Türkiye için üç tehlike, iki sorun, tek çözüm
Türkiye’nin demokratik ve sosyal refah toplumu olması, tüm meselelerin ve tüm kesimlerce hep birlikte yeterince kapsayıcı ve çoğulcu bir toplumsal çerçevede diyalojik dayanışmayla ele alınmasına bağlı.
‘Ülkenin acil çözüm bekleyen yığınla meselesi var’ diye başlamayacağım bir yazıyı iple çekiyorum. Fakat sanki hayati önemdeki mevcut sorunları yetmiyormuş gibi daha zor yenileri de eşikte bekliyor.
İktidarın yönetsel yeti yitimi ile birlikte, toplumun tüm demokratik gelişim endekslerindeki yeri de belirginleşiyor.
Bir ülkeyi iktidarın yönettiği klişesi biliniyor. Fakat toplumsal muhalefetin de iktidarı ve ne şekilde yönettiğinin bilincinde olunduğunu sanmıyorum.
Özellikle de bu toplumda işler alışılmışın dışında bu kadar kötü gitmekteyken, bunun daha da önem kazandığı ve ne yapılması gerektiği hala idrak edilemedi.
“Kurtarıcı” muhalefet ve farklılıklar
O halde bu noktadan hareketle şu sorularla devam edelim:
Önemli bir kesimin bel bağladığı “kurtarıcı muhalefetin” tecrübeli siyasetçileri toplumu “doğru okumak” ve gerekli hamleleri zamanında yapmak konusunda ne kadar yetkin?
Yıllardır zaten iyice kıtlaşmış entelektüel sermayeden yeterince iyi beslenebiliyorlar mı?
Kanımca yaygın vasatlığın ve öfkeli gürültünün yarattığı şu bulanık, kakofonik ve tehditkar ortamda; sapı, samanı, yararlı otu ve nitelikli tohumları ayrıştırmak hiç o kadar da kolay değil!
Ayrıca bu ülkede demokratik anlamda liyakatli toplumsal eleştiri kültürü ve toplumla kaynaşmış güçlü bir siyasi muhalefet hiç bir zaman olmadı.
Tek bir muhalefet, hatta tek bir ana muhalefet partisi, örneğin tek bir CHP de, ilk veya son yıllarında olmadı.
Fakat sanırım hiç bugünkü kadar çok sayıda parti ve kendi içlerinde veya aralarında “farklılık” da olmadı.
Dahası, bu ince “kimliksel nüanslar” ile ayrışma derdine düşüldüğü, temsili demokrasinin bu kadar araçsallaştırıldığı ve siyasetin lümpenleştiği başka bir dönem de olmadı.
SEÇİM İTTİFAKLARI VE BENZEŞİKLİKLER
Geçtiğimiz haftaya bu açıdan bakınca iki “gelişme” göze çarptı: Bir yanda, Millet İttifakı’nın 6 parti temsilcisi demokratik toplumu nasıl tesis edecekleri konusunda uzlaştıklarını söyledi.
Diğer yanda, kendilerini Sol’da konumlandıran partiler 3. ittifakı kurdu. Onlar da Cumhurbaşkanı seçimi için değil, milletvekili seçimleri için, yani %20’lik bir grubu yakalayıp TBMM’ne girmek için güçlerini birleştirdiklerini açıkladı.
Yani her ikisi de sanki seçim olmuş, sonuçları alınmış ve iktidar devrilmiş gibi konuştu.
Doğrusu hala algoritmalarını izlemekte zorlanıyorum.
Haydi ciddi mantık ve diğer türden muhakeme hatalarını bir yana bırakalım. Hatta muhalefetin motivasyonunu kırmamak adına, göstermelik bir motivasyonla atlaya zıplaya çıktıkları basamakları da görmeyelim.
Epeydir ağırlıklı olarak bir rejim tasarımı söylemidir gidiyor. Peki seçilecek cumhurbaşkanının eline verilince tıkır tıkır iş göreceği söylenen ve kapalı kapılar ardında uzman temsilcilerle çizilen bu “yol haritası” toplumsal topoğrafyayı ne kadar doğru temsil ediyor?
Millet İttifakı ‘kimimiz “sosyal”, kimimiz “milliyetçi”, kimimiz “muhafazakâr”, vs. ama “hepimiz demokratız”’ diyor. Fakat, demokratik toplumlaşma kuram ve pratiklerini daha başından usul ve esastan ihlal ettikleri görülüyor.
Keza, ‘Demokratik İttifak adı altında solda birleştik’ diyenler de “sınıf bilinci” veya “her türden ötekileştirilmiş kimlik grubu bilincinden” söz ediyor. “Sol”un bugünkü Türkiye toplumunun küyerel dönüşümlerine tercümesinden fersah fersah uzak düştükleri ise gözden kaçmıyor.
ÜÇ BÜYÜK TEHLİKE
Öte yandan, demokratik ve sosyal refah toplumu olmakla ilgili tüm meseleler önce hep birlikte genel ve geniş bir kavramsal çerçeveden ele alınmalı. Yani eşzamanlı olarak ve disiplinler, boyutlar, düzlemler, ölçekler, diller, vb. açısından çoğulcu bakılarak teşhis edilmeli ve çözülmeli.
Böyle entegre düşününce, ülkenin karşı karşıya kaldığı en temel ve tehlikeli zorlukları, özellikle kavramsal çiftler olarak sunduğum üç kategoride toplamak mümkün:
(1) Yobazlık ve şiddet
(2) Cehalet ve eziklik
(3) Parçalanma ve kaygı
Bunların göstergeleri hemen her an yaşanan olaylarda rahatlıkla bulunabilir. Geçtiğimiz haftanın ortak gündeminden de hatırlanabilir: Örneğin, Hrant’ın 15 yıl önceki “faili meçhul“ katledilişinden, Enes’in “failleri belli” kendini katledişine kadar! Tarikat evlerindeki veya devlet yurtlarındaki gençlerin sahipsizliğinden, yoksul ve güçsüzlerin devlet veya özel sektör tarafından istismarı konularına kadar!
Bu temel ve tehlikeli çiftlerdeki öndeki eşler sırasıyla ve ağırlıklı olarak ahlaki, epistemolojik ve ontolojik tehditlere tekabül ediyor. İkinciler ise insanların bireysel/kolektif psikolojilerinin gerçek gündelik özel/kamusal yaşamda baş etmek durumunda kaldıkları olgular.
İktidar kendini devlet yönetimine getiren, hala da diri ve ayakta tutan ikincilere yapışmanın siyasi getirisini çoktandır keşfetti. Bu muhafazakar ve kapalı toplumda, bil(mey)erek hem yobazlığı, cehaleti ve parçalanmayı körüklüyor. Hem de onlara eşlik eden duyguları sömürmeyi ve kışkırtmayı ısrarla sürdürüyor.
Muhalefet yandaşlarının “Yok artık!” diyerek önden işaret etiklerini, adeta azmettirdiklerini özellikle yaparak üstelik. Böylece değil demokrasi, sağduyu veya kolektif makuliyet sınırlarını filan tanımadan, azim ve inatla “baskıcı gücün”, “kontrolün” kendinde olduğunu hatırlatıyor. Haddini, had bildirerek sürekli genişletiyor.
Muhalefet ise hala ikincilerin ne toplum, ne de kendinin siyasi yükselişi için hayati önemini kavramış görünüyor. O da bunlara ısrarla “algı yönetimi” ve “yandaş medya manipülasyonu” demenin ötesine henüz geçemiyor. Rasyonalist argümanlar ve bilişsel yöntemler ile halkı - yani “popülasyonun tamamını”- iktidarın sahtekarlıkları ve yetersizlikleri konusunda ikna etmeye uğraşıyor.
İKİ TEMEL SORUN
Bu gerçek tehlikelerle etkili başa çıkmanın yolu ise sadece toplumsal karmaşayı belirleyici en temel sorunları ciddiye almaktan ve öncelemekten geçiyor.
O bakımdan da şu iki toplumsal praksis çiftine dikkat çekmek isterim. Zira öncelikle bunların ilişkisel sorunlarını iyi anlamak ve demokratik yönetişimle çözmek gerektiği kanısındayım:
(1) Laiklik ve istismarcı dinbaz siyaset
(2) Milliyetçilik ve baskıcı devletçi siyaset
Bunların dördü üzerine de ayrı ayrı farklı açılardan ve niteliklerde bolca yazıldı. Kuramsal veya toplumsal pratikteki karşılıklarına değinmeme de gerek yok. Zaten kanımca şimdi önemli olan tanımları veya köklü tarihçeleri değil. Toplumda bugün ne durumda olduklarının doğru tanıları ve iyileştirilmeleri daha elzem ve öncelikli.
Çünkü Türkiye kolektif özne öncülünün modernleşme serüveninde bunların çatışmalarını hala çözümsüz bırakan salt geçimsiz eşlerin birbirlerini nasıl etkiledikleri filan değil. Kaldı ki, henüz şu üç husus da kolektif bilinçte henüz idrak edilmiş değil:
1.Bugün çözümlenmemiş laiklik ve milliyetçilik sorunlarının tüm siyasi partileri ve onların temsil ettiklerini varsaydıkları kesimleri, hem dikey hem de yatay eksenlerde kesiyor olması.
2.Çok dereceli bu eksenlerin bir ucunda oldukça sağlıklı, diğer kutuplaşmış ucunda ise son derece patolojik temsillerin yer alıyor olması.
3. Birincinin modern hukuk ile bağnaz dini ahlak pazarlığının “anacıl kaynaklı”, ikincinin ise benlik ve kimlik pazarlığının “babacıl kaynaklı” özerkleşme ve özgürleşme sorunları olduğu gerçeği!
TEK ETKİLİ ÇÖZÜM
Aylar öncesinden beri yazmakta olduğum gibi tüm bunların tek, en etkili ve kalıcı çözümü yeniden yakınlaşma pragmatiğinden geçer. Bunun da en basit karşılığı, yakın geçmişte yeniden gündeme gelmiş adıyla “helalleşme”; tüm siyasi söylemlere çevirisi ile ise “yüzleşme”dir.
Yani toplumsal yarılmaların yüzleşerek aşılması, derin veya sığ çatlakların onarımı ve yaraların sarılması demek. Bu da anaakım klişe ve eril egemen siyasi retorikler ile veya oy için ittifaklarla olmaz.
Hele, toplumun üçte birini türlü sebep ve gerekçelerle dışta bırakarak hiç olmaz.
Türkiye’nin tek “kurtuluş” çözümü ivedilikle en geniş partili siyaset çatısı altında ve demokratikleşme müzakereleri ile “yepyeni toplumsal sözleşme” başlığında görüşmelere ve uzlaşma arayışlarına geçmesi ile olur.
Liderlerin birbirleri ile birer ikişer değil, tüm vekillerin yukarıdaki ortak dertler üzerinden topluca tanışmaları ile olur.
Bu diyalogları topluma şeffaf yaparak, kendilerini ve birbirlerini topluma da tanıtmaları ve yurttaşları duymaları ile olur.
Aksi takdirde Türkiye ilelebet hiç bir yere geçemez. Sadece, bir “geçiş toplumu” olarak bile değil; “fetiş toplumu” olarak tarihe geçer, o kadar! Bu da sonraki yazımın konusu olur.
Bunlar da ilginizi çekebilir