Dünyayı ve Türkiye’yi doğru okuyamayan, siyaseti sadece liderlik temelinde düşünen, sosyolojik okumalarla stratejik hamleleri birleştirmeyen, parti içi iktidarı ülke sevgisinin önüne koyan bir muhalefetin başarılı olabileceğini düşünemeyiz.

Masamda, bilgisayarımın önünde oturuyorum.

Aklımda hem muhalefet odaklı hem de PolitikYol’da son iki haftadır çıkan yazılarıma eleştirel bir yazı yazan sevgili Levent Köker’e yanıt vermek var.

Çok zor yazmak.

İstanbul, kıyamet gibi, hem çok sıcak, hem de anormal derecede nemden çok boğucu.

Hiç bir zaman sevmediğim klima üzerime geliyor.

Kolumu masaya dayandırmak rahatsız edici oluyor: o derecede boğucu ve rahatsız edici.

Dünyayı kıyamete götüren iklim krizi ve küresel ısınmanın önemli bir boyutu olan “sıcak hava dalgaları”nı yaşıyoruz.

Tarihi sıcaklık rekorların kırıldığı Temmuz ayından sonra, Ağustos’da sıcak hava dalgaları devam ediyor.

Yazmaya çalışayım diyorum.

Muhalefet alanında üç önemli gelişme yaşıyoruz: Ekrem İmamoğlu, İBB başkan adaylığını açıkladı; CHP’de Özgür Özel, Genel Başkan adayı olabilir; İYİ Parti Başkanı Meral Akşener, gelecek Cumartesi, 26 Ağustos’da, ilgiyle beklediğim ve “Türk siyasetinde önemli bir başlangıç olacağı” söylenen konuşmasını yapacak. Bu üç gelişme, gerek sonuçları, gerekse de etkileri bağlamında, birbirleriyle bağlantılı ve dönüştürücü gelişmeler: liderliğe, okunmayan ve izlenmeyen tüzüklere ve programlara indirgenen “değişim” sorusuna yanıt olma ve “sosyolojik okuma-vizyon-ilke-strateji” temelinde yeni pencereler açabilme potansiyeli taşıyorlar.

Dünyayı ve Türkiye’yi doğru okuyamayan, siyaseti sadece liderlik temelinde düşünen, sosyolojik okumalarla stratejik hamleleri birleştirmeyen, parti içi iktidarı ülke sevgisinin önüne koyan bir muhalefetin başarılı olabileceğini düşünemeyiz.

Böyle bir muhalefet, başta İstanbul olmak üzere, ne yerel seçimlerde başarılı, ne de ikinci yüzyılına giren Türkiye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğinde etkili olabilir.

Sonuç, her iki alanda da, Türkiye’yi muhalefetsiz bırakma riskini içermektedir. Peki, İmamoğlu, Özel ve Akşener’in hamleleri muhalefeti “sosyolojik okuma-vizyon-ilke-strateji” temelinde nasıl güçlendirebilir? Bu soruya yanıt ararken, “İsrail’deki demokrasi mücadelesi ve İsrail-Filistin sorunu” örneğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Michelle Pace (JCMS, 7 Ağustos), bu konudaki yazısında çok önemli bir saptama yapıyor: “iklim krizi, su ve temel gıdalara erişim ve sıcak hava dalgalarında Filistinlilere yaşam hakkı tanımayan, bu sorunu tümüyle güvenliğe indirgeyen İsrail, sonunda kendi içinde de büyük bir demokrasi sorunu yaşamaya başladı. Filistin halkına yaşam için hiç hak vermeyen İsrail politikası sonunda kendi demokrasisini de yok etme noktasına geldi”. Çatışma-İklim Krizi ilişkisi bizi, çatışma çözümünün de sadece kimlik değil, hep vurguladığım, insanları, canlıları, doğayı, gezegeni de içinde alacak “yaşam ve yaşamsallık”, bu temelde de sadece vatandaşlık değil, “yaşamdaşlık” da aranması gerektiği noktasına getiriyor.
Kültür savaşları, modernlerle-gelenekseller ya da iki farklı grup, sınıf, kimlik, dolayısıyla taraflar arasında bir savaş değildir. Tek taraflı olarak, güç-seçim kazanmak ve seçmeni konsolide etmek için otoriter liderler tarafından başlatılan bir savaş, daha doğrusu “stratejik bir hamle”dir.
Çatışma Çözümü-Yaşamsallık ilişkisinin, Türkiye’de, çatışma çözümü ve uzlaşma alanlarında, “yıkıcı kutuplaşma” ve “Kürt sorunu” için de önemli bir açılım yaratacağını vurgulamak isterim.

Nasıl dünyayı ve Türkiye’yi doğru okuyamayan muhalefetin canlanması mümkün değilse, ilke-vizyon ilişkisi üzerine odaklanmayan muhalefetin de etkili stratejiler üretmesi mümkün değildir.

Demokrasi-İklim-Ekonomi-Güvenlik ekseni, liderin kim olacağından önce gelmelidir.

Meral Akşener’in konuşmasını dinledikten sonra bu konuya döneceğim.

KÜLTÜR SAVAŞLARI, ENDİŞELİ VATANDAŞLAR, EŞİT VATANDAŞLIK Çalışmalarına ve düşüncelerine değer verdiğim Levent Köker, PolitikYol’da son iki haftadır çıkan yazılarıma eleştirel bir yanıt verdi (artıgerçek, 15 Ağustos).

Köker’in önemli eleştirilerine uzun yanıtımı gelecek hafta vereceğim. Bu tartışmanın, özellikle muhalefet açısından ve vizyon ve strateji bağlamında önemli olabileceğini düşünüyorum.

Bu yazıda, tartışmaya başlangıç olarak, “kültür savaşları” ve “endişeli vatandaşlar” kavramlarıyla ilgili yalnış anlaşılmayı (Köker’de belli derecede haklı olarak yanlış anlamış) ortadan kaldıracak iki noktanın altını çizmek istiyorum. Birincisi, kültür savaşları, modernlerle-gelenekseller ya da iki farklı grup, sınıf, kimlik, dolayısıyla taraflar arasında bir savaş değildir. Tek taraflı olarak,  güç-seçim kazanmak ve seçmeni konsolide etmek için otoriter liderler tarafından başlatılan bir savaş, daha doğrusu “stratejik bir hamle”dir. Kültür savaşı, demokrasiden sapma örneklerinde bir “ortak nokta” olarak ortaya çıkan ve güçlü liderlerin, muhalefet partilerine ve farklı kimliklerin, doğanın, canlıların haklarını savunanlara karşı kullandıkları bir stratejidir. Bu strateji, “devlet güvenliği”, “toplumsal ahlak” ve “ekonomik büyüme” referansları temelinde hareket eden partilerin ve liderlerin;

a) evrensel haklar, özgürlükler ve çoğulculuk v.b değerleri, liberalizm, Batı ve emperyalizm ile özdeşleştirip, yerli ve milli değerler adı altında demokrasi ve iklim sorunlarının önüne ekonomik büyüme ve güvenlik alanını koymalarını; ve,

b) akademik, kamusal tartışma ve popüler kültür araçlarıyla ve ideolojik bir okuma ile “tarihi yeniden yazma” girişimlerini içeriyor.

Demokrasiden sapan ülkelerde, Türkiye’den Hindistana, AB ülkeleri Macaristan’dan Polonya’ya, Amerika’dan İtalya’ya uzanan ve Meksika, Rusya, Çin, v.b ülkeleri içeren geniş coğrafyada, hem demokrasinin gerilediğini ve zayıfladığını, hem de otoriter liderlerin iktidarlarını sürdürdüklerini görüyoruz.

Kültür savaşı, iki tarafı ya da farklı tarafları olmayan, tek taraflı başlatılan, ve etkisi yüksek bir strateji olarak demokrasiden sapma sürecinin, otoriterliğin yükselişinin ve seçim kazanmasının bir boyutu olarak görülmeli.

Bu nedenle de sevgili Ersin Kalaycıoğlu’nun seçim analizlerinde kullandığı “kulturkampf” kavramını önemsesem de kullanmamayı tercih ediyorum.
Kültür savaşı, iki tarafı ya da farklı tarafları olmayan, tek taraflı başlatılan ve etkisi yüksek bir strateji olarak demokrasiden sapma sürecinin, otoriterliğin yükselişinin ve seçim kazanmasının bir boyutu olarak görülmeli.
İkincisi, Köker’in, biraz da yadırgadığım okumasından farklı olarak, kullandığım “endişeli vatandaşlar” kavramı/kategorisi, sadece laik değil, diğer kimliklerden gelen kentli, eğitimli orta sınıfları da içeriyor.

Endişeli vatandaşlar, kapsayıcı ve farklılıkları içeren bir kavram.

Farklı kimliklerin hepsinde olan ve giderek büyük bir kitleyi oluşturan, son dönemki ekonomik modellerle yok edilen ve fakirleştirilen, son seçimlerde de muhalefetin aldığı 48% oluşturan bu kesimler, hem demokrasinin güçlendirilmesi hem de yerel seçimlerde kilit rol oynama potansiyeline sahip.

Dahası, endişeli vatandaşlık kavramı, farklı kimlikleri “tanıma” ve kimlik sorunlarına çözüm bulma çalışması ve tartışması içinde hep dile getirdiğim “eşit vatandaşlık” kavramına da bizi götürüyor.

“Demokratik anayasal vatandaşlık”, “çok kültürlü vatandaşlık” gibi, “Endişeli Vatandaşlar” ve “Eşit Vatandaşlık”, benim çalışmalarımda uzun zamandır kullandığım kavramlar olmuştur.

Farklılıkları haklar ve özgürlükler içinde tanıma, çoğulcu toplumda, eşit vatandaşlık anlayışı ve uygulaması ile mümkün olabilir.

Son dönemde, antroposen dünyasında ve Türkiye’sinde, insan odaklı olmaktan çıkıp, insan, canlı, doğa ve gezegeni içeren “yaşam odaklı” olmak düşüncesiyle, eşit vatandaşlık gibi hak-temelli “yaşamdaşlık” kavramını kullanmaya başladım.

Köker’in bunu bilmesi gerekirdi.

Yanlış anlaşımayı ortadan kaldırmak için bu kavramlardan neyi kastettiğimi burada tekrarlamak istedim.

Köker’in önemli bulduğum eleştirisine yanıtımı gelecek hafta devam ettireceğim.

Bu tartışma, bence, yerel seçimler ve iktidar-muhalefet ilişkileri kadar, ikinci yüzyılına girdiğimiz Cumhuriyet modernleşmesinin geleceği ve nasıl bir Türkiye sorularına vereceğimiz yanıtı da ilgilendiriyor.

ü