Türk sağının Osmanlı modernleşmesinden bu yana aldığı seyir, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal tarihini anlamak için de önem taşıyor. Tarık Çelenk, Türk sağının “içeriden” bir analizini yapıyor. Yıllardır Türk sağı üzerine yazmaya, tecrübelerimi anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Ancak geldiğim nokta itibarıyla, düşünememe sorununu sadece Türk sağının değil, ulusalcı ve Kemalist düşüncenin veya hülasa Türk Modernleşmesinin temel sorunu olduğunu açık olarak görebilmekteyim. Bu modernleşme hikayesine, bilindiği gibi yüce devletimizi nasıl kurtarır ve nasıl eski ihtişamına kavuştururuz ile başlanmış, sonra da Cumhuriyetimizi kuranlar tarafından bu devleti maceralardan koruyarak, en azından bekamızı sağlayalım ile devam edilmişti.  Ama o eski ihtişam arayışı toplumun tutulamayan yasları içinde içimizde hep yer etti. Bir bakıma Türk Sağı ile Laik kesimin devlet anlayışları, Osmanlının restorasyon devleti ile Cumhuriyet devrimlerinin realist devletinin farkı ile ayrışmaya başlamıştı. Şu an 2022’deyiz. “Türk Sağının Düşünce Atlası” kitabımı yazdığımda tarih 2017 idi. Aradan 5 yıl geçti. Bu 5 yıl bu anlamda boşa geçmeyen bir 5 yıl oldu. Bu konuda birçok makale yazıp, programlar ve söyleşiler yapabildim. Öyle ki, bende hukuku olan Sağın ağır ağabeyleri dahi sıkça “yeter artık bırak Sağ ile uğraşmayı biraz farklı konulara yönel” sitemlerini bana iletiyorlardı. Halk filozofu maruf bir dost ise “Yazdıkların doğru da olsa öfke çekmesin. Bir paradigma değişmekte, sen bu sürece katkıda bulun” tavsiyesini yapıyordu. Gerçekten bir paradigma değişimine İhtiyaç vardı. Ancak mahalle bunu talep eder miydi henüz bilemiyoruz. Bir başka entelektüel arkadaşım da Türk Sağının bugünkü düştüğü durumu “epistemik riyakarlık” olarak nitelendiriyordu. Belki bir paradigma değişimi, başka bir değişle öze dönme şu anki epistemik veya örgütlenmiş riyakarlık sorununa da çare olabilecekti. Aslında başından bu yana yapmak istediğimde buydu. Belki anlatımda veya anlaşılmakta eksikler vardı. Türk Sağının, Kürtlerin siyasal anlamda yaşadığını, Osmanlı Ermenilerinin, öldüğünü kabul etmeme sorunu devletin kaygılarıyla iç içedir. Ağır ağabeylerin konumu, muhafazakâr burjuva ne işe yarar, komplocu bakış ve neden inançlarını kaybediyorlar türünde yazılarım hep bu paradigma değişimine yol açmak için yapılan gayretlerdendi. En büyük meselelerden biri de mahallede, aydından avamına kadar herkesin az çok her şeyin farkında olması ama “bırakın yaraları kaşımayalım” modunu tercih etmeleriydi. Belki bunda mahalle baskısı, bireysel özgüven yetersizliği veya iktidar nimetlerinden yoksunlaşma endişesi gibi nedenler de vardı. Türk Sağı meselesinin ortalama Türk insanının meselesi olduğunu görmemiz gerekiyor. Yıllar önce Şevket Süreyya Aydemir, Kemal Tahir ve Oğuz Atay gibi değerli yazarlarımız insanımız hakkında oldukça geçerli tarihsel gözlemler yapmışlar bugünlere ışık tutmuşlardı. Bugün de o günlerden bu yana pek bir şeyin değiştiğini söyleyemiyoruz. Paradigma değişimi derken de bu işi aslına döndürmekten bahsediyoruz. Yani Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” vasiyetine dönebilmeyi. Milliyetçi Hareketin önemli simalarından Dündar Taşer’in vurguladığı “Fenafidevlet” yani insanın devlette yok veya hiç olması süreci, bugün popülist siyaset ile karışım yaparak zirveye ulaşmış durumda. Bir başka değişle, devleti yaşat ki insan yaşasın hep şiarımız. Yani bunda son 200 yılda yaşadığımız bugün de zirveye ulaşan bir anlayışı kastetmekteyiz. Bu çağdaş anlamda, İnsanımız ve devlet arasındaki ilişkiyi belirleyen şark usulü bir Hobbsiyen bir metot tanımının karşılığıdır da. Bu anlayışta ısrar edilmesi, Türk Sağında paradigma değişiminin gerçekleşmesini pek mümkün kılmamaktadır. Hobbes insan doğasına pek iyimser bakmaz. Hobbes katı bir materyalist felsefe savunucusudur. Siyasette monarşiyi benimsemiştir. Ona göre toplumda düzenin sağlanabilmesi, ancak bireyler haklarını ve özgürlüklerini Leviathan isimli bir Ejderhaya başka bir deyişle Ölümsüz Tanrı’ya/ devlete devretmeleri ile sağlanabilir. Bunun karşılığı olarak ise Leviathan’dan/ Devlet ’den insanlar düzen ve güvenlik hizmetlerini alabileceklerdir. Tanrı ve öteki dünya anlayışında olan John Locke ise Hobbes’a göre insan doğası hakkında iyimserdir. Devlet felsefesini bu iyimserlik ve güvene göre tanımlamıştır. Locke gelenek ve otoritenin her türünden kurtulmak gerektiğini savunur. Locke, birey hakları için devlet iktidarını sınırlandırmanın gerektiğini öngörür. Bunun içinde kuvvetler ayrılığını savunur. Locke ayrıca yaratılıştan gelen haklara müdahale edilemeyeceğini de ifade eder. Şahit olduğu siyasi deneyimler Locke’a mutlak iktidarın tehlikelerini yaşatmıştır. Bu durum düşünce tarzını etkilemiştir.
Türk sağının hikayesi, Yıldırım Bayezid ve Yavuz Selim’in Anadolu Türkmenlerini sert tasfiyesinden sonra, taşranın entelektüelsiz ve duygularıyla, merkeze karşı yürüyüşlerini içeren düşük şiddetli bir devriminin hikayesidir.
Hobbes ve Locke’un bize öğrettiklerine tekrar bakarsak, acil gereklilikler veya kader coğrafyası son 200 yılda devletimize hep Hobbsiyen bakış açısını benimsetmiştir. İfade ettiğimiz üzere “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” yerine “Devleti yaşatmak için insanların doğuştan gelen bazı hakları ihmal edilebilir” e geçiş yapmışız. Bu arada 17. Yüzyılda yaşamış söz konusu filozofların eserlerinin de Türkçe çevirilerinin ülkemizde ancak 1993’ten sonra yayınlanabildiğini de not olarak hatırlatalım. Türk Sağının sorununun özde, başta belirttiğimiz gibi aslında bir Türk modernleşme hikayesinin başlangıç sorunu olduğunu ifade etmiştim. İleride Türk düşünce hayatı veya modernleşme macerasının sorunları üzerine de çalışmak ve yazmayı arzu ederim. Gerçek bir sivil alan ve burjuvanın bu sıkışmışlığı ferahlatacağı inancını ve tespitlerini de taşımaktayım. Kitabı okuyanlar, orta yaş, yaşlı kuşağın ve bugünün gündeminden hiç düşmeyen özel seçilmiş konuların analiz edildiğini göreceklerdir. Bu konuların işleniş tarzı, sizlere başta Türk Sağının ve devletin nasıl bir paradigma değişimine ihtiyacı olduğuna dair ipuçlarını da verecektir. Bu açmazın çözümü, ya devletin Türk Sağını paradigma değişimine zorlamasına ya da Türk Sağının devleti paradigma değişimine zorlamasına bağlı gözükmektedir. Kitabın başlığını Hasan Aksakal ile tartışırken, Alman tarihçi Reinhardt Koselleck’in (1923-2006) “Kriz ve Kritik” çalışmasından esinlendik. Dil bilim üzerine de çalışma yapan Koselleck’in kriz ve kritik arasındaki ortak dil geçmişinden, Hobbsiyen devlet eleştirisine kadar entelektüel tarihi etkileyen tezleri bizim kitap içeriğine de çok uyuyordu. Türk Sağını anlatırken, bilindiği gibi mahalle, taşra ve göç sosyolojilerini kullanmaktayım. Bir bakıma bu mahallenin hikayesi, Yıldırım Bayezid ve Yavuz Selim’in Anadolu Türkmenlerini sert tasfiyesinden sonra, taşranın entelektüelsiz ve duygularıyla, merkeze karşı yürüyüşlerini içeren düşük şiddetli bir devriminin hikayesidir. İşte mahallenin krizi ve kritiğini, bu kitapta bu zihinsel arka planımı kullanarak yapmaya çalıştım. Halen de mahallesini terk etmeyen ve etmeyecek biri olarak şimdilik bunları görebildim.