Pazar Politik

Üniversiteyi ve bilimi yeniden düşünmek

Abone Ol
Üniversite zaten her zaman devletin en temel “ideolojik aygıtı“ idi. Sermaye de statüko için iktidar ile sıkı fıkı ilişki ve işbirliği içindeydi. Bilgi metaya dönüştü, bilim lüks tüketim malzemesi oldu.

Loading...

Ülkenin sıcak gündeminde yine kutuplaşmadan medet uman siyaset, berbat ekonomi, CB seçimi için hararetlenmiş aday tartışmaları ve dozu giderek artmış “ders ve ibret olsunluk” hukuk ihlalleri var. Fakat aynı zamanda da, hiç de olağan olmayan bu seçim öncesinde, özellikle de “erken seçim” diye diye “erken yorulmuş” muhaliflerin konuşmalarının da artık iyice sıradan ve alışılageldiği gibi yine popülist olmaya başlaması hayli ironik. Seçim, muhalefet, aday ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusundaki naçizane görüşlerimi epeydir paylaşmaktaydım zaten. Dolayısıyla bu yazıda geçen haftakinin ardından daha “soğuk” bir konuda kalayım ben. Halbuki, hiç bir zaman önemsenmemiş bilim, bilgi ve toplumsal fayda meseleleri zamanında ele alınıp ve layıki ile konuşulabilseydi, bu seçim de “demokratik toplumların” olağan seçimlerinden biri olabilirdi belki, kim bilir. Hiç değilse “laik-dindar” diye bir kamplaşma çok öncesinden engellenebilirdi. Dolayısıyla, iktidar sopasının bugünkü gibi, ekonomiden kültür ve eğlenceye kadar her toplumsal alanda, kendine biat veya itaat etmeyenleri “talim ve terbiye” amaçlı kullanılmasına da gerek kalmayabilirdi. Kaldı ki, ülkenin bu rezil rüsva duruma gelmesinde üniversitelerin ve akademi dışındaki entelektüellerin büyük katkısı olduğu ve çözüm için de daha çok sorumluluk üstlenmeleri gerektiği konusundaki görüşümde hala ısrarlıyım. ÜNİVERSİTE Zira Türkiye’de olan bitenler için “kutuplaşma” demek yetersiz kalır. Yıllardır “geliyorum” diyen kin, hınç, intikam ve kendini tahribat izleri her yerde! Bu ülkede, “özgürlük” ve “her türlü insani ve ideolojik haksızlıklara karşı” direniş gibi, evrensel değerlerin - Cumhuriyet’ten de eski kurumsal kültürü ile - sembolik temsilcisi olagelmiş, Boğaziçi Üniversitesi’ne çöküş ve kıyım da artık ülkede üniversite kurumunun yıkımının son bariz göstergesi olarak kalın harflerle tarihe geçti. Zaten üniversite üniversiter olmaktan, siyaset de siyasi olmaktan çıkalı çok oldu. Günümüzde yüksek öğretim kurumlarının sayıları, öğrenci kontenjanları ve yurtdışına kaçışlar kadar, özgül bir türdeki cehaletin ve diplomalı işsizliğin de hızla arttığı malum. 1933’teki Üniversite Reformu sonrası ve 1982’deki YÖK sonrası dönemlerde de, farklı sebep ve aktörlerle de olsa, üniversite hükümetlerin, iktidar adayı muhalefet partilerinin, cemaatlerin ve çeşitli grupların egemenlik için müdahalelerinden kurtulamadı. Ülkede ne bilim politikası namına bir şey var, ne de bu konuyu enine boyuna tartışan kaldı. 21. yy. a kadar feodal ilişkilerin terk etmediği bu topraklarda modernleşme çabasındaki bu toplum hala gerçek anlamda sekülerleşememiş durumda. Seküler bilime değer ve eleştirel düşünceye saygı nasıl olsun? Daha doğrusu, üniversiteyi siyaset batağına alet etmek, dogmalardan bir türlü kurtulamayıp bilim karşıtlığını ve statükocu bilimciliği beslemek geçerli “bilim politikası” oldu. Öte yandan, Türkiye’nin ilk bilim politika belgesi “Türk Bilim Politikası: 1983-2003” adıyla nihayet 1983’te yayımlanmıştı. Fakat sadece üç temel hedefi vardı: İlk 10 yıl içinde (1) araştırmacı sayısını 10.000 çalışan kişi başına 15’e, (2) Ar-Ge bütçesini %1’e, (3) dünya bilim literatüründeki sıralamamızı ilk 30’a çıkarmak. Değil 10 veya 20, 40 yıl sonra ne duruma geldiğimizi yazmaya içim el vermeyince elim de yazamıyor. Kaldı ki bu da son derece dar tanımlı bir bilim ve bilim politikası anlayışıdır. Salt bazı nicel ve standardizasyonu da asla olamayan göstergelere endeksli. Ve hala da terkedilmemiş olan! Elbette bugün bilimin değersizleştirilmesinin tüm faturasını ülkeyi yönetenlere kesmek çok yanlış ve ana problemi gözden kaçırmak olur. Üniversite zaten her zaman devletin en temel “ideolojik aygıtı“ idi. Sermaye de statüko için iktidar ile sıkı fıkı ilişki ve işbirliği içindeydi. Vakıf üniversitelerinin açılmasıyla yüksek öğretim hızla müşteri öğrencilere satılacak metaya dönüştü. Sarmal ve -mış gibi (as if) kandırmacası hızla büyüdü. Başlangıçta, kendi üniversitem başta olmak üzere, pek çok arkadaşım veya meslekdaşım tam veya yarı-zamanlı olarak oralara geçtiler. Adeta özür dilercesine ‘çocuk okutuyoruz, geçinemiyoruz, lojman ve  iki-üç kat ücret, veriyorlar, vs.‘  dediler. Onların futbolcular gibi “gizli anlaşmalar” ile transferleri ile en iyi kamu üniversitelerinin de “içi boşaldı”; verimli üretim için gerekli “entelektüel sinerji” ortamı yok oldu. Zaten akademisyenler utana sıkıla da olsa, cübbelerini giyip ilk protesto yürüyüşlerini düşük maaşları için yapmış “devlet memurları” idi. Ekonomik sebeple olmasa bile, “mobbing”den kaçmak için holding üniversitelerine gidilebilirdi belki. Zira ‘kamuda akademik yönden daha özgürüm’ diye kalanların öğretim, idari ve diğer angarya akademik yükleri gibi, kurum içinde zaten mevcut olan her türlü grup dinamikleri, “insani” güç çekişmeleri, eşitsiz ve haksız baskıcı uygulamalar da çoğaldı. İdealist, düşünen, fedakar, üretken, başarılı, sıra dışı ve eleştirel olanların da üstüne daha çok “çöküldü” elbette. Yaratılan eşitsiz rekabet ortamında, kamu üniversiteleri döner sermaye, araştırma projeleri, vb. yanısıra binalarını, salonlarını, uygun alanlarını, toplantı, düğün, park yeri vs. için kiraya vermek gibi yollarla kendi gelirlerini yaratmaya ve başlarının çaresine bakmaya “teşvik” edildiler. Ülkede “akademik özerklik ve özgürlük” denince akla sadece mali bütçenin gelmesi yeterince abes zaten. Fakat “özerk ve özgür birey veya toplum” denince de ekonomiden, hatta finanstan başka bir düşünülemiyorsa eğer, belki de değildir. Genç akademisyenler hızlı yayın ve “terfi” derdine düştüler. Yeterince “kıdemli” olanlar da “piyasa değerlerini” yükseltmek ve markalaşmak çabasında görünürlük yarışına girdiler. Önce geleneksel, ardından da sosyal medya kanallarına doluştular. “Reytingin veya takipçin kadar konuş” modası da çok tuttu. BİLİMSEL BİLGİ Her halükarda bilgi, göstermelik öğretim fabrikalarına dönüşmüş üniversitelerde üretilmez. Akademisyen kamusal veya özel sektörde memuriyet görevlerini, üstelik fazla mesai ile yapan bir “beyaz yakalı” emekçidir. Zira Weber’in de dediği gibi, “bilim bir uğraştır”; meslek değildir. “Bilim insanı” olmak ise entelektüel merak, içsel motivasyon ve ahlak, özel bir emek ve ciddi özveri ister. Kısacası “özel yaşam” ile örtüştüğü için “kısmı-zamanlı” filan da olamaz! Elbette bunun için “kurumsal bağlantı” da gerekmez. Fakat uzunca zamandır baştan aşağı “kuru prestij” sebebi olmaktan çıkamayan başka bir trajikomik konuya değinmeden edemiyeceğim: Memlekette, bir şekilde üniversitede bir dönem bile olsa ders vermiş birilerinin meşruiyet göstergesi olan “…. Üniversitesi Öğretim Üyesi” kartvizitlerinden geçilmiyor. Bilemiyorum sayıları öğretim elemanı açığı bol olan bu ülkedeki “…. dönem millet vekili” sayısından ne kadar fazladır. Tabii akademik derecelerin veya ünvansız siyasetçilerin iyice düşmüş nitelik derecelerinden söz etmek artık anlamsız. Bilim anlayışının vasatlığı kadar, bilim ve entelektüel düşmanlığı da beklenmedik biçimde arttı. Bunda niteliksiz örneklerin “bilimsel görüş” adı altında topuma, endüstriye ve siyasete keyfi beyanlarının da katkısı olmalı. Zaten “ezik dostu” popülist ve “yerlici ve millici” iktidar döneminde otomatik olarak bilimsel düşünce “üsttencilik” ve “Batıcılık” ile eşleştirildi.“Sapla saman meselesi” yine; bilimdeki “meşruiyet krizi” siyasi fırsatçılığa ve ranta dönüştürüldü. Fakat Türkiye’de bilim zaten hiç bir zaman halkın gündemine otur(tul)madı. “Burjuva işi”, lüks,  lüzumsuz ve hızlı tüketim malzemesi üretim, vb. zihniyeti ve algısı daima körüklendi. Buna karşın son yıllarda bazı “erdemli” gazete ekleri veya köşeleri, çevrim-içi siteler, kişisel bloglar, vb. “bilim okur-yazarlığı” hevesi veya daha doğrusu iddiası ile, bilimsel içeriklere yer vermeye başladı. Ancak bu yazılar ya çeviri, ya da araklama değilse eğer, okuduğunu doğrudan aktarma. Daha önemlisi, yazılanların yayın endüstrisinden piyasaya sürülen sayısız fabrikasyon makale içinden, (“tanınmış bir dergi” dahi olsa!) ne hangi ölçütlere göre seçildiği belli, ne de bilim dünyasında nereye oturduğu. Ne bir değerlendirme var, ne de düşünsel yorum. Ne Türkiye’nin hangi meselesine nasıl “ışık tutacağı” belli, ne de hangi süregiden tartışma ile nasıl ilişkilendirilebileceği. Özetle, genellikle yazarların kendilerinin “bilim okur-yazarlığının” ne durumda olduğu merak, hele yazan bir de akademisyen olunca ciddi endişe konusu! Bana kalırsa cehaletten daha tehlikeli olan daima “yarı-cahillik”tir. Marks’ın “Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalamazdı.” deyişini hatırlamalı. Hemen ardından da Freud’a atfedilen “Puro bazen sadece purodur.” lafını. Geçen yüzyılın bu iki büyük bilim insanı ve düşünürünün eleştirilerini anlamadan veya toplum (veya Eleştirel) kuramını 21. yüzyıl ve Türkiye için güncellemeden bol alıntılamak belki cehalet sayılabilir. Ancak, olağan olarak yerel verilerden “tüme varılmış” kuramsal bilgileri kendisi soyutlamadan ve eleştirel irdelemeden veya hazıra konarak önkabül gibi alıp “tümden gelmek” kadar, evrensel bilgi ve bilimsel düşünceye - salt onu üreten bilim insanı hakkındaki bazı somut verilere bakarak  (“Batıcı”, “İslamcı”, “Sağcı”, “Solcu”, “yerlici”, “milliyetçi”, vb.) özcü bazı değerler atfetmek ise “yarı-cehalettir.” Zaten, sözde anti-emperyalist eleştiri adına, kuramın ve düşüncenin cinsiyet, ırk, din, millet gibi bir (“yerel/evrensel”) kimlikli ve birer reçete veya yemek tarifi gibi olamayacaklarını bilmemek ise bilimsel yöntem ve ahlaktan zerre nasibini almamış olmak demektir. Kaldı ki, kuram var, kuramcık var, kuramdan kurama fark var. Bu memlekette daha kuram ile deney farkını ve metod bilmeyen, dahası önemsemeyen, üstelik araştırma yöntemleri kitabı yazan bol takipçili ve “saygın” akademisyenler var. Bilimsel literatürü, kuramları, kavramları, olguları, toplumsal olaylardaki “görüneni ve görünmeyeni” değerlendirebilecek olan bilim insanıdır. O da her insan gibi özneldir elbette. Fakat pek çok insandan farklı olarak, bilimsel tercihlerinin olası etkilerinin ve toplumu dönüştürücü sorumluluklarının bilincinde olmalıdır. Bilimin eleştirisini de gene o yapar ve yapacaktır çünkü. (Elbette bunu da faşistlerin “komünizmi de biz getiririz”, vs. deyişi gibi filan okumamalı!) Kanımca Türkiye’de özgül olarak “anlayarak okumak”, “okuduğunu öğrenerek davranışa dönüştürmek” ve genel olarak “eğitim” meselesinin halledilmesi popülist “bilim yazarlığı”na veya “bilim okur-yazarlığını” öğretmeye yeltenmekten de öncelikli olmalı. Bilim insanına saygınlık kazandırmak, düşüncesine değer vermek, onun entelektüel birikimlerini değerlendirmesini ve toplum için yararlanmasını bilmek daha bile önemli belki. Sonuçta bilimciliği eleştirmeli, “üniversite” ve “bilim” üzerine gerçekçi düşünmeli. Çünkü daha iyiye doğru gelişmeli. Amacımız geriye dönmek veya daha kötü alternatiflere razı olmak olmamalı. O halde kaş yapayım derken göz de çıkarmamalı!