Cumhuriyet’in klasik söylemle 100. yılını idrak ettiği bugün, Türkiye’nin önünde demokratikleşmek, çağdaş ve güçlü bir toplum olmak yolunda henüz idrak edemediği, gündemine/dikkatine dahi getir(e)memiş olduğu, kendi kritik eşiklerini aşamayıp gelişemediği, hatta patoloji ürettiği ve başa çıkmakta da oldukça zorlanacağı, daha çok toplumsal gelişimsel süreç, ödev ve sorumlulukları var.

Bugün, yani yazımın okunmasının umulduğu gün, 29 Ekim 2023. “Bağımsız ve modern” Türkiye ulus-devletinin yönetim biçimini dünyaya ilan edişinin, yani Cumhuriyet’in resmî olarak tarihe nakşedilişinin 100. yıl dönümü.

Başka bir deyişle, tıpkı bir yenidoğanın nüfus kütüğündeki kayıtlı tarihine göre doğum günü. Fakat, yine aynen bir yenidoğan bebeğin (fetüs ve öncesi oluşum dönemleri de dahil!) “özerk, bağımsız ve özgür iradeli” bir birey olarak geliş(eme)mesinin muhtelif mihenk noktaları gibi; modern-ulus devletlerin de “ebeveyn” feodal ve sömürgeci imparatorluklardan travmatik kopuş, yumuşak geçiş, yeniden kuruluş, rejimlerini seç(emey)iş, dünyaya ilan ediş veya değiştir(emey)iş, siyasî ve iktisadi bağımsızlık kazan(amay)ış, kendi toplumlarına yet(emey)iş, güçlen(emey)iş, vb. süreçleri, çeşitli anlatılar ve tarihler ile “işaretlenebilir”.

Her halükârda, farklı türlerdeki canlıların, hatta memeli hayvanların ve insan yavrularının anadan göbek bağının kopması ve biyolojik anlamda “özerk ve bağımsız bir birey varlık” olması ile, bugünün çağdaş ve çoğulcu demokratik toplumu için idealize edilmiş, önemli anlam ve ahlakî sorumluluklar yüklemlenmiş, demokratik bilinçli yurttaş ve “psişik yönden özerk ve bağımsız, özgür iradeli bir yetişkin insan” olması arasında ciddi bir tarihsel zaman ve emek dilimi vardır.

Tabii birbirleriyle sürekli ve karşılıklı ilişkiler içinde yaşayan insan ve toplumların “psişik özerklik ve bağımsızlık” kavramları da doğru kavranılmalıdır. Belki ondan daha da önemli olarak psikolojik olanın en politik ve dönüştürücü olan olduğunu bilinçli olarak veya bilinçsizce yok saymaktan, istismar etmekten ve onu bireysel olanla eşitlemek ve “iç dünyaya” indirgemekten vazgeçilmelidir.

Bazen yazılar kendi kendilerini yazar. Tıpkı konuşmadaki “laf lafı açar” durumunda olduğu gibi. Özellikle de metnin ana konusu duygusal ve bilişsel  olarak çok yüklü, karmaşık ve bir içiçe geçmiş ilişkiler yumağı ise. Parantezler açıldıkça açılır, bir türlü kapanmak bilmez. Yazarın müdahele etmesi gerekir veya bu pek çok sabırsız ve ilgisiz okuyucu tarafından da beklenir. Tıpkı şimdi olduğu gibi!

O halde biz de hepsi birbirleriyle iç içe geçmiş bu konularda daha fazla parantez açmadan kapatalım. Derhal günün anlam ve ehemmiyeti açısından önemsediğim ve başlıkla da sinyallediğim ana meselemize dönelim birlikte.

Yani gezegenin siyasî tarihinin bol köşeli ve kavisli parantezli akışı içindeki Türkiye’nin yerine ve uzunca bir süredir tedavülde tutulmuş “Cumhuriyet parantezi”  polemiğine bakalım.

Son günlerde iyice hararetlenmiş siyasî yarılma ve çekişmeler ışığında, kimler Cumhuriyet’i sadece “anacak”, kimler “kutlayacak” bilemiyorum.  Daha doğrusu zerre kadar ilgilenmiyorum.

Bugün bir “resmî açıklama rivayeti”ne göre, Türk Donanması’na ait 100 gemi Boğaz’ı geçerken Dolmabahçe’de değil, Vahdettin Köşkü’nde bulunacak olan  Cumhurbaşkanı’nı selamlayacağı 101 pare top atışını “uzaktan” duyamayacağım. Öyle olsa da, sembol takıntılı siyasîlere ve meraklılarına bu ne ifade edecek, bilmiyorum.

Bildiklerimi ve düşüncelerimi paylaşmayı bir görev addederek yazmayı sürdüreyim. Kimin ne kadar dikkatini çeker de okur, kime ne ifade eder onu da bilemesem veya artık bilmek dahi istemesem de, bu iddialı başlıkta özellikle karar kıldım. Ve fakat elbette yıllardır düşündüklerimi bir PazarPolitik köşe yazısına tıkıştırabilme iddiasında hiç değilim. Yine de, sadece bir kaç temel hususu hatırlatmayı ve vurgulamayı becerebilirsem eğer, bir görevi yerine getirmiş olmanın memnuniyetini duyacağım.

Çünkü zaten özellikle bu ülkenin alternatif bir toplumsal anlatısını tarihin akışı içinde yerli yerine oturtmak amacıyla, kendi akademik/pratik analiz, yorum ve görüşlerimi sistematik bir biçimde bu köşede yazmaya başlayalı epey oldu. Bu yazılar 101 pareyi de epey geçti.

Kaldı ki, muhtelif tarihlerdeki resmî bayramlarda, tatil günlerinde kutlandığı gibi Kurtuluş savaşı ne zaman kazanılmış, yeni devletin kuruluşu, TBMM’nin açılışı hangi tarihlerde olmuş veya Cumhuriyet’in resmî başlangıcı ne gün, tam bir asır önce bugün, olursa olsun, toplumsal “demokratik özerklik” mücadelesinin öyküsü 100 yıldan çok öncesine uzanır.

Anlaşılan o ki, yüzyıl kadar sürmesi beklenmese de, bu toplumun ortak demokratik bilincinin gelişmesi, yani kolektif sosyokültürel psişesinin özerkleşmesi daha çok pare yıl ister.

Birileri ister adına “Türkiye Yüzyılı” desin ve “on fırın ekmek daha yesin” veya önümüzdeki onyıl daha iktidarda kalarak Cumhuriyet parantezini kapatacağına, rejimi değiştireceğine, “dışlanmışlık, hor görülmüşlük, vb” öznel duygularının ve köpürtülmüş söylemlerin giderek yükselmiş enflasyonu altında iyice ezilmişliğinin “kindar ve dindar” rövanşını alıp, böylece ulvî misyonunu da tamamlayacağına kendini inandırsın. Sözde “sadık” ve kendisi gibi “işini bilir” seçmenini enflasyonu indireceği, ülkeyi kalkındıracağı, parlayan yıldızlı küresel oyuncu yapacağı ve yandaşlarını ihya edeceği söylemleri ile oyalasın ve iktidarını sürdürsün.

Böyle ve tıpkı YEM gibi yem retoriklerle “sidik yarıştırmacı” ve “güç çatışmacı” polemiklere girerek, yine hakkı yenmiş acınası mazlum edebiyatı ile “muhalif siyaset” yaptığını sanan başka birileri de, isterse “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı” desin. Ülkeye bugün en kıymetli, çünkü son derece “kritik değerler” olan zaman ve umut kaybettirsin. Kronik muhalefette kalan ve saf tutanlar, kendini bir sonraki seçimlerde iktidar olacağı ve gerçek sosyal demokrat ve çoğulcu hukuk devleti inşa edeceği hayali ile kandırsın.

Oysa bugün, Cumhuriyet’in klasik söylemle 100. yılını idrak ettiğini söyleyenlerin, demokratikleşmek, çağdaş, güçlü ve bir toplum olmak yolunda henüz idrak edemediği, bazılarını henüz gündemine/dikkatine dahi getir(e)memiş olduğu, bazılarında kendi kritik eşiklerini aşamayıp gelişemediği, bazılarında ise patoloji ürettiği ve başa çıkmakta da oldukça zorlanacağı, daha çok toplumsal gelişimsel süreç, ödev ve sorumlulukları var önünde.

Dolayısıyla önümüzdeki yüzyıl, daha önce de muhtelif vesileler ile ve farklı açılardan veya gerekçelerle tartışmış olduğum gibi, kaba şiddetin ve sıcak savaşların da tırmanacağı sert bir “yüzleşme çağı” olacak.

Salt Türkiye için de değil üstelik; tüm dünya ülkeleri ve insan nüfusu için geçerli bu öngörü. Ne dünyamız, ne ülkemiz “iyi”, “insanca” ve “hakça” yönetiliyor çünkü.

Her ne kadar farklı ülkelerdeki tezahürleri ve takvimleri kendi yerel toplumsal ve kültürel özelliklerine özgül çeşitlilikler gösterse de, tüm dünya toplumları modernleşme süreçlerinden kendi hızlarında geçiyor.

Çok istenirse eğer, sıkılmış diş macunu bile tüpüne geri sokulabilir. Fakat ne modernitenin tarihi ve felsefî okları, ne de Atatürk’ün ilkesel olarak Türkiye için düşlediği CHP’nin simgesel okları, bir kez yaylarından çıktıktan sonra geri döndürülebilir.

Çünkü geri dönüşsüz olan tek şey tarihsel zaman. “Modernite tamamlanmış mıdır, Kartezyen ikicillikler ve türevleri arasındaki sınırlar aşılmış mıdır, post-modernist felsefî-toplumsal eleştiriler anlaşılmış mıdır, gerileme kaygılı ilerici solcular sayesinde gerici fırsatçılarca araçsallaştırılmış mıdır” gibi tartışmaları geçen yüzyılın son onyılında, sonra yeniden gerek duyduğum üzere, bu yüzyılın ilk onyılında kamusal ortamda - ve ne yazık ki, yığınla “diyalog süslü monoloğun gürültülü kargaşası” arasında “diyalojik monologlar” olarak!- yeterince yapmış olduğumdan, artık gereksiz ve faydasız buluyorum.

Fakat Cumhuriyet’in son on yılına dair mutlaka doğru anlaşılması ve direnmeyi ivedilikle bırakıp kabullenilmesi gereken bazı analitik saptamalarım da yok değil. Ve bunlar dünya toplumlarının ve Türkiye’nin siyasî, iktisadî, toplumsal, ahlakî, beşerî gelişimsel süreçlerinin bazılarındaki takıntıları veya hala aşılamadığı için ciddî hasarlı bozulmaları kapsıyor.

Nitekim, Politikyol’daki ilk yazımda da Türkiye’nin Cumhuriyet ile bir asırdır çözemediği ve daha uzun süre de kolay kolay aşamayacağı aşikâr olan “demokrasi-antidemokrasi paradoksu” sorunsalı ile yola çıktım.

Zaten kanımca bu bağlamda ve bu ülkede de idrak edilmesi gerekenlerin en başında da şunlar geliyor:

- Anaakım siyaset ve sosyal bilimcilerin ve elbette oradan alımlayan medyanın, onun da hızla bulaştırdığı popüler kültürün ve siyasîlerin diline pelesenk olmuş “böl, yönet” ilkel siyasi zihniyeti, politika ve toplumsal pratiklerinin hangi kolektif psişik patolojinin göstergesi olduğu,

- Başka hangi “kendini savunma biçimlerine” eşlik ettiği ve edeceği,

- Ülkenin bu bağlamda nasıl daha iyiye/kötüye doğru seyredebileceği,

- Onlarla bireysel ve kolektif olarak hangi yöntemlerle başa çıkılabileceği, ve

- Elbette kendi eleştirel çalışmalarım açısından en önemsediğim ise, en politik ve dönüştürücü kuramsal, düşünsel ve toplumsal praksis alanı olan psikanalizin ve psikolojinin anaakım bilimcilerin önyargılı, dar ve indirgemeci okumalar ile “birey”, onun iç-psişik ve bilinçdışı dünyası, öznel ve spekülatif yöntemler, ideolojik bireycilik ve kapitalist etik ile özdeşleştirilip yaftalanması. Böylece ne gibi entelektüel ve toplumsal gelişimsel politika olanakların heba edildiğinin ve geri(ci) kalındığının farkında dahi olunmaması.

İşte ben de naçizane, Mayıs 2021’den bu yana, bu köşede ve kenarda kalmış yazılarımda, bu mevzulara sistematik ve kümülatif biçimde öncelik ve ağırlık vermeye çalıştım.

Hangi sebeple olursa olsun, Türkiye’de toplumu biraz olsun heyecanlandırmış görünen genel ve yerel seçimlere denk gelen 100. yıl doğum günü öncesi “hazırlık döneminde” vuku bulan “sıcak ve yüzeysel olarak değişken” iç/dış gündem konuları önplanında, kolay kolay değişmeyen “soğuk ve çok boyutlu, makro-mezo-mikro toplumsal analitik/pratik görüşlerimi paylaştım.

Eylül ortasındaki en son ve “Türkiye’ye ‘iyi’ gelmeyenler ”başlıklı yazımdan bu yana da tek bir satır yazmadım. Bu, bu toplumda siyasetten sıtkı sıyrılmış bunaltılı havanın ve hemen tüm taraflardaki pişkin siyasetçilere karşı genel anlamda duyulan düş kırıklığının, öfkenin, güvensizliğin, biçareliğin, önümüzdeki seçime karşı endişeli ilgisizliğin ve gelecekten duyulan umutsuzluğun duygusal bir dışa vurumu da değildi üstelik.

Fakat “dışa vurum” da demişken, bugün içerde ve dışarda tüm dikkatleri üzerine toplamış ve hangi taraftan olursa olsun infial duygularını kabartmış olan “İsrail-Hamas/Filistin” savaşı, tüm insanlığın şu “borderline koşullardaki” dünyada ve Türkiye’de yaşadığı mega paradoksun megalomanik ve şiddette sınır tanımayan psikopatolojisinin radikal dışa vurumundan başka bir şey değil.

Dileyenlerin geçmiş yazılarımda da izlerini sürebileceği gibi, ısrarla kendi içimizdeki, yakınımızdaki ve uzağımızdaki dünyada yaşanan böl(ün)melerden, kutuplaşmalardan, siyasi çatışmalardan, savaşlardan, yapılan “demokratik seçim”lerden öğrenmemekte, kendini görememekte veya ilişkilendirememekte direnen ve yanlışlardan kaçınamayan ülke siyasetçileri ve yurttaşları için, bu belki gerçekten de “son fırsat” hiç kaçırılır gibi değil.

Zira, sıklıkla ipe boncuk dizer gibi isimleri peş peşe sıralanan otokratik veya faşizan popülist, manipülatif, araçsal ve işlemsel demokratik malum liderlere kişisel psiko(pato)lojilerine psikiyatrik etiketler yapıştırmak da yeterli ve işlevsel politik-psikolojik analiz değil.

Çünkü zaten kolektif psikopatolojiler onların şahsında vücut bulmuş dışavurumlar. Başka bir ifade ile, “toplumsal hazır oluş” ile adaylar arasındaki eşleşmedir onları lider olarak bulup çıkaran veya üreten ve besleyen. O bakımdan da, siyaseti, geleneksel ve modern kurumlardaki yapısal çürüklükleri kişiselleştirmek ve liderlere böylesine “güç” atfedip, olumlamak ve total popülasyonları toptan edilgenleştirmek, vb. “toplumları dönüştürücü siyasî içgörü” geliştirmek açısından hiç faydalı değil.

Bu toplumda doğmuş, dünya kültürleri ile haşır neşir olarak büyümüş ve insanlar/toplumlar/kültürler arası benzerlikler ve farklılıklar ile değişim ve dönüşüm süreçleri konularında eğitilmiş ve çalışmakta olan bir Cumhuriyet çocuğu olarak, böylesi bir günde sessiz kalmak ise olacak şey değil(di).

Ben veya okuyucularım kaç yaşında ve bireysel olarak ne kadar gelişmiş, Cumhuriyet kaç yılını tamamlamış, hangi Atatürk devrimleri ile kopuşlar yaşanmış ve çağ atlanmış, hangi direnişlerle geçmişe “U-dönülmüş ve geri kalınmış olursa olsun, Türkiye’nin kolektif anlamda çağdaş toplumsal psişik gelişimi, demokratik bilinci ve becerileri, henüz, bir yaşındaki bir bebeğin bilinçlenmesinden ve siyasî ilişkisel muhakemesinden öte değil.

Nitekim, tıpkı kapitalist dünyanın tüketici toplum birey ve toplumlarında, çocukların 1. yaşı için büyüklere verilen partilerin doğum günü çocukları gibi, Cumhuriyet de 100. yaşını kim kutlamış, kim anmış, kim didişmiş, kim üstüne su veya rakı içmiş, Türkiye kolektif öznesinin de henüz bilincinde veya umurunda değil!

Fakat son olarak, bu umutsuz veya karamsar bir yazı da hiç değil. Çünkü Cumhuriyet’i veya kendilerini ihmal edilmiş, sahipsiz bırakılmış, ehil ve iyi lidersiz kalmış, vb. gibi hissetseler de, kendilerine ebeveynlik ve topluma önderlik edebilecek genç yurttaşlarımızın giderek çoğalacağına inandığım bireysel kıpırdanışları ve kolektif sinerjiye dönüştürebilecekleri potansiyel enerji hiç de yabana atılacak gibi değil.

Sadece olağan ve kaçınılmaz olanları ve bu olgusal saptamaları serinkanlılıkla karşılamak, olağan olmayanların ayırdına varmak, “ortak kavramsal dil” geliştirmek ve “diyalojik etkileşimler” gerekiyor.