştur. AKP iktidarının öncülüğünü yaptığı bütün Anayasa değişikliklerinde bu anlatı korundu - belki başkanlık sistemi referandumu dahil. Buna karşın şu günlerde tartıştığımız Anayasa değişikliği, her ne kadar 12 Eylül gibi kilit tarihlerde tekrar “sivilleşme” fenomenini bize hatırlatsa da gündemi kaplayan anahtar kelimenin bu olduğunu söylemek kanımca zordur. Bugün Türkiye’de tartıştığımız Anayasa değişikliğinin kilit kelimesi “aile” olmuştur.

Bu anlamda da tartışılacak kilit maddenin, devlete “ailenin korunması” pozitif yükümlülüğünü yükleyen bir hüküm olacağı kanaatindeyim.

Devlete, soyut kurumları korumaya dair pozitif yükümlülükler yükleyen hükümlerin, Anayasa gibi temel bir norm ile güvenceye alınmasının bireysel hak ve özgürlüklerin tatbiki bakımından büyük sakıncalar ihtiva edeceğine inanıyorum.

Özellikle son aylarda artan LGBTI+ karşıtı söylemler ile böyle bir hüküm arasında ilişki kurmak hiç de zor değil.

Neticede böyle bir hükmün Anayasaya eklenmesinin farklı yaşam tarzları bakımından farklı sakıncalar ihtiva edebileceğini de düşünüyorum.

Peki böyle koruma yükümlülükleri ile yaşam tarzı ekonomisi arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?

Yaşam tarzı ekonomisi, en basit hâliyle devletin tüketici ile üretici arasındaki ilişkiye müdahalesidir. Bu müdahalenin akla gelen ilk örnekleri alkol regülasyonları veya sigara kısıtlamalarıdır.

Ancak yaşam tarzı ekonomisi dediğimizde tartışmamız gereken her ne kadar somut ve yüzeysel anlamda müdahalenin niteliği olmakla beraber (örneğin alkolden tahsil edilen fahiş verginin tartışılması) aynı zamanda müdahalenin meşruiyet zeminini de tartışmalıyız. Yani, “Devlet ne kadar vergi alıyor?” sorusu başlı başına yeterli değildir. “Devlet, neden fahiş vergi alıyor?” sorusunu sormamız gerekir.

Burada da Türkiye örneğinde karşımıza temel norm olan Anayasa’nın devlete yüklediği pozitif yükümlülükler çıkıyor.

Geçtiğimiz günlerde katıldığım bir tartışma programında, Türkiye’deki alkol politikaları ile daralan özgürlük alanları üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik[1]. Programın sonunda moderatör arkadaşım, konuyu alkol politikaları çerçevesinden biraz da uzaklaşarak, yeni Anayasa tartışmalarına getirdi.

Türkiye’de yaşam tarzı ekonomisi ve alkol politikalarına dair iki süreyi aşkın bir zamandır yaptığım tüm çalışmalarda, mesele Anayasa ve yaşam tarzı ekonomisi ilişkisi olduğu zaman aklıma tek bir Anayasa maddesi gelir.

Pek çok okur, bu maddenin “temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasını” düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesi olduğunu düşünecektir.

Ancak aklıma ilk gelen madde bu değil. Çünkü 13. madde, her ne kadar kanun ile sınırlanma yükümlülüğü getirerek devlete önemli bir negatif yükümlülük yüklese de meselenin özellikle politik-ekonomik boyutunda biraz daha incelikli olduğunun kanaatindeyim.

Meseleye siyah veya beyaz şeklinde ikili bakmayı çok seviyoruz. Alkol yasağı olsun mu olmasın mı, soru bu değil. Soru, gerçekten etkili düzenlemeler yapılsın mı yapılmasın mı, sorusu.

Öyle ki Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen negatif yükümlülük, pekâlâ pek çok farklı tüketim ürünü için de uygulanabilir. “Özüne ve sözüne dokunmadan kanun ile sınırlama” zorunluluğu olarak özetleyebileceğimiz bu hüküm, devletin kola tüketimini, hatta biraz daha ileri gidelim, saçları at kuyruğu toplamayı, pembe bir t-shirt giymeyi, hatta belki kot pantolon giymeyi yasaklaması, sınırlaması hâlinde uygulanabilecek temel bir hüküm.

Öyle ki yarın, bir Valilik genelgesiyle İstanbul’da Moda sahilinde kot pantolon giymenin yasaklandığını düşünün. Bu genelgeye karşı getirilecek itiraz da yine Anayasa’nın 13. maddesinden ileri gelecek bir itiraz olacaktır. Zira kot pantolon giyebilme özgürlüğüne karşı kanun ile (ki kanun olsa dahi ölçüsüz olacağını rahatlıkla söyleyebileceğimiz) bir yasak getirilmiş olacaktı.

Neyse ki henüz özgürlükleri bu kadar da olsa dar çerçevede tartışır bir hâlde değiliz.

Oysa söz konusu alkollü içkiler olduğunda, bu gibi genelgeleri, yönetmelikleri, hatta kanunları dahi tartışıyoruz.

13.madde örneğin kısıtlamaların sadece münhasıran kanunla getirilmesi gerektiğini söylemiyor, aynı zamanda ölçülü olması gerektiğini de söylüyor. Peki alkollü içkilerdeki %300’e varan vergi yükünün ölçülüğü olduğunu iddia edebilir miyiz?

Gelmek istediğim nokta şu ki, söz konusu hukuka aykırılık olduğunda alkollü içkilerin ölçüsüz bir şekilde kanun veya bir idari tasarrufla kısıtlanmasının hukuka aykırı olduğu konusunda kamuoyu büyük oranda mutabık sayılır. Aynı şekilde kot pantolonların da böyle bir kısıtlaması yine hukuka aykırı olurdu. Ancak biz, özgürlükçüler, hep alkolü konuşmak zorunda kalıyoruz.

Burada devreye, Anayasa’nın asıl dikkatimi çeken maddesi geliyor, o da “Gençliğin korunması” başlıklı 58. maddesi. ‘80 zihniyetinin ultra-devletçi anlayışının bir yansıması olduğundan şüphe duyamayacağımız bu hüküm, devlete “gençliğin korunması” pozitif yükümlülüğünü yüklüyor. Bunu da ikinci maddesinde, “alkol düşkünlüğünden” korumak şeklinde özelleştiriyor.

Bu gibi koruma yükümlülükleri, bir ahlak sinyallemesi içerdiğinden kolaylıkla kamuoyunda meşruiyet kazanabiliyor. Ancak hükmü biraz irdelediğimizde, ne kadar isabetsiz bir hüküm olduğunu görüyoruz. Öyle ki, “genç” tanımının belirsizliği, burada koruma yükümlülüğünün ölçülülük sınırını aşabilecek bir şekilde tatbik edilebilir olduğunu gösteriyor. Kanun ile alkollü içki satışının 18 yaşından küçüklere yapılmasının ardındaki temel dayanak da bu madde, ama aynı zamanda -belki şaşıracaksınız- alkollü içki reklam yasaklarının ardındaki dayanak da yine bu maddedir. 18 yaşından küçüklere alkollü içki satışının yapılması yasaklanması ile alkollü içkilerin örneğin televizyonda gösterilmesinin yasaklanmasının aynı isabet ve ölçülülükte olduğunu söylemek, benim için çok zor.

İsabetsiz düzenlemeler kanımca, asıl olması gereken isabetli regülasyonların (örneğin 18 yaşından küçüklere alkollü içki satılamaması) suyunu bulandırıyor. Gerçekten tartışılması gerekenler, korkunç ölçüsüzlük yığınında arada kaynar hâle geliyor.

Diğer taraftan, “Genç kim ki? gibi bir soru da haklı olarak sorulabilir. Medeni kanuna bakarsanız 18 yaşından küçükler, alkollü içki satış yönetmeliğine dair açılan davalardaki Danıştay kararlarına bakarsanız 24 yaşından küçükler, Cumhuriyet Halk Partisi tüzüğüne bakarsanız 30 yaşından küçükler… Toplumun farklı alanlarının farklı şekillerde mutabık kalamadığı bir tanımı Anayasa’da yani en temel normda düzenlemek hiç ama hiç isabetli değil.

Ve bu gibi isabetsiz düzenlemeler kanımca, asıl olması gereken isabetli regülasyonların (örneğin 18 yaşından küçüklere alkollü içki satılamaması) suyunu bulandırıyor. Gerçekten tartışılması gerekenler, korkunç ölçüsüzlük yığınında arada kaynar hâle geliyor.

Ancak bu Türkiye’deki tartışma ortamının genel sorunu. Meseleye siyah veya beyaz şeklinde ikili bakmayı çok seviyoruz. Alkol yasağı olsun mu olmasın mı, soru bu değil. Soru, gerçekten etkili düzenlemeler yapılsın mı yapılmasın mı, sorusu.

Gençliğin korunmasına dair hükme daha önce Anayasa Mahkemesi’nde alkollü içkilerin televizyonlarda gösterilmesini yasaklayan kanun maddesi aleyhine soyut norm denetimi yoluyla açılan iptal davasında atıf yapıldığını, geçmiş bir yazımda ifade etmiştim[2]. Gerçekten, 18 yaşından küçüklere alkol satılamamasını da televizyonlarda alkollü içki gösterilmesini de aynı hüküm altında değerlendirebiliyorsak, o hükümde hak ve özgürlüklerin tatbiki bakımından isabetli olmayan bir bulanıklık vardır.

Bugün tartışılan “ailenin korunması” hükmünün de çok farklı bir senaryo yaratacağını düşünmüyorum.

Kaldı ki bu meselenin “gençliğin korunması” hükmüne çok benzediğini daha evvel ifade ettikten sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan dün gerçekleştirdiği konuşmasında ailenin korunması ile “kötü alışkanlıklar” arasında açık bir ilişki kurdu.

Yarın belki hayatımıza girecek “ailenin korunmasına” ilişkin bir hükmü değerlendirirken, geçmiş örneklerin isabetsiz uygulanmasından ders çıkarmak gerekir.
Dedi ki; “Aile müessesesini koruyacağız. Sigara, alkol, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklarla mücadele etmek nasıl görevimizse, küresel çetelerin dayattığı sapkınlıklarla mücadele de asli vazifemizdir.”

Sonuçta yarın belki hayatımıza girecek “ailenin korunmasına” ilişkin bir hükmü değerlendirirken, geçmiş örneklerin isabetsiz uygulanmasından ders çıkarmak gerekir.

Bu gibi hükümler, ilk bakışta pek çoğumuz için çekici gelebilir. Bugün sokakta rastgele bir şekilde vatandaşa sorsak, “Devlet aileyi ve gençleri korumalı mı?” alacağımız cevap belki %90’ın da üzerinde ezici bir oranla “Evet, korumalı.” şeklinde olacaktır.

Ancak işin siyasi ve hukukî gerçekliğinde bu gibi hükümlerin yalnızca kozmetik amaçlar taşıdığını, uygulanmasının pek çok özgürlüğün ve yaşam tarzının tatbiki bakımından sakıncalar ihtiva edebileceğini unutmamalıyız.

Nitekim Hobbes’tan, hatta belki Platon’dan beri süregelen, kapalı toplumcu ve ultra-devletçi anlayışın bize öğrettiği bir denklem var ki buna parmak basmadan edemeyeceğim; daha çok koruma, her zaman daha az özgürlük demektir.

[1][2] https://www.politikyol.com/televizyonlarin-alkol-ile-imtihani/