Resmî verilere göre; her ay Türkiye’ye yüzlerce İranlı yasal yollarla giriş yapıyor. İki ülke arasındaki 560 kilometrelik kara sınırından illegal yollardan giren ve sayısı tam olarak bilinmeyen geçişler de eklendiğinde Türkiye’de İranlı nüfusu bir hayli fazla. İran’da özgürlüklerin kısıtlanmaya başlandığı 1979 İslam Devrimi’nden bu yana Türkiye İranlılar için bir nefes alma ve kültürel olarak etkileşim alanı oldu.
Türkiye’de özellikle son yıllarda Suriyeli ve Afgan mülteciler/göçmenler üzerinden yükselen bir karşıtlık var. Ülkedeki ekonomik kriz ve yoksulluk derinleştikçe ucuz iş gücü olarak görülen göçmenlere yönelik tepkiler ve hatta düşmanlık daha da yükseliyor. Türkiye toplumunda İranlılara karşı bu derecede bir tepki şu an yok ve özellikle “nitelikli yabancı” olarak görüldükleri için İranlılara yönelik tepkiler pek kitleselleşip yaygınlaşmıyor.
Devrim sonrasında İran’da radyo ve televizyonun devlet tekeline alınması ve tek tip İslamî yayınların yapılmasıyla birlikte, Türkiye filmleri, programları ve şarkıcıları önce yasak olan ses kasetleri ve videokasetler vasıtasıyla İranlıların hayatına girdi. Sonrasında uydu teknolojisinin İranlıların oturma odasına girmesiyle hem direkt Türkiye kanalları izlenerek hem de Farsça yayın yapan uydu kanallarının Türkiye dizilerini seslendirip yayınlamasıyla birlikte Türkiye’deki hayat tarzı ve yaşam biçimi teo-faşist bir düzende yaşayan İranlıların kültürel kodlarına yansıdı. İran’da 40 milyona yakın Azerbaycan Türkü olduğu düşünüldüğünde kültürel yatkınlığın ve değişimin seyri daha iyi anlaşılabilir.
İranlıların Türkiye’ye geliş amaçları birbirinden farklı. Bunlardan bir kısmı yasal pasaportla yasal sınır kapılarından Türkiye’ye giriş yapıyor ve temel angajmanları daha iyi şartlarda gelir elde etmek ve yaşayabilmek; yani siyasi kaygıları olmadan, dertleri sadece daha fazla para kazanmak ve kendileri ile çocukları için daha iyi standartlara ulaşabilmek. Bu kişilerin de profili birbirinden farklı aslında. Bazıları İran’da tüm varlıklarını satıp elde ettikleri parayla Türkiye’de oturma izni veya vatandaşlık almanın gayesindeler. Yani; İran’ın içerisindeki ekonomik ve siyasal darboğaz İranlıları yeni alternatiflere yönlendiriyor ve bu bağlamda Türkiye “sığınacak güvenli bir liman” olarak görülüyor.
Bu noktada ülke içinde yatırımlarının tehlikeye girmesi ve yeni yatırım yapma riskini alamayan varlıklı İranlılar sermayelerini İran dışına kademeli olarak çıkarma yoluna gidiyorlar ve şüphesiz en yakın adres Türkiye oluyor. Konut alarak kazanılmış bir Türkiye vatandaşlığı İranlılar için daha rahat bir ticari faaliyet yürütmeye olanak sağlıyor ve kurdukları şirketler sermayelerinin ABD ambargolarına takılmadan Türkiye’ye taşınmasını kolaylaştırıyor.
Bir diğer grubu ise İranlı “oligarklar” oluşturuyor. Ekonomi ve özgürlük temelli geniş halk ayaklanmalarının her zaman tüm ülkeyi sarabilecek topyekûn bir halk isyanına dönüşebilme potansiyeline sahip olması özellikle yıllar içerisinde devlete yakınlığıyla astronomik servetler elde etmiş elitlerin ve oligarkların endişelenmesini beraberinde getiriyor. Çünkü herhangi bir iktidar değişimi ihtimalinde hedef alınacakların başında rejim elitleri ve oligarklar geliyorlar.
Türkiye, son yıllarda İran devletinin, oligarklarının ve mafyasının yatırım yaptığı ve mülk edindiği bir yer hâline geldi. Halkların kanı ve canı emilerek elde edilen kara paralar döviz kaçakçısı İranlı sarraflar tarafından Türkiye’ye sokuluyor ve yolsuz hırsızların bir gün İran’dan kaçıp Türkiye’de “prestijli” bir hayat sürebilmeleri için gökdelenlere yatırılıyor. Bazı İran cumhurbaşkanlarının, bakanlarının, mollalarının, askerlerinin ve üst düzey devlet yetkililerinin başta İstanbul’daki ultra lüks konutlar olmak üzere Türkiye’nin pek çok yerinde binlerce mülkü olduğu biliniyor.
Bir diğer grup ise İran rejimiyle çeşitli siyasi problemler, etnik kimlikler, cinsel yönelimler ve inançlar üzerindeki baskıdan dolayı kaçak yollarla pasaportları olmadan Türkiye’ye giriş yapanlardan veya yasal yollarla girmelerine rağmen daha sonra kaçak durumuna düşenlerden oluşuyor. Bu grup en zor şartları yaşıyorlar çünkü genelde ceplerindeki son parayı da insan kaçakçılarına kaptırmış oluyorlar ve Türkiye’de onları çok daha zor günler bekliyor çünkü ucuz iş gücü olarak da sömürüye açıklar. Bu gruptakiler üçüncü bir ülkeye gidene kadar İran istihbaratının baskıları da dâhil olmak üzere her türlü tehlikeyi göğüslemek durumunda kalıyorlar.
Birleşmiş Milletler’in Türkiye’deki başvurucular arasından kimlerin mülteci olduğunu belirleme yetkisini 2018 yılında tamamen İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne devretmesiyle birlikte kimin mülteci olup olmadığına artık Türkiye devlet kurumları karar veriyor. Böylelikle mülteci değerlendirmesinin ilk süreci il valiliklerine bağlı olan Göç İdaresi’nde başlıyor. Burada ise işin içine siyaset ve ülkelerle olan çeşitli siyasi ve ekonomik angajmanlar giriyor. Böylelikle iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler ve dengeler yasal mevzuatın önüne geçiyor ve özellikle geri iadeler konusunda işi kanunlar değil de siyaset belirliyor. Hatta ilk mülakatı yapan göç memurlarının kişilik yapısı, dini ve mezhebi tandansı ile siyasi görüşü ve bakış açısı bile belirleyici olabiliyor.
Türkiye ve İran arasındaki mülteci iadesi, özelikle de siyasi mülteciler bağlamında, iki ülke arasındaki kâr zarar hesap dengesine dönüşüyor. Yani mültecilerin iadesi de sınıfsal bir hâl alıyor.
Türkiye ve İran arasındaki mülteci iadesi, özelikle de siyasi mülteciler bağlamında, iki ülke arasındaki kâr zarar hesap dengesine dönüşüyor. Yani mültecilerin iadesi de sınıfsal bir hâl alıyor. Örneğin parası olan İranlı oligarklar, büyük paraları İran’da hortumlayıp Türkiye’ye kaçıran İran devlet mafyası üyeleri veya kırmızı bültenle aranan ama çok parası olan aykırı İranlı rapçiler iade edilmezken, çeşitli toplumsal itirazlarda sesini yükseltenler kolayca iade ediliyorlar. Türkiye’de onur yürüyüşüne ve çeşitli protestolara katılan İranlılar Türkiye’den sınır dışı edildiler, pek çok İran rejim muhalifi Türkiye tarafından sınırlarda İran polisi ve Devrim Muhafızları’na teslim edildiler. Her iki ülke de yasal mevzuat yerine şunları önemli:
1) Hedef şahısların ülkeler için değerinin ne olduğu ve bu kişileri iade edip etmemenin iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına değip değmediği gibi konular belirleyici oluyor.
2) Ekonomik olarak güçlü olan “zengin” kişiler iade edilmiyorlar.
3) İran’da siyasi olarak “suçlu” olarak kabul gören mülteciler iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına değer görülmüyorlar ve daha kolay iade ediliyorlar.
4) En belirleyici etkenlerden biri de iade süreçlerine dair Türkiye’de kamuoyu baskısının oluşup oluşmaması oluyor çünkü Türkiye’de oluşan tepkilerden dolayı iadesi önlenmiş olan İranlılar az da olsa var.
Konunun bir de idari yargı boyutu var. İdari Yargı neden vardır? İdare’nin her nevi kararına dair yapılan itirazları hem usul hem de esas yönünden inceleyerek nihai karara bağlamak için değil midir? Ancak iltica ve sığınma talebi gibi konularda İdari Yargı’nın Göç İdaresi’ne karşı bozma kararı vermesi neredeyse hiç görülmüyor. Hem İdare Mahkemesi nezdindeki ilk itirazda hem de Bölge İdare Mahkemesi nezdindeki istinaf taleplerinde İl Göç İdaresi’nin verdiği ilk kararlar aynen onanıyor. Bunun sebebi açık; Türkiye’de mülteci ve sığınmacı meselesi gibi hassas konularda siyasal iradenin sürekli değişen konjonktürel kararları doğrultusunda hareket eden bir devlet aygıtı var ve uluslararası hukuk kriterleri ikinci plana atılıyor.
Unutmamak gerekir ki pek çok sebepten dolayı Türkiye, İran istihbaratının en kolay operasyon yaptığı ülkelerin başında geliyor. Böylelikle siyasi mülteciler, özellikle de sivrilmiş muhalifler kendilerini güvende hissetmiyorlar.
Türkiye ve İran arasında 90 güne kadar vizesiz giriş olanağı elbette siyasi mültecileri daha çok endişelendiriyor çünkü basit halk kadar istihbarat ve devlet görevlileri de diplomatik pasaporta ihtiyaç duymadan her iki ülkede rahatça seyahat edebiliyorlar. Unutmamak gerekir ki pek çok sebepten dolayı Türkiye, İran istihbaratının en kolay operasyon yaptığı ülkelerin başında geliyor. Böylelikle siyasi mülteciler, özellikle de sivrilmiş muhalifler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Çünkü son dönemlerde görüldüğü üzere, İran istihbaratı ya onların sınır dışı edilmelerini sağlıyor ya kaçırma operasyonu düzenliyor ya da suikastlar yapıyor.
Özetlemek gerekirse; İran ve Türkiye arasındaki iadelerini kanuni mevzuat ve uluslararası anlaşmalardan ve taahhütlerden öte, iki ülkenin arasındaki dönemsel ilişkileri ve karşılıklı kâr/zarar hesapları belirliyor.