Atatürkçülüğün yükselişi seküler milliyetçilikle paralel düşünülüyor. Fakat bu seküler milliyetçi anlayıştan ziyade, kimlik fark etmeksizin apolitik bireyleri de kapsayan “medeni yaşam arzusu”nun tezahürü olamaz mı? Türkiye’de 1980 sonrası PKK etkisi ve Kürtlerin Batı illerine yoğun göçüyle birlikte milliyetçilik siyasetin gündemden düşmeyen konuları arasına girdi. MHP’nin 1999’da %18 oy oranıyla koalisyon ortağı olarak hükümette yer alması, AK Parti döneminde muhalif sağ oyların MHP’de toplanması ve 2015 sonrasında MHP AK Parti’ye yanaşırken, MHP’den ayrılan partilerin seçmenden destek görmesi milliyetçilik tartışmalarının hep gündemde kalmasını sağladı. Ancak son dönemde artan göçmen karşıtlığıyla birlikte Zafer Partisi’nin Türkiye’nin ilk göçmen karşıtı popülist partisi olarak görünürlük kazanması tartışmaları ayrı bir boyuta taşıdı. Mevcut durumda milliyetçi hareketi temsil eden MHP’nin %6-10, İYİ Parti’nin %11-16 ve Zafer Partisi’nin de %1’i aşacak düzeyde oy desteğine ulaşması ve toplamda bu partilerin %25’i aşması Türkiye siyasetinde bir ilk. İktidarın HDP’yi terörize ettiği dışlayıcı söylem üzerinden sürekli canlı tutulan Türk-Kürt gerginliğinin yanına Türk-göçmen çatışmasının da eklemlenmesi milliyetçiliğin, CHP ve merkez sağ/muhafazakâr siyaset gelenekleri kadar güçlü bir akıma dönüşebilme potansiyelini beraberinde getiriyor. Birikim Dergisi’nin son sayısının milliyetçiliğe ayrılması, PolitikYol, Medyascope gibi birçok mecrada konunun ciddiyetle ele alınıp tartışılması kamuoyunun milliyetçiliğin bilhassa sosyal medyadaki yükselişine çok duyarlı olduğunu ortaya koyuyor. Fakat yükselen milliyetçiliğin siyasetin merkezini ele geçirip dönüştürdüğüne dair analizler için henüz erken. Milliyetçilik yükselen bir potansiyele sahip, bu doğru, fakat bu gelişme henüz potansiyel aşamasında. Ayrıca bu potansiyelin merkezi yeniden tanımlayabilecek kadar büyük olup olmadığı da tartışma sorusu. Bunun yanında sol/seküler ve sağ/İslami siyasetin de milliyetçilikle kurduğu ilişkinin milliyetçiliği dönüştürebileceği ve milliyetçi hareketin seçmen desteğini etkileyebileceği de unutulmamalı. Tüm bu nedenlerden ötürü, milliyetçiliğin yükselişi ve siyasetin merkezini ele geçirmek üzere olduğu tezine karşı birkaç soruyu tartışmaya açmak istiyorum. 1-Mülteci karşıtlığı son dönemdeki milliyetçilik tartışmalarını alevlendiren en esas konu. Fakat farklı gruplara karşıtlık ve linç davranışı Türkiye tarihinin değişmeyen unsuru değil mi? Türkiye’de vatandaşlık yasa üzerinde kana değil toprağa dayalı olarak tanımlanmış olsa da fiiliyatta etnik hâkim kimlik üzerinden uygulanıyor. Türk ve Sünni kimliklerinin dışında kalan tüm gruplar hem devletin hem de toplumu oluşturan çoğunluğun gözetimi altında yaşıyor, kolayca günah keçisi ilan edilebiliyor. Tanıl Bora’nın “Türkiye’nin Linç Rejimi” eserinde Tek Parti Dönemi’nden günümüze gayrimüslimlerden Kürtlere, Romanlardan yabancılara birçok grup sistematik ve sistematik olmayan linçlere maruz kalmış. Mülteciler de bundan müstesna değil.
Kitleler, OHAL döneminde kurulan baskıcı rejimi ekonomik buhranın sorumlusu olarak gösteremiyor. İktidara karşı protesto hakkını kullanamayan, açıkça tepkisini gösteremeyen kitleler öfkesini muhtemelen mülteci meselesine kanalize ediyor.
2-Türkiye’de Orta Doğulu gruplara karşıtlık her zaman yaygın değil miydi? Muasır medeniyetlere ulaşma hedefinin ulusal kimliğin parçası olduğu Türkiye’de zihinlerde muasır medeniyet imajının zıddını Orta Doğu ve geri kalmış İslam ülkelerinin temsil ettiği bilinmiyor mu? Suriyeli ve diğer göçmenlere karşıtlık yeni bir fenomen gibi görünse de bunun temellerinin toplumda halihazırda mevcut olduğunu düşünmek mümkün. 3-Mülteci karşıtlığı vakası, Türkiye’de “seküler milliyetçi” akımların ön plana çıktığı ilk örnek mi? 1980’den sonra PKK terörüyle ve kentlere Kürt göçüyle birlikte yükselen Kürt karşıtı milliyetçi dalga ana akım medyaya taşınmıştı. Aynı süreçte SSCB’nin dağılması, Orta Asya ülkelerinin bağımsızlığını kazanması ve Balkanlar ile Kafkaslar’da Türkiye ile yakın bağları olan grupların maruz kaldığı şiddet olayları da milliyetçiliği yaygınlaştırmıştı. Öyle ki seküler milliyetçilik en elit eğitim kurumlarında bile görünürlük kazanmıştı. Örneğin Aktüel Dergisi 1990’larda “Kolejli Ülkücüler” dosyası hazırlamıştı. 2000’lerin ortasından itibaren PKK’nın yeniden terör eylemlerine başlaması ve sonrasında AK Parti hükümetlerinin Kürt siyasal hareketleriyle birlikte başlattığı açılım ve çözüm süreçleri de Türkiye’de seküler milliyetçiler arasında ırkçılığa varan reaksiyonlara zemin hazırlamıştı. Örneğin Türk Solu dergisi, Batı illerine yönelen Kürt göçünü istila olarak tanımlamış, “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” manşetini atmıştı. 4-Günümüze dönersek, mülteci karşıtlığı, milliyetçiliğin yaygınlaşmasından ziyade otoriter Türkiye’de iktidara biriken tepkinin göçmenlere yansıması olarak değerlendirilemez mi? Kitleler, OHAL döneminde kurulan baskıcı rejimi ekonomik buhranın sorumlusu olarak gösteremiyor. İktidara karşı protesto hakkını kullanamayan, açıkça tepkisini gösteremeyen kitleler öfkesini muhtemelen mülteci meselesine kanalize ediyor. 5-Atatürkçülüğün yükselişi seküler milliyetçilikle paralel düşünülüyor. Fakat bu diğer etnik grupları dışlayan seküler milliyetçi anlayıştan ziyade, kimlik fark etmeksizin apolitik bireyleri de kapsayan “medeni yaşam arzusu”nun tezahürü olamaz mı? Önceki sorularla da bağlantılı olarak Türkiye’de mevcut iktidarın göçmen politikası belki de “medeni yaşam arzusu”nun önünde bir engel olarak algılanıyor, sekülerlerin önemli bir bölümü kendilerini milliyetçi tanımlamasa da göçmen konusunda bu nedenle daha negatif tutumlar ediniyor.