Türkiye bir geçiş toplumu mu, fetiş toplumu mu?
Türkiye’de insanlar artık “maşaları” değil, kebap düşkünü bu toplumun tarihi mangallarındaki Osmanlı’nın küllerinde insanların yandığını görmeli.
Türkiye, evrensel modernleşme maratonunun 20. yüzyıl etabında geriden gelip gençlik ateşiyle dünyanın hayranlık dolu gözlerini üzerine çekmiş ve övgü dolu sözlerini toplamış bir ülke. Zira askeri disiplin ve kondüsyonu ile yüz metre koşarcasına atağa kalkmıştı.
Fakat zaman da durup, hala gençlik sevdalı ve asker kafalı bu demode “küresel oyuncunun” oryantalist kaprisleri geçsin de, keyfi yerine gelsin diye beklemiyor bir türlü. Hala aşırı iddialı gerçi ama işte, hem tüm kaynaklarını ziyan ettiği gibi gençleri ve askerlerinden başka gururlanacak pek bir şeyi kalmadığını, hem de yok pahasına ihraç ede ede onlara da artık sahip çıkamadığını dünya alem biliyor.
Dahası, 21. yüzyıla girildiğinden bu yana kendi anayasası dahil her türlü kural ihlali, takiye ve hileli kestirme yolları deneyerek sportif “adil oyun” ahlakına aykırı hareketleri ile zaten yine dikkat çekmekteydi. Bugün artık iyice yönünü karıştırmış ve oryantasyonunu şaşırmış durumda olduğu için, “konfüzyon” teşhisi ile tamamen diskalifiye olabileceği bile sanki hiç umurunda değil.
İşte bu her iki değerlendirmeme de sıcak gündemden birer örnek:
(1) Bir yanda, ibreti alemlik bir adalet, hak, hukuk ve vicdani muhakeme çürümesi örneği: AİHM’nin Kavala davası hakkındaki kararı ve Avrupa Konseyi’nin görüşü. Ve diğer yanda da, Dış İşleri Bakanlığı’nın yine bir “iç işlerimize burnunuzu sokmayın; bizim kendi mahkememiz var” minvalindeki tepkisi.
(2) Bir yanda, iktisattan siyasete, mühendislikten tıbba hemen her önemli sorunda ve elbette psikiyatristler de dahil olmak üzere, psikoloji disiplini dışından konuşanların her açıklayamadıklarına, yani bolca, “psikolojik” demeleri. Hemen herkesin, her an, yerli yersiz ve çarpık çurpuk “psikologculuk” oynadığı, fakat esas bu alanda yüzyıl geride kalmış bir toplum. Ve diğer yanda da, bir haftadır üzerine ahkam kesilen 9 yaşında bir çocuğun ve koskoca Cumhuriyet toplumunun yüzyıllık psikolojisi.
SARMALDAN ÇIKIŞ
Bu toplumda artık, en başta da “aklı başında” olduğu iddiasındaki siyaset, “bağımsız” medya, “sorumlu” aydınlar ve “özgürlükçü” entelektüeller olmak üzere, herkesin “sarmaldan çıkış bilinci” ile davranması gerektiğini idrak etmesi gerek.
Bunun için ilk yapılacak şey; “feodal bir kan davası” gibi sürdürülen kısır döngüsel örüntüyü kesmek. Kendi “modern görüntülü” katkısını fark etmek. Ve bu provokatif ajitasyona ivedilikle son vermek.
Özellikle muhalefet ve taraftarları tarafından bilinmeli ki, birbirinden berbat yolsuzluk ve hukuki usulsüzlük belgelerini, özellikle görsel ve yazılı kitle iletişim mecralarında birbirinden şiddetli feveranlarla, her an iktidar ve yandaşlarının suratına çarpmak erdem olmamanın ötesinde, kesinlikle “vicdan dürtme”, “yüzleştirme” veya başka bir işe de yarar değil.
Sadece irrasyonel, bozuk ve sanrısal olan durumlarla nasıl baş edeceğini bilememenin çaresiz öfkesinden başka hiç bir şey değil.
Tüm bunlar mevcut kültürel ve duygusal yarılmayı sadece derinleştirmekle kalmıyor. Göz göre göre, karşılıklı inatlaşmaya ve egoların restleşmesine kurban edilen insani, iktisadi ve sosyal kayıpları hızla çoğaltıyor.
Ülkedeki yıkıcı ve giderek vahşileşmiş kör şiddeti tırmandırıyor. Paranoid durumu ve o panik ile önden alınan toptancı despotik önlemleri sertleştiriyor.
FETİŞLER ZİNCİRİNİN KIRILIŞI
O bakımdan şimdi, önceki yazımda değindiğim “geçiş olgusu” ile birlikte “fetiş olgusuna” da bakalım. Bu haftaki görseli biraz da bu bakımdan özellikle seçtim.
Zira bu temsili zincirin her bir halkası Türkiye kolektif özne öncülünün, farklı tarihsel dönemlerinde popülist siyasete malzeme teşkil etmiş “sembolik araçları”. Bir kısmı “yerli ve milli”, bir kısmı ithal, fakat çoğu da intihal, taklit veya fason yerel üretim .
Başka bir deyişle, toplumun henüz tam açılmamış demokrasi bilincini, emeklemekte olan özerkleşme adımlarını, kazanılmamış düşünsel dilini, özneleşme kaygısını, dolayısıyla da son derece edilgen ve kısıtlı kalmış çağdaş yaşamsal davranış repertuvarını simgeleyen bir “esaret zinciri”.
Bu ülke yıllardır “Tutmayın beni; özerkleşemiyorum, özgürleşemiyorum!” diye sessiz çığlıklar atıp duruyor. Kah dışardaki veya içerdeki kadim dostlardan kurtarsınlar diye medet umuyor. Kah onları düşman veya terörist ilan edip niyetlerinden kuşku duyuyor. Fakat artık vatan bütünlüğü içinde şizoid parçalanmanın eşiğine geldi!
Özerklik adımlarını ancak bu tutsaklık halinden kendisini çıkararak atabilir. Geç veya güç; “demir tavında dövülür”!
Öyle görünüyor ki görseldeki temsili ulusal demir zincirin bayrak renginde kızarmış kor halkası nihayet kırılmış. Açılmasına da az kalmış. Fakat bu da yine tek taraftan asılmakla olacak şey değil!
Yani yayılan grevleri, başka türlü lokal ve ideolojik direnişleri, sosyal medyadaki “özgürlükçü” infial ve isyanları filan da kast etmiyorum sadece. Hayat pahalılığı, açlık ve insafsız kararlar karşısında bu yüksek tahammüllü ve otorite karşısında uysal toplumun bile sabrı topyekün taştı. Bütüncülleşetirici bir sinerjik inisiyatif bekliyor.
SEMBOLİZASYON
En tepedeki yönetici siyasetçilerinden yönetilen tüm yurttaşlarına kadar tüm demokratik failler oldukça meşakkatli ve dinamik bir özneleşme sürecinden geçerek oluşurlar. Bu süreç de ilk bebeklik anlarından itibaren, yani devletin kreşler dahil okullarından ve tarikatların Kur’an kurslarından çok çok önce biçimlenmeye başlar.
Bireysel/kolektif özneleşmenin başlangıcında ise sadece nesneler vardır. Özne öncülü de nitekim başkalarını önce birer nesne olarak deneyimler. Algıları geliştikçe bu nesnelere anlam yüklemleyerek ve onları manipüle ederek kullanmayı öğrenir. Fiziksel ve sosyal çevresiyle ilişki ve iletişimi böyle kurar.
“Özneleşme” süreci; yani ekolojik, toplumsal, kültürel ve siyasi çevresi ile kendisi arasındaki pazarlıklar, bu nesneler üzerinden başlar ve sürer. Gelişme de zaten öznenin özerkleşmesi ve diğerine olağan aktarımlarla olur. Temel mekanizma sembolizasyon veya simgeleştirmedir.
GEÇİŞ OLGUSU
Çoğu sıradan olan bu nesnelerin bazıları özne öncülü açısından çok daha özgül bir değer taşıyabilir. Yani bazılarına biraz daha yoğun duygusal ve bilişsel bağlarla bağlanılabilir. Benlik temsili bir anlam atfedilirse eğer, onlar birer özel ve öznel “takas nesnesine” dönüşür.
Böyle her hangi bir özel nesne, öznenin gelişimsel faaliyetlerinin öznel takvimine göre bir zaman sonra işlevini terk edebilir. Fakat gördüğü çok yönlü işlev başkaları ile ikame edilemezse “fetiş nesnesi” olur.
Başka bağlanma nesneleri ise ne kadar süre kullanılırsa kullanılsınlar “kendiliğinden” bırakılır ve unutulurlar. Başka nesnelere sembolik anlam veya işlev aktarımları ile öznenin gelişmesi devam eder. Bunlara da nitekim o sebeple “geçiş nesnesi” denir. Özne geliştikçe ve özneleşme olgunlaştıkça, “nesneler arası” ilişkiler de zaten “öznellikler arası” ilişkilere dönüşür.
Her iki tip nesne de son derece parçacı ve somut anlamlar atfedilen ve işlev gören somut nesneler ile başlar; örneğin bir emzik. Fakat bireysel veya kolektif öznenin gelişimsel seviyesine ve gördüğü işlevin türüne göre, toptancı ve soyut anlamı olan ve işlev gören nesneler arasından olabilir, örneğin bir ideoloji.
Nitekim, Türkiye’nin başarılı bir kolektif geçiş nesnesi ve başarısız fetiş nesnesi örneklerini önümüzdeki hafta yazacağım.
YÖNETİŞİM SİSTEMİ: AZM ETTİRME
Evrensel “geçiş olgusunu” anlamak, ilişkisel “geçiş alanını” ve takvimini iyi belirlemek ve fetiş veya geçiş nesnelerini zamanında ayırt etmek önemli. Taraflar için öznel anlam ve işlevlerini doğru okumak ise bazen son derece hayati.
Türkiye’nin henüz tüm toplumlaşma alanlarında ve kurumsal ölçeklerde, evrensel demokrasinin gramer veya hukuki söylemsel ve mecazi veya kültürel imgelemsel dillerini kazandığı söylenemez.
Farklı açılardan hep yazdığım gibi demokratikleşmesi emeklemekte olan bu melez toplumun tüm geleneksel-modern kurumlarında derin köklü bir siyaset rejimi var. Aile içi güç ilişkilerinden devlet teşkilatlanmasına ve uluslararası müzakerelere kadar aynı faili meçhul sistem çalışıyor.
Devletin bekasını ve toplumun birlikteliğini sağlayan bu güçlü ve dayanıklı yönetişim modelinin adı belli: azm ettirme ve edilme.
Türkiye tek adam rejimi ile filan değil; kendine vazife çıkaran, otoritenin beğenisini ve aferinini almak için azimle çalışan milyonlarca “kraldan çok kralcı” ve “hedef gösterme” zincirleme faaliyetleri ile yönetiliyor.
O halde, “dış ve iç mihrak” avcılığından derhal vaz geçilmeli. İnsanlar “maşalara” bakmayı bırakmalı; maşalardaki parmak izlerinin izlerini sürmeli. Onları izler veya dinlerken, kebap düşkünü bu toplumun tarihsel mangallarındaki Osmanlı’nın küllerinde artık insanların yandığını görmeli. Kavramlarla iz sürmeyi ve analitik düşünmeyi öğrenmeli.
Kısacası, 9 yaşındaki çocuğun bir “maşa” olduğunu sezenlerimiz, Sezen’in “her yerde” diye dışına ve evrensel poetik dilde ilettiği toplumsal acıyı damardan hissedenlerimiz, biraz daha sorumluluk üstlenmeli.
Kavala’nın artık bir evrensel sembol ve emsal teşkil edeceği tüm haksız davalara göz göre sessiz seyirci kalanlarımız, “ben zaten bunlara oy vermedim, onlardan değilim ki” filan demeyi kesip, vicdanen biraz daha olgunlaşmak için çaba sarfetmeli.
Ben de naçizane, fetişler ülkesine dönmüş Türkiye’nin hızlı geçiş, çıkış ve çözülme süreçleri üzerine yazmaya devam etmeliyim.
Bunlar da ilginizi çekebilir