Çeviriler

Haftanın Çevrisi | Ulus devletler dünyasının sonu mu geliyor? – Jamie Bartlett

Abone Ol
Ki bu epey tuhaf aslında, çünkü o kadar da eski değiller. 19. yüzyıl ortasına dek dünyanın büyük kısmı, gezginlerin oradan oraya kontrolsüz veya pasaportsuz gidebildiği imparatorluklardan, kimsenin üzerinde hak sahibi olmadığı topraklardan, şehir devletlerinden ve prensliklerden/beyliklerden oluşuyordu. Sanayileşme ile toplumlar daha karmaşık hale geldikçe, yönetilmeleri için geniş merkezi bürokrasiler ortaya çıktı. Kendi bölgelerini en iyi birleştirebilen, kayıt tutabilen ve eylem (özellikle de savaş) koordinasyonu sağlayan hükümetler komşularına nazaran daha güçlü hale geldiler. Devrimler (özellikle de 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimleri) ortak şekilde tanımlanan bir ‘ulusal çıkar’ fikrinin ortaya çıkmasını, gelişen iletişim ise dil, kültür ve kimlikte birliği sağladı. Emperyalist genişleme ulus devlet modelini tüm dünyaya yaydı ve 20. yüzyıl ortası itibariyle, ulus devlet genel kural haline gelmişti. Bugün dünyada 193 ulus devlet var. Ama sınırları, merkezi hükümetleri, vatandaşları ve egemen otoritesi ile ulus devlet modeli dünyanın gidişatına ayak uyduramıyor. Karl Marx’ın gözlemlediği üzere, bir toplumun altyapısını oluşturan hâkim üretim tarzını değiştirirseniz, sosyal ve siyasal yapı da değişecektir. Ulus devlet modelini sorgulayan görüşler yeni değil. Yirmi yıl önce birçokları sonunun eli kulağında olduğunu söylüyordu. Küreselleşme, diyordu fütüristler, ulus devletlerin değişime hükmetme gücünü paramparça ediyor. İş dünyası, finans ve insanlar, tası tarağı toplayıp başka yerlere gidebiliyordu. Heyecan verici yeni internet; sınırsız, özgür, kimliksiz bir geleceğin müjdecisi gibiydi. Ve iklim değişikliği, internet yönetişimi ve uluslararası suç gibi unsurlar ulus devletlerin kudretinin ötesinde görünüyordu. Uluslararası sorunları çözmek için fazla küçük, yerel meseleleri halletmek içinse fazla hantaldı. Seçmenler bunların tümünü görmekte gecikmedi ve işleri daha da sıkıntılı hale getirecek şekilde, oy vermekle uğraşmayı bıraktılar. 1995’te, aynı adı taşıyan – The End of the Nation State – ve biri Fransız diplomat Jean-Marie Guéhenno, diğeri Japon örgüt kuramcısı Kenichi Ohmae tarafından yazılmış iki kitap, iktidarın Avrupa Birliği veya Birleşmiş Milletler gibi çokuluslu kurumlara doğru yukarıda veya bölge ve şehirlere doğru aşağıda toplanacağı kehanetinde bulundular. Ulus devlet modelinin ölümüne dair öngörüler büyük ölçüde abartılıydı ve bin yıl dönüşünde “ulus devletin sonu” teorisinin kendisi ölmüştü. Ama şimdi geri döndü ve bu kez haklı olabilir. 1995’te ulus devletin ölümü ilan edildiğinde çevrimiçi insan sayısı on milyonlarla sınırlıydı. 2015’te ise, bu sayı 3 milyara ulaştı, 2020 itibariyle 4 milyarı bulacak. (Ve internete bağlı 20 milyardan fazla cihaz olacak.) Dijital teknoloji ulus devleti gerçekten sevmiyor. John Perry Barlow’un ‘Siberuzay Bağımsızlık Bildirgesi’ (1996) meseleyi iyi özetliyor: İnternet özgürlükçü ilkeler üzerine kurulu bir teknoloji. Sansürsüz, merkezsiz ve sınırsız. Ve şimdi her yerde. Bu ulus devletler için her bakımdan büyük sıkıntı demek. Artık Kuzey Kore’den gönderilen bir fidye yazılımıyla İngiltere ulusal sağlık sistemini hedef almak mümkün ve bunu durdurmanın veya arkasındakileri adalete teslim etmenin çok az yolu var. Uber ve Deliveroo gibi uygulamalar, 2020-21 itibariyle İngiliz hükümetine yılda 3,5 milyar pounda mal olacağı öngörülen gig ekonomisinde ani bir yükseliş yaşanmasına neden oldu. Merkez bankaları ile hükümetlerin para arzı üzerindeki tekelini kırmak için tasarlanmış bitcoin ve blockchain teknolojilerini kullanan milyonlarca insan var ve sayıları artmaya devam edecek. Bu aynı zamanda bize yeni değerler de aşılıyor, illa ki ulusal olması gerekmeyen değerler: Artan sayıda insan kendisini ‘küresel’ yurttaş olarak görüyor. En kötüsü bu da değil. 17 Eylül 2016’da o zaman başkan adayı olan Donald Trump şöyle bir tweet attı: ‘Sınırları olmayan bir ülke, ülke değildir. Amerika’yı yeniden güvenli hale getireceğiz!’ Trump böyle sızlanıyor ama dediğinde bir doğruluk payı var; ülkeler artık ülke mi? Sınırlar kimin içerde kimin dışarda olduğunu, kimin yurttaş olup kimin olmadığını, kimin ortak potaya bir şey koyup oradan bir şey aldığını belirler. Bir ülke kendi sınırlarını savunamıyorsa hem bekası hem de üzerinde mutabık kalınmış bir mit olarak varlığı açısından anlamı ortadan kalkar. Trump’ın tweet’i Alman şansölye Angela Merkel’in Suriyeli sığınmacılara bir yıl önceki çağrısına karşı yazılmıştı. Merkel’in bu açıklamasından sonra Avrupa’ya doğru yaşanan insan akınında AB üyeleri 2015’te 1,2 milyon sığınma başvurusu aldı. Bu mülteci akını bugün etkilerini hala devam ettiren siyasi ve insani bir kriz oldu. İngiltere’nin AB’den çıkma kararında etkili olduğu da muhakkak. Tam sayı öngörmek zor ama bazı tahminlere göre yüzyılın ortaları itibariyle iklim değişikliği kayaklı mültecilerin sayısı 200 milyonu bulabilir. AB 1,2 milyon insanın hareketi karşısında sınırlarını kontrol etmekten acizse, sayı 200 milyon olduğunda ne yapacak? Tarihten alınabilecek ders – gerçek, uzak görüşlü insanlık tarihinden – insanların göçtüğü ve göçtüklerinde durdurmanın zor olduğu. İşte meselenin püf noktası bu: ulus devletler kontrole dayanır. Bilgiyi, suçu, iş dünyasını, sınırları veya para arzını kontrol edemezlerse yurttaşlarının taleplerini karşılayamazlar. Nihayetinde ulus devletler üzerinde mutabık kalınmış mitlerden ibarettirler: Bazı özgürlüklerimizi güvence altına almak için belirli özgürlüklerimizden vazgeçeriz. Ama bu değiş-tokuş artık işe yaramıyorsa mite inanmayı bırakırız, üzerimizdeki gücünü kaybeder. O zaman yerini ne alabilir? Şehir devleti en iyi rakip olarak giderek öne çıkıyor. Bunlar, Monaco veya Singapur gibi, ülkelerle aynı bağımsız egemen otoriteye sahip şehirler. Şehir devleti yakın zamanda Forbes (‘A New Era For The City-State?’ ‘Şehir Devletleri için Yeni bir Çağ mı?’ 2010), Quartz (‘Nations Are No Longer Driving Globalisation – Cities Are’ ‘Küreselleşmenin Kontrolü Artık Ülkelerde Değil’, 2013), The Boston Globe (‘The City-State Returns’ ‘Şehir Devlet Geri Dönüyor’, 2015) gibi dergiler ve Gates Vakfı tarafından fonlanan How We Get to Next (‘The Rebirth of the City-State’, ‘Sonraki Aşamaya Nasıl Geçiyoruz: Şehir Devletin Yeniden Doğuşu’ 2016) projesi tarafından da işlendi. Ulus devleti sıkıştıran trendler şehir devleti modeline güç veriyor. İnternet üzerinden bağlı, yarı sınırsız bir dünyada şehirler ticaretin, büyümenin, inovasyonun, teknolojinin ve finansın merkezleri haline geliyor. Washington’daki Brookings Enstitüsü’nün Yüzyılın Bilim İnsanı seçtiği ve yeni çıkacak olan The New Localism: How Cities CanThrive in the Age of Populism (Yeni Yerelcilik: Şehirler Popülizm Çağında Nasıl Öne Çıkabilir) kitabının iki yazarından biri olan Bruce Katz’a göre, büyük şehirlerin “bağlantı merkezi” olma karakteri, modern ekonomi açısından özellikle önemli: ‘İnovasyon işbirliği sayesinde gerçekleşir ve yakınlık gerektirir. Yoğun bir ekonomik sisteme ihtiyacınız var ve büyük şehirlerdeki gibi böylesine bir hiper-bağlantılılık, konsantrasyonu güçlendiriyor.’ Şehirler aynı zamanda demografi açısından da avantajlı: 2014’te tarihte ilk kez insanların çoğu şehirlerde yaşıyordu. Bu durum şehirlere her zamankinden büyük bir güç kazandırıyor ki bu gücü kullanma konusunda giderek daha fazla beceri kazanıyorlar. Ulus devletlerin berbat şekilde başarısız olduğu iklim değişikliği konusunda örneğin, şehirler öncü konumda. 2006’dan bu yana C40 inisiyatifi, 60’tan fazla şehri, çoğunlukla uluslararası anlaşmalarda mutabık kalınanın epey ötesine geçen karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik ortaklıklar ve teknolojiler geliştirmek üzere bir araya getirdi. ABD’de, federal hükümet iklim değişikliği konusunda geri adım atarken, liderlik vazifesi şehirlere düştü. Gücün bu şekilde şehirlere kayması, büyük şehirlerin belediye başkanlarının, siyasi gömleğe büyük gelen kişiler olmasından da belli: New York belediye başkanı Bill de Blasio’yu veya Londra belediye başkanı Sadiq Khan’ı ya da Barselona belediye başkanı Ada Colau’yu düşünün mesela. Indianapolis ve Kopenhag gibi birbirinden çok farklı şehirler, kendi fiziksel, ekonomik ve sosyal varlıklarını şehir düzeyinde yatırımı kendi kendilerine finanse etmek üzere kullanmanın yollarını deniyorlar. Katz’a göre, dünya ulus devletler dünyasının ötesine doğru gidiyor: ‘Şehirlerin yeni tür güçlere sahip olduğu bir döneme giriyoruz. Ekonomik ve finansal avantajlarını pozisyonlarını güçlendirmek ve değişim sağlamak amacıyla kullanmak için muazzam şansları var.’ İktidarı tek boyutlu ele almışımdır hep: ya iktidardasınızdır ya da değil. Ama Katz’a göre bunu tekrar düşünmeliyiz çünkü şehirlerin ulus devletlerinden tamamen bağımsız olmadığı ama onların iznine de tabi olmak zorunda kalmadığı ara bir nokta söz konusu: ‘Şehirler ulus devletlerin astı değil, güçlü bir kurumsallıklar ağı teşkil ediyorlar ve ekonominin ortak üreticileri olan aktörler. 21. yüzyılda iktidar sorun çözenlerin olacak. Ulusal hükümetler bitimsiz tartışmalar içinde debelenirken şehirler eyleme geçecek ve uygulamaya koyacak. İktidar giderek şehirden doğru yükseliyor, ulus devletten doğru gelmiyor.’ Çok uzun bir zaman boyunca, iktidar hep şehir düzeyinde olmuştu. Binlerce yıl, kendi kendini yöneten ve duvarlarla çevrili kentsel yerleşimler, vergi alma ve hayatı ve ticareti düzenleyen kurallar koyma karşılığında koruma ve hizmet sundular. Örneğin kendi orduları ve yasaları ile Hanseatik şehirler, 19. yüzyıl başında, ekonomik ağırlıklarını ortaya koyarak diğer ülkelerle pazarlık güçlerini artırdılar ve Baltık ticaret rotasında bir güç merkezi haline geldiler. Bremen ve Hamburg’u da içeren bu şehirler, ortak çok fazla noktaları olduğunu ve karşılıklı çıkarlarının birlikte çalışmaktan geçtiğini fark ettiler. Bugünün kentsel küresel kapitalizmi açısından ise, büyük şehirler birbirlerine kendi ulus devletlerinin diğer şehirlerinden daha çok benziyorlar. Hepsi birer finans, teknolojik inovasyon ve kültür odağı ve yüksek seviyede çeşitlilik ve gelen göç ile karakterize oluyorlar. İngiltere’de seçmenlerin yüzde 52’si AB’den çıkmak için oy verirken, Londra yüzde 60 ile kalma yönünde oy kullandı. (Referandumun ertesinde Londra’nın İngiltere’nin geri kalanından bağımsızlığını ilan etmesine dönük kısa süreli bir hareket ortaya çıkmıştı.) Londra, ziyaretçilerin de sık sık belirttiği üzere, ülkenin geri kalanına hiç benzemiyor. Aynısı ABD’nin doğu ve batı sahil şeridindeki büyük şehirler için de geçerli. Bu şehirler arasında yolculuk yaparken kendimi Milletler Ligi’nden ziyade Hanseatik Ligi’ndeymiş gibi hissederim: güçlü, ticaret yapan, ağlarla bağlı şehirler. Ve Hanseatik Ligi hiç de tuhaf, görülmedik bir şey sayılmazdı. Ondan önce Venedik vardı mesela ve 10. ila 16. yüzyıllar arasında, şimdi İtalya olarak bilinen yer boyunca dağılmış, Bologna, Floransa ve Turin de dahil bir sürü bağımsız şehir devletinden sadece en çok bilineni idi. Ama Kudüs’e, ondan önce Atina’ya, ondan da önce Babil’e ve hatta ta Ur’a kadar uzanan antik şehir devletleri tarihini düşünürsek, Venedik yakın tarihli bile sayılır. Bugün yalnızca birkaç resmi şehir devleti mevcut: Monaco, Singapur ve Vatikan tamamen bağımsız şehir devletleri; Hong Kong gibi bağımsız davransa da tam egemenliğe sahip olmayan diğerleri de var. Aslında bu kadar az insanın şehir devletlerinde yaşıyor olması tarihsel bir anomali. Açık ki ulus devletler öyle usulca tarih sahnesinden çekilmeyecek. Mevcut olandan yeni bir egemen otoritenin ortaya çıkması son derece zor ve genellikle BM tarafından sıcak bakılmıyor. Bunun çok daha banal bir nedeni var tabi. 2015’te, Venedik’in 2,1 milyon sakini (oy verenlerin %89’u) bağlayıcılığı olmayan bir referandumda bağımsızlık yönünde oy kullandı. Şehir sakinleri, Venedik’in merkezi bütçeden aldığından 20 milyar dolar daha fazla vergi ödemesinden rahatsızlardı. Ama İtalya Venedik’i ve de o 20 milyar doları kesinlikle kolay bırakmaz. İşte bu yüzden heyecan verici girişimlerden bazıları tamamen yeni şehirler yaratmak üzerine. Dünya Bankası baş ekonomisti Paul Romer, uzun süredir, daha fazla imtiyazlı şehir kurulmasını savunuyor; özünde bir ölçüde bağımsız işleyen, şehir ölçeğinde idari bölgeler. Şehirlerin doğru idari boyut olduğunu söylüyor. Yeni bir şeyler denemek için yeterli büyüklükte ama tüm yumurtalarınızın aynı sepette olacağı kadar büyük de değil. ‘Yeni kurallar yaratma kuralı,’ diyor Romer, konu üzerine 2009’da yaptığı TED konuşmasında. Üzerinde insan yaşamayan bir yerde inşa edilecek imtiyazlı bir şehir, yatırım ve insan çekmek için yeni kurallar ve sistemler denemeye izin verecektir. Fikrinin önemli bir yanı ise ülkelerin birlikte çalışması, tıpkı Çin ve İngiltere’nin Hong Kong’da yaptığı gibi. Ulus devletler bir gecede ortadan kaybolmayacaklar. Eşikte barbarlar falan da yok. Roma bile bir günde yıkılmadı. Ama ulus devlet sanayileşme, merkezi ‘komuta ve kontrol’ bürokrasileri ve ulusal bağlılık ile geçen zaman zarfında evrilmedi. Modern teknoloji ise zıddı yönde eğilim gösteriyor: dağınık, merkezsiz ve kontrol edilemez. Siyasal sistemlerimiz üretim tarzının bir yansıması ve doğru bilenen varsayımlar iseler, 19. yüzyıl yaratısı bu model için gelecek parlak görünmüyor. Modern, bağlantılı, atik şehirler içinse çok daha parlak. İster karada, ister sınır boylarında, isterse okyanus üzerinde olsun… Her şekilde, yol üzerinde bazı denemeler yapmak iyi olmaz mı? Bakarsınız ihtiyacımız olur? Kaynak: [aeon.co'daki orijinalinden Serap Şen Dünyadan Çeviri için kısaltılarak çevrilmiştir]