Bana şu yalancı baharlar kadar çektiren bir şey varsa da çok azdır.
Belki bir ayrılıkları sayabilirim, kalp kırıklıklarının getirdiği hüzünlü terk edişleri, için yana yana vurup yumruğu masaya çekip gitmek zorunda kalışları…
Gene yalancı bir bahar var dışarda ve ben gene hasta yatıyorum yatakta, okulun bahçesinde koşuşturan çocukların bağırışları duyuluyor, üç hovarda martı pastaneden aşırdıkları bir şeyleri gagalıyor bir bacanın üstünde, bulutlar kirlenmiş pamuk topları gibi asılı duruyor gökyüzünde, ıhlamur ağacından bir rayiha yayılıyor…
İnsanı sokağa davet eden bir şey var havada, çıkmasan ev basıyor, çıkınca da olmuyor. üşüyorsun daha ilk köşe başında.
İşte gene o yalancı baharlardan biri gelip çattı ve ben her zamanki gibi yatakta karşıladım.
Sokağın o tekdüze gürültüsünü bir akordeon yırttı ansızın.
“Hatırla sevgili, o eski günleri”…
Bulgar ailelerden biridir mutlaka, çocuk elinde küçük bir bardakla para toplarken babası boynuna astığı akordeonunu saatlerce çalar da çalar…
Evet evet, mutlaka o Bulgar ailelerden biridir.
Kim bilir hangi korkunç olayların neticesinde geldiler buraya.
Nerede yaşar, ne yapar, nasıl mutlu olurlar; hepsi bir gize gömülü.
Geçen sene de böyle olmuştu, gene kış ortasında bahar yaşanmıştı da erik ağacının dalları tomurcuklanmıştı vakitsiz.
Sonra kar yağmıştı.
Ve o sene bir daha hiç çiçeklenmemişti erik ağacın dalları.
Bütün hoyratlığı, yıkıcılığı ve aldırmazlığıyla değişen mevsimlere ayak uyduramayan o masum erik ağacı, intikamını içine çekilerek alıyordu adeta, bir müjde gibi süslediği dallarını süslemiyor, doğadan coşkusunu esirgiyordu.
O günden beri, ne zaman kış ortasında sebepsiz yere güneş açtığını görsem aklıma o erik ağacının beyaz tomurcukları gelir.
Hiç sevmem ben yalancı baharları.
Sevinç değil hüzün getirirler sanki.
Dışarda bağrışan çocuklarsa benim gibi düşünmüyorlar besbelli, onlar ne kadar sahteyse de baharın tadını çıkarmaya bakıyorlar.
Bense yün bir battaniyenin altında, dışarda yaşananlara kayıtsız, paket paket boğaz pastili yutarken bir film izledim az önce.
Woody Allen, neredeyse her filminde olduğu gibi, gene son derece edilgen bir adamın hikâyesini anlatıyor.
Film boyunca pısırıklığını hiç susmayarak kapatmaya çalışan Alvy Singer, korkak, başarısız ve hayalperest biridir.
Hiçbir gün gerçekten sevilmemiştir, beğendiği kadınların hiçbiri kendisini beğenmemiştir…
Bütün ömrü başarılı olacağı günün hayalini kurmakla geçerken son sahnede ilişkiler üstüne bir söz söyler.
“İlişki, köpekbalığı gibidir,” diyor Woody Allen, “sürekli ileri gitmesi gerekir.”
İlişkiler gerçekten köpekbalığına mı benzer?
Sadece yaşamış olmak için değil, zamanı unutarak yaşamak. Bence bir ilişkiyi ileri götürebilecek tek yöntem bu. Farklı yerlere gitmek, farklı maceralara girişmek, farklı yemekler yemek, farklı mekânlarda sevişmek, aynı yerlerde olsan bile farklı bir şeyler yaptığını hissedebilmek…
Geri gitmesi mümkün olmayan, yerinde durmaya tahammül edemeyen, hep ve sadece ileri gitmeye yazgılı bir köpekbalığı gibi mi yaşanır bütün ilişkiler?
Böyle mi yaşadık ilişkilerimizi?
En mutlu anılarda bile hep bir köpekbalığının gölgesi mi seziliyordu uzaktan?
Biraz zaman geçtikten sonra ilişkilerin baştaki o ateşi kaybetmesinin sebebi artık ileri gidemiyor olması mıydı acaba?
Peki, bir ilişki nasıl ileri gider?
Bunun tek bir cevabı olabilir herhâlde.
Sadece yaşamış olmak için değil, zamanı unutarak yaşamak.
Bence bir ilişkiyi ileri götürebilecek tek yöntem bu.
Farklı yerlere gitmek, farklı maceralara girişmek, farklı yemekler yemek, farklı mekânlarda sevişmek, aynı yerlerde olsan bile farklı bir şeyler yaptığını hissedebilmek…
Ne kadar çok şey yaşarsan o kadar ilerletebiliyorsun köpekbalığını.
Ve bu köpekbalığı ilerlediği sürece durdurulamaz bir kimliğe bürünüyor, karşısına hiçbir şey çıkamıyor, güçlendikçe güçleniyor.
Ama burada da başka bir soru çıkıyor ortaya.
Biz ilişkilerimizi yaşarken, sevdiğimiz insanla aramıza bir köpekbalığı mı sokuyoruz farkında olmadan?
Ve bir köpekbalığı dururken ortada, mümkün müdür ona teslim olmamak?
Ne yaparsak yapalım, belli bir zaman sonra her ilişki baştaki duyguları parçalamaya başlamıyor mu?
Beden eskirken sevişmelerin hazzı azalıyor, akşamüstleri işten dönerken köşedeki çiçekçiden alınan harcıâlem buketler artık alınmaz oluyor, o eski özen hiçbir yerde kalmıyor…
Bir köpekbalığı kadar yırtıcı, küstah ve kural tanımaz olan ilişkilerimiz, hiçbir sıradanlığa hoşgörü göstermeden istedikçe istiyor.
Hep yenilik, hep farklılık, hep bolluk arıyor; bunları bulduğu müddetçe güçlenen ilişki en ufak bir tatminsizlikte hemen su koyuveriyor, geri gitmesi ya da yerinde durması mümkün olmayan köpekbalığı bu kez dişleriyle o ilişkinin sahiplerini parçalamaya başlıyor.
“Hatırla sevgili”yi çalan akordeoncu gitti herhâlde. Onun yerine kötü bir klarnet sesi yükselmeye başladı. Güneşe aldanan çocuklar hâlâ koşup duruyorlar okulun bahçesinde. Battaniyeden çıkıp camdan sokağı izlerken hayatı, ilişkileri ve köpekbalıklarını düşünüyorum.
İlişki, ileri gidemediğinde kendi yok oluşunu hazırlıyor.
O durdurulamaz gücünün yerini bu kez merhametsiz bir vahşet alıyor.
Kan kokusu almış bir köpekbalığı gibi saldırganlaşan ilişkilerin yaraladığı insanlara, örselediği aşklara, paramparçaladığı sevdalara ya da yok ettiği küçük mutluluklara şahit olmadınız mı hiç?
Onu sadece çok sevdiğiniz için ona kızdığınızı söylemediniz mi?
Onunla ilişkiniz arasına bir mesafe koyup başlangıçtaki güzel günleri düşünerek içinizi çekmediniz mi?
İlişkiyi ilerletebilmesi için ona yol göstermediniz mi?
Bir türlü anlamadığında, daha da öfkelenip, başka kelimelerle de olsa “bizi parçalamadan önce şu köpekbalığının ilerlemesine derhal yol aç,” diye yalvarmadınız mı?
Bazen acının hududu kaybolur.
Gün gelir, ortada büyük bir durağanlık da yoktur ama köpekbalığı birden ölüverir.
İlişkiniz bitmiştir.
Onu artık sevmediğinizi anlarsınız.
Köpekbalığı sizi parçalamadan siz onu etkisiz hâle getirmişsinizdir ama bir ilişki kurmaksızın aşkı yürütmek de mümkün değildir.
Sonuç gene değişmez.
Ayrılık gelip çalar kapınızı.
O görkemli ilişkiden geriye bir cenaze kalır.
“İlişki köpekbalığı gibidir, sürekli ileri gitmesi gerekir” diyor Woody Allen.
Bazen bir köpekbalığı kadar bencil, bazen bir köpekbalığı kadar yırtıcı, bazen bir köpekbalığı kadar durdurulamaz olan ilişkilerimiz…
“Hatırla sevgili”yi çalan akordeoncu gitti herhalde.
Onun yerine kötü bir klarnet sesi yükselmeye başladı.
Güneşe aldanan çocuklar hâlâ koşup duruyorlar okulun bahçesinde.
Battaniyeden çıkıp camdan sokağı izlerken hayatı, ilişkileri ve köpekbalıklarını düşünüyorum.