Derin Koçer Toplumun oldukça ufak bir kesimi, inanılmaz siyasi bir balonun içinde yaşıyor. Her tartışma üzerine kafa yormak, ‘skandal’ açıklamalar üzerine en yaratıcı lafları gediğine koymak gibi uğraşları var. Onlar biziz aslında. Size kötü bir haberim var, bizim Türkiye’den pek de haberimiz yok. DEVA lideri Ali Babacan, önce ‘milli bayramlar’da dindar vatandaşların ‘sınava çekildiğini’ söyledi; sonra 12 Eylül’de 2010 referandumunun önemli bir demokratik gelişme olduğunu… İlk açıklama, 30 Ağustos’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Zafer Bayramı kutlamalarında sadece birkaç dakika süren vals gösterisiyle bir araya getirildi; ikincisiyse bir yeniden tarih-yazımı girişimi olarak algılandı. Her ikisi de ‘büyük tepki’ aldı. Doğrusu, tepkilerin boyutunun hatırı sayılır bir seviyede olduğunu zannetmiyorum. Zira her iki konu da gerçek gündemler değil. Dar, ideolojik ve kendi medya/sosyal medya gerçekliklerini Türkiye’nin hakikatiymiş gibi gören bir kadro için bu çıkışlar da gelen tepkiler de ‘devrimci’ olabilir ama işin aslından çok uzak halüsinasyonlar bunlar. Fakat bu rüyalara inanılmasının sebebi, Türkiye’de (ve Batı dünyasında) siyasetin sistemsel bir sorunundan ileri geliyor: İşi siyaset yapmak ya da siyaset yorumlamak olan insanlar, Türkiye’yi katiyen yansıtmıyor. Zira toplumun oldukça ufak bir kesimi inanılmaz siyasi bir balonun içinde yaşıyor. Bu kesimin ülkede olup biten her şeyden haberdar olmak, her tartışma üzerine kafa yormak, ‘skandal’ açıklamalar üzerine en yaratıcı lafları gediğine koymak gibi uğraşları var. Onlar için ‘ana akım’ denilen medya biteli yıllar oluyor; sosyal medyada ufak bir komün içinde yaşıyorlar. Onlar, biziz aslında. Zira bu yazıyı okuyan hemen herkes, o balonun ‘endişeli’ insanlarından oluşacaktır. Size kötü bir haberim var: ‘Bizim’, Türkiye’den pek de haberimiz yok aslında. Bu tek başına kötü bir şey olmak zorunda değil. Ama doğru. Çünkü ‘biz’im endişelerimizle, Türkiye’ye ve siyasete yaklaşım biçimimizle, toplumun ezici çoğunluğunun ülkeye ve güncel meselelere yaklaşımları oldukça farklı. Zira yaşadığımız alanlar da önceliklerimiz de birbirinden oldukça farklı. VALS TARTIŞMASI DA KÜÇÜK BİR ‘TWİTTER BALONU’NDAN İBARETTİ Geçtiğimiz günlerde bizim gündemimizi belirleyen her iki tartışma da bunun son -ve oldukça dramatik- örnekleri oldu aslında. Konuya dair üretilmiş taze bir veri elime geçmediği için bunu ampirik gözlemlerle söyleyebiliyorum ama biraz gözünü açan herkes fark edecektir: Vals aslında Türkiye’nin gündemi olmadı. Hatta dürüstçe bu konu hakkında veri toplansa büyük ihtimalle iki sonuç çıkacaktır: Birincisi, tartışmanın ilk başta sadece ve sadece birkaç yüz bin kişilik, siyasetle yatıp kalkan bir ‘Twitter balonu’ndan ibaret olduğu. İkincisiyse, bu ‘balon’u ciddiye alıp, Avcılar’da teşkilat açılışında ‘milli bayramlar’ konusunu konuşmasına taşıyan Deva lideri Ali Babacan’ın bir anda konuyu daha geniş bir kesime taşıdığı. 12 Eylül referandumuna dair Babacan’ın çıkışının ise hiç kimseye ulaşmadığını tahmin etmek güç değil. Zira 12 Eylül referandumunda ‘yetmez ama evet’ diyenlerin haklı ya da haksız olduğuna dair tartışmalar, İkinci Meşrutiyet kadar antik. Dolayısıyla sorulması gereken mühim bir soru var: Babacan neden bu konuyu lider seviyesinde konuşulması gereken bir ‘mesele’ olarak ele alıp, konuşmasında özellikle yer verdi? Cevap oldukça basit: İşi ‘siyaset yapmak’ (ya da siyasete dair konuşmak) olan insanlarla, siyasi kararlardan en çok etkilenen toplum arasında ciddi bir kopukluk var. Siyasi ‘elit’in (yani bizim) öncelikleriyle, milletin öncelikleri birbirini tutmuyor. Bunun sonucu da kendi balonunun gündemini konuşmaya ve bu yüzden medya/sosyal medyada konuşulmaya bayılan figürlerin/ekiplerin, hakikatten kopması oluyor. Şöyle düşünelim: Şu anda siyasette ya da medyada yükselebilmenin ana koşulu ne? Elbette bu balonun içinde hatırı sayılır bir yer kaplayabilmek; balonun içindeki doğru insanlarla, doğru zamanda bir arada durabilmek; bu sosyal çevreye ait olduğunu o balona hissettirebilmek. Dolayısıyla siyaset yapabilmek için kitleleri etkileyebilme gücüne değil; dar ve Türkiye’yi hiçbir yönden temsil etmeyen bir Twitter balonunun içinde sıyrılabilmek gerekiyor. Bunu her gün her gece yapan insanlar, doğal olarak, bir hakikat kayması yaşıyorlar ve o etkiledikleri balonu Türkiye zannediyorlar. Oysa Türkiye, bir yer değilse eğer, o balon hiç değil. O BALONA SIKIŞIP KALMAK ILIMLI KİŞİLERİ BİLE RADİKALLEŞTİRİYOR Üstelik sosyal medyada o dar grubun içine sıkışıp kalmak, ılımlı kişileri bile radikalleşiyor. Zira yavaş yavaş kendi mahalleleri inşa oldukça, kendileri gibi düşünen insanlarla dijital çevrelerini donattıkça ya da kendilerinin tam aksinde duran ‘öteki’lerle çarpıştıkça, daha sert fikirlere ve daha gür seslere sahip olmaya başlıyorlar. Mecranın doğası (yani algoritması) radikalliğe ödül veriyor: Daha çok kalp, daha çok takipçi ve daha çok ekran süresi, mecralar için daha fazla para ediyor. Bu yüzden de Twitter’ın en unpopular kişileri, her zaman aklıselimle konuşanlardır. (Ve siyaset üretenlerin ezici çoğunluğu o insanların varlığından dahi haberdar değil. Oysa o insanları ekiplerine almaları gerekiyor.) Babacan ve ekibinin de bu sendromla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Zira vals konusu sosyal medyada birbirini herhangi bir konuda ikna etmesi mümkün olmayan ‘radikal’ partizanlar tarafından konuşulurken, meseleyi bir anda ana akım siyasetin göbeğine attılar. Biz kendi aramızda konuşurken, milleti de rahatsız ettik bir nevi. Bunun gösterdiği ne iletişimcilerin ne de yöneticilerin pek kabul etmek istemediği bir hakikat aslında: Çoğu iletişim krizi, aslında bir yönetim kazasının sonucudur. Bu örnekte de Babacan ve ekibi, bir yönetim kazası yaşadı. Zira benzer halüsinasyonu çağrıştıran çıkışlardan uzak durmak için öncelikle bu balona dışardan bakmayı becerebilen, siyasetin kucağında durmayan insanlarla yol yürümeye ihtiyaçları var. Bu, sadece Babacan ve Deva için geçerli bir eleştiri değil elbette. Bütün siyasi partilerde durum birbirine yakın. Hala #Tamam kampanyaları üretmeler, like/rt peşinde koşarken siyasi liderleri karikatür karakterlere dönüştürmeler… Bunlar hep, siyasetin sistematik olarak Türkiye’yi kendi balonunun içinden okumaya çalışmasının doğal sonuçları. Yanlış motivasyonlar ve yanlış insanlarla doğru işler yapmak mümkün değil. Dolayısıyla DEVA’nın da diğer siyasi partilerin de etkili işler yapmak için iletişime bakışlarını en baştan değerlendirmeleri gerekiyor. Siyaset balonunun içinde ‘isim’ olmuş eski gazetecilerin de bu balon sayesinde kendilerini var etmiş siyasilerin de doğru söz üretme ihtimalleri oldukça düşük. Ucuz manşetlerle ve toplumda güncelliğini yitirmiş meselelerle kimseyi hiçbir şeye ikna edemezsiniz. Vals olayında olduğu gibi hata üretme ihtimalleri de oldukça yüksek. Üstelik bu hatalar, aynı sistemler/motivasyonlar yerinde durduğu müddetçe kaçınılmaz şekilde birbirini tekrar eden hatalar olacaktır. 12 Eylül referandumuna dair anlamsız çıkış da bunun bir örneği. Zira akademisyen Philip Tetlock’un Superforecasting kitabında ortaya koyduğu çok temel bir veri var: İnsanın bagajı arttıkça, hata yapma ihtimali de artıyor. Örneğin sert siyasi görüşlere sahip olan, bu görüşleri için sokağa çıkmaktan geri durmayan insanlardan politik öngörüler yaptıklarında kendi görüşlerini onaylayan tahminlerde bulunuyorlar. (Bu yüzden CIA analistlerinin öngörüleri, ortalama bir New York Times okurunun tahminlerinden pek de isabetli olamıyor.) Yani bir partinin sesini oluşturmaya ve dolayısıyla siyasi arenadaki yerini tanımlaya çalışan insanlar, siyasete bagajlarıyla beraber bakıyor. HERKES EN AKILLI LAFI SÖYLEMEYE ÇALIŞIYOR, SONUÇ? Dolayısıyla da toplum için bir antik kent ziyareti gibi olan 12 Eylül referandum tartışması, bir anda ana akım siyaset yapmaya çalışan bir liderin söylemine giriveriyor. Bu gibi kazaları engellemek için İngiltere’de Brexit kampanyasında iletişim ekibinin merkezinde istatistikçiler, fizikçiler ve girişimci gençler vardı. Böylece Vote Leave kampanyası, siyaset balonunu kırdı; bagajları olmayan, ideolojiye odaklanmayan insanlarla çalıştı. Yöntemleri tartışılması gerekse bile Brexit kampanyası tarihin en etkili siyasi kampanyalarından biri oldu. Bu siyasal iletişimle uğraşan insanlar için yeni bir durum aslında: Bugüne kadar o siyaset balonunun Türkiye’de çok daha fazla ağırlığı vardı. Zira siyasetçilerin toplumla doğrudan konuşmak için aracılara ihtiyaç duyuyordu. Fakat artık söz, gerçekten de, milletin. Medyaya güvenilirliğin gittikçe azaldığı, neredeyse tamamı iktidara göbekten bağlı yayın organlarının gündem belirleme güçlerini yitirdiği bir ortamda en çok millet konuşuyor. İngiliz iletişimci James Frayne da Meet the People kitabında, tam da bu sebeple siyasi kampanyaların doğrudan milletin gündemini yakalamakla mükellef olduğunu söylüyor. Bu, bir siyasetçiyi daha az manşet yapabilir ama etkisini artırır. Babacan da siyasetin birçok diğer aktörü de bunu fark edebilmiş değil. Herkes kendi balonunun gündeminde en akıllıca lafı söylemeye çalışıyor. Kararsızların gittikçe büyüyen bir parti olmasına şaşmamak lazım; kimse onlarla konuşmaya çalışıyor. Peki öyleyse Babacan, ‘endişeli muhafazakâr’ olarak tanımlanan, AKP’den kopmak isteyen ama muhalefete güvenemeyen tabana ne söylemeli? Bu konuda da oldukça fazla fikrim var elbette. Ama yazının ana mesajı, bu sorunun bana ya da bizim gibilere sorulmaması gerektiği zaten. Dürüst bir araştırmacıyla çalışıp, bu tabanın gerçekten neden endişeli olduğunu anlamak lazım önce. Açık olan bir şey var ki kopma nedenleri AKP’nin daha az AKP’leşmesi değil. Bu yüzden AKP’nin tarihini ve 2005’deki ideolojik argümanlarını tekrar etmenin hiçbir ikna ediciliği yok. Olsaydı, Ahmet Davutoğlu’nun ne zaman başbakanlığa kavuşacağını konuşuyor olurduk. GÜNDEMLERİNE HİTAP EDİLMEZSE KARARSIZLAR DEĞİŞMEZ Öncelikle AKP’nin elinde tutması gereken sosyolojik tabanının nasıl bir değişime uğradığını görmek elzem: Gittikçe kentleşen, gençleşen ve zenginleşen bir muhafazakâr taban var. Kopanlar da zaten siyasi görüşlerini ‘dindarlık’ üzerinden tanımlayanlar değil; onlar, AKP ve Ali Erbaş’ın üstün çabalarıyla, Erdoğan’a sadıklar. Ancak Babacan’ın iki haftadır içinden çıkamadığı eski tartışmalara taraf olmayan ya da gündemlerini artık bu konular oluşturmayan modern muhafazakârlar gidişattan memnun değil. Zaten haberleri olmadan edilmiş bir dans yüzünden AKP’ye oy vermeye devam edeceklerse, pek ikna edilebilir olmazlardı. Oysa onlar, gündemlerine hitap edilebilse, gayet de ikna edilmeyi bekliyorlar.
Derin Koçer. Henüz lise öğrencisiyken T24 için çalışmaya başladı; burada 2018 seçimlerini takip etti, Londra'dan haber-analizler ve söyleşiler yaptı. İngiltere siyasetine dair yorumlarına Medyascope'ta yer verildi. 2019 itibariyle Siyasal İletişim Stratejisti olarak House of Impact'te çalışmaya başladı. Yazıları ve söyleşileri hâlâ T24, Independent Türkçe, Daktilo1984 ve Aposto gibi mecralarda yayımlanıyor. Alman Liseli. King's College London'da savaş ve stratejik iletişim çalışıyor.