Türk Dış Politikası = ‘Tek kişinin siyasi bekası için yürütülen dış ilişkiler’
Eski bir asker, şimdilerde Deva Partisi’nde siyaset yapan Metin Gürcan, Türk dış politikasının Erdoğan’ın kişisel bekası için yürütülen dış ilişkilere dönüştüğü tespitini yaptı. Gürcan, devletin resmi kayıtlarına girmeyen tavizlerin ülkeye gerçek maliyetinin gelecekte ortaya çıkacağını da söyledi
Sunuş
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Soçi’de Rusya lideri Putin ile buluştu. Peki bu görüşmede ne bekleniyordu, ne sonuç aldık? Dahası Türk dış politikasında siyasal tercihler ne? Bunları ve daha pek çok soruyu eski bir asker olan ve Deva Partisi’nde siyaset yapan Metin Gürcan ile konuştuk.
Gürcan, Türk dış politikasının olmadığı tespiti ile başladı söyleşiye. Örneğini de son Soçi Zirvesi’nde bir sonuç bildirgesinin ve basın toplantısının olmaması ile somutlaştırdı.
Dış politikanın topluma ekonomik maliyetine ilişkin herhangi bir araştırma olmadığına dikkat çeken Gürcan, kişiselleştirilmiş, bir kişinin siyasi bekasına endekslenmiş bir dış politikanın Türkiye’ye maliyetin her alanda ağır olduğunu söyledi.
Murat Aksoy
Soçi Zirvesi yapıldı. Beklentiniz neydi, sonuçları ne oldu?
Erdoğan ile Putin’in 29 Eylül görüşmesi 18 ay aradan sonra yapılan ilk yüz yüze görüşme. Artık Türkiye-Rusya ilişkileri o kadar kişiselleşti ki Erdoğan ve Putin görüşmeden meseleler konuşulamıyor, sorunlar çözülemiyor. Erdoğan’ın bu görüşmeye Dışişleri Bakanı’nı götürmeye gerek bile duymaması aslında birazdan daha da açacağımız dış politika yapım ve icra süreçlerinde kurumların çöküşünün en önemli ispatı.
Ayrıca görüşme baş başa. İki lider ne konuştu, Moskova’ya ne taahhütler verdik, onlardan neler istedik? Bunları hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Hadi bizim bilmemiz önemli değil diyelim; devletin aklı, hafızası ve arşivleri de Sayın Erdoğan’ın paylaştığı kadarını bilecek. Bu da yine artık ortada dış politika diye bir şey kalmadığını, dışarıdaki tüm hikâyenin aslında ‘Tek kişinin siyasi bekası için yürütülen dış ilişkiler’ kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini bize dayatıyor.
SORUNLARI DEĞİL KARDEŞLİĞİN GELECEĞİNİ KONUŞTULAR
Görüşmenin gündemi neydi peki?
2.5 saat süren, aktif görüşme için 40-45 dk. kalan bu görüşmede aslında bence sadece Erdoğan ve Putin düzeyinde niyetlerin testi, iradelerin beyanı ve karşılıklı bazı önemli konularda, ki bu önemli konular bence Türk dış politikası açısından önemli değil ‘tek kişinin siyasi bekası’ açısından önemli, potansiyel işbirliği imkanları tartışıldı.
Bence bu görüşmede Erdoğan ve Putin; İdlib, enerji, güvenlik, turizm, Libya, Ukrayna gibi sorun alanlarında teknik konulara girmediler. Zaten zaman da yoktu. Sadece Erdoğan-Putin kardeşliğinin ileride nasıl devam edebileceğine dair temel ilke ve prensipler hakkında konuştular. Zaten o nedenle görüşmeden sonra ne bir Sonuç Bildirisi yayınlandı ne de liderler medya önüne çıktı. Bu nedenle görüşmenin sonuçlarını anlamak için artık sahaya bakacağız ve sahadaki gelişmeleri analiz ederek görüşmenin detaylarına ve sonuçlarına ulaşacağız.
Bir süredir yeni parti S-400/S-500 alınması konuşuluyor. Bu neyin karşılığında olur?
Eğer böyle bir şey olursa bu bir taviz olur. Biliyorsun Erdoğan-Putin ilişkilerinde temel dinamik şu: ‘Erdoğan Putin’e siyasi rüşvet verir, Putin de karşılığında Erdoğan’a ya zaman verir ya da destek çıkar.’
Peki ilk partiyi aldık, ne yaptık? Bilmiyoruz diyoruz ama aslında bu yüzden aldık. 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişiminden sonra ABD-NATO ve Batı savunma bloğunun bence hatalı bir şekilde Türkiye’ye sırtını dönmesinden sonra Putin bu boşluğu, güven bunalımını çok iyi gördü ve boşluğu doldurdu. Biz S400 alarak Putin’i gördük, o da bizi gördü.
BİZİMKİSİ ULUSAL DEĞİL BİREYSEL ÇIKAR
Şimdi niye ikinci parti alma tartışması var?
Demek ki şartlar gene Erdoğan’ın Putin’i görmesi, karşılığında Putin’in de Erdoğan’ı görmesini dayatıyor. Ekmek köfte ilişkisi bu. Sen beni göreceksin, ben seni göreceğim. Biden’la tam da bu yüzden Erdoğan’ın kurmak istediği bu tarz ilişki çalışmadı. Biden meselelere kurumsal bakıyor. Erdoğan’la zırt pırt telefonla görüşmek, yüz yüze görüşmek istemiyor çünkü kurumlar işini yapsın, bize gerek kalmasın kafasında. Bu kafa ‘tek kişinin siyasi bekası için yürütülen dış ilişkiler’ paradigmasına ve aşırı kişiselleşmiş dış politika tarzına uymaz.
Aslında Ankara, Putin’e verilen siyasi rüşvetlerle zaman kazanma stratejisini uyguluyor. İdlib’te, Suriye’de, Soçi’de doğrudan dememiştir ama Putin şunu ima etmiştir: ‘Hadi sana bi 5-6 ay daha verdim.’ Ama İdlib’teki gelişmeler artık siyasi rüşvetlerle zaman kazanma stratejisinin sona erdiğini bize dayatıyor. Çünkü başta İdlib olmak üzere artık sahadaki gerçeklik, Ankara’ya şapkanı önüne koy bu mevzuları ciddi ciddi düşün anlamına geliyor.
Eğer Türkiye olarak biz başta İdlib’ten sonra Suriye’nin kuzeyinden bir çekilme takvimi ortaya koymazsak, nasıla dair bir çözüm önerisi ve model geliştirmezsek, görünen o ki Rusya ve Şam yönetimi İdlib’deki kalışımızın, asker tutmamızın askeri maliyetlerini yükseltecek. Askeri maliyet derken 11 Eylül’de 3 askerimizin şehit edildiği ‘faili meçhul’ anti tank füze saldırısı gibi saldırıları kast ediyorum. Ankara bu saldırı karşısında kimden hesap sorulabildi? Kimseden. Bu durumun yarattığı sonuçlar var.
Nelerdir onlar?
Bu mesela hesap soramamanın yarattığı acziyetin Türkiye’nin yurt dışındaki caydırıcılığına, itibarına olan zarardır. Siz yurt dışına operasyonel maksatlarla asker gönderiyorsunuz, bu askerlerinizi üs bölgelerine dağıtıp sonra da ‘unutuyorsunuz.’ Kafalarının üstünde bir yüksek irtifa hava savunma füze şemsiyesi yani çatı yok. Lojistik ikmal, şehit, yaralı ve hasta tahliyesi, acil durumlarda takviye imkânı hep kısıtlı. Moskova’nın paşa gönlüne bağlı. Canı istediğinde hava sahasını size açıyor, canı istemediğinde açmıyor. Bunu da siz Mehmetçik’in kanı ve canı olarak ödüyorsunuz.
1.5 YIL SONRA İDLİB’DE AYNI YERDEYİZ
Sizce bu durum sürdürülebilir mi?
Ki mesela 27 Şubat 2020’de bu oldu ve 37 askerimiz yol kenarında sığındıkları bir bina içinde Esad güçleri envanterinde olmayan bir güdümlü beton delici uçak mühimmatı ile şehit oldu. Sonra 5 Mart’ta Soçi’de görüşme oldu ve yeni bir çekilme takviminde uzlaşıldı. Aradan 1,5 yıl geçti. Ne değişti? Gene aynı yerdeyiz. Gene İdlib’te askerlerimiz ‘faile meçhule‘ kurban gidiyor. Gene İdlib’te siviller hava saldırıları ile ölüyor. Gene sınırımızda 2 milyona yakın düzensiz sığınmacı olası bir saldırıda Türkiye’ye kaçabilmek için tetikte bekliyor. Demek ki artık İdlib’te zamana yayma, bunun için de Putin’e siyasi rüşvet verme stratejisi işlemiyor. O zaman yeni bir oyun kurmak lazım. Bu oyunu kurmak için de diplomatik seferberlik lazım. Ama ne yazık ki Ankara’da artık ne diplomat ne de devlet adamı kaldı. Burada temel sorun, dış ilişkilerde aşırı kişiselleşme, kurumların çöküşü, devlet aklının yok olması, zamansan savrulmalar, dış politika meselelerinde her kafadan ses çıkması ve bunların bileşkesinin yarattığı Türk dış politikasındaki tutarsızlık, kestirilemezlik ve öngörülemezliktir.
Dış politikada hedeflerdeki belirsizlik derken kastınız nedir?
Bunu bir örnekle açıklayalım. Mesela İdlib. Burada Türkiye’nin nihai siyasi hedefi nedir? Acaba karar alıcılarımız 2025’te nasıl bir İdlib hayal ediyor? Bu İdlib için diplomatik ve güvenlik ortamını nasıl şekillendiriyor? Yoksa İdlib’te ucu açık süreçlerle günü mü kurtarıyor, sürecin peşinden mi koşuyoruz? İdlib’te artık reaktif değil, proaktif olma, oyun kurma, çözüm üretme ve bu çözümü de Şam dahil tüm aktörlere dayatma zamanı. Bu konuda bir netlik olmalıdır. Bu netliği ortaya koyacak olan ise siyasettir, iktidardır. Ama iktidar malum dış politikada sürekli Tatar Ramazan misali ‘oyun bozuyor.’ Oyun boza boza dış politikayı da bozduk. Ama belki de hani malum dış güçler tam da Türkiye’nin oyun boza boza enerjisini harcayıp oyundan düşmesini istiyor. O yüzden sürekli önümüze yeni oyunlar atıyorlar. Mesela Libya’da, Doğu Akdeniz’de ‘Nasıl oyun boza boza oyundan düşülür’ün kitabını yazdık….
Mesela İdlib’te asker kalsın mı, çekilsin mi? Siyasi iktidarın bu soruya cevap vermesi ve bunu da muhataplarına yani Amerika, Rusya, Şam, İran’a anlatmalı ve bunun askeri maliyetine de katlanmalıdır. Ama bunun için önce karar verilmesi gerekir. Bizim dış politikada sorunumuz, İdlib örneğinde olduğu gibi nihai siyasi hedeflerin olmamasıdır. Oradaki askerler de benzer soruları soruyorlar kendine. Bence generallerin emeklilik talebi de bununla ilgili. Adamlar siyasi hedeflerin olmamasından kaynaklanan belirsizlikle sahadaki, taktik seviyenin haykırışları arasında sıkışmış kalmış belli ki.
İşleyiş nasıl olmalı?
Şayet siyaset kurumu askere ‘Hele siz bi İdlib’i askerlerle tutun. Çok da sorun çıkarmayın. Adam gibi durun üs bölgelerinde’ derse askerin ‘Niçin duruyoruz? Durmamız ne işe yarıyor? Daha ne kadar duracağız?’ gibi doğrudan askeri planlama ve icra için önemli sorulara cevap veremiyorsa, burada sorun başlar işte. Aynen ABD’nin Afganistan’da yaşadığı da buydu. Hani ‘İdlib Afganistanlaşıyor’ diyorlar ya. Aslında Türkiye’deki sivil-asker ilişkileri açısından da Afganistanlaşıyor. Yani İdlib konusunda sahadaki (taktik seviyedeki) askeri zorunluluklar ile siyasi belirsizlik örtüşmüyor. Ve askerin sahadaki kahramanlık hikayeleri ile taktik başarıları büyük resimde siyasi belirsizliği kapatamıyor.
Bütün kararların ayak üstü alındığı, sahada bedel ödeyen generalleri ve askeri dinlemediğiniz, o anda ve orada olan kişilerle toplanılarak işin kotarıldığı süreçlerle İdlib’i yönetemezsiniz artık. İdlib artık Türkiye’ye bazı kararları almayı dayatıyor.
ARTIK KARAR ZAMANI
Ne gibi?
Mesela iktidar Suriye konusunda artık karar vermek zorunda. Bakın mesela Ürdün, Esad ile barıştı. Oysa 2013’te Ürdün Obama’nın ‘Eğit Donatla Esad rejiminin yıkılması’ projesine bizden önce teşne olmuştu. Şimdi Kral Hüseyin pragmatist bir U-dönüşü ile Şam’la hızla normalleşiyor. Sınırlar açıldı, Ürdün-Suriye uçuşları başladı. Adamlar Ürdün’deki Suriyeli sığınmacıların geri dönüşünü bile tartışıyor. Peki biz neden bunu yapamıyoruz? Oysa bizim hala Suriye’den bir çıkış stratejimiz yok. Çıkamayacağın yere, çıkış stratejin olmayan yere girmeyeceksin. Hele ‘rejim değişikliği’ falan için hiç girmeyeceksin. Bu günümüz küresel güvenlik ortamında genel bir prensip. O nedenle her çatışma alanında ‘rejim değiştireceğim’ diye elinde salatalık misali bekleyene tuzluğu yani askeri kapıp hemen koşmamak lazım.
Rusya’nın Suriye’de siyasi hedef ise çok net. Önce ABD’yi sonra Türkiye’yi askeri anlamda Suriye’den çıkarmak ve dünyanın yeniden Esad’ı meşru bir aktör olarak kabul etmesini sağlamak, bu sayede de Doğu Akdeniz’deki askeri ve ekonomik kazanımlarını tahkim etmek. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise operatif konuşuyor. Yani dış politika süreçlerini zamana yayarak siyasi ömrünü uzatma derdinde. ‘Hele bir önümüzdeki seçimleri kotaralım gerisine Allah kerim’ mantığı ile Suriye’yi, hele de İdlib’i yönetemezsiniz. İdlib bize acı bir reçete dayatıyor. Bu açı reçetedeki açı ilaçları içmedikçe de maliyet artıyor, ilaçlar daha da acılaşıyor. Putin ise diplomatik konuşuyor. Rusya’nın İdlib’deki hedefi, Ankara’dan bir çekilme takvimi istiyor. Çok net. Bakın siyasi hedef budur işte. İkincisi de Esad ile temasa geç diyor, sorunları Şam’la konuş diyor. Soçi’de de bu söylenmiştir. Şimdi siyasetin bu konuda bir karar vermesi lazım; Esad’la konuşacak mıyız, konuşmayacak mıyız?
Sizce?
Bakın Ürdün’e. Suriye-Ürdün yakınlaşmasına bakın. Ürdün bizden daha hızlıydı Suriye’deki rejim değişikliği konusunda. Ama pragmatik U dönüşüyle yakınlaştılar. Heyetler birbirini ziyaret etti, iki ülke arasında ticari uçuşlar başladı, sınır kapıları açıldı.
Ancak biz aynı esnekliği göstermiyoruz. Neden? Dış politikada Sayın Erdoğan’ın aşırı kişiselleştirdiği Şam ve Esad’dan nefreti yüzünden. “Ben Sisi ile aynı odada bulunmam, Esad benim kan düşmanım” yaklaşımı ile dış politika sürdürülemez. Sisi ile aynı ortamda bulunamazsan Mısır ile ilişkilerini normalleştiremezsin.
Şunu da ifade edeyim; bu kişiselleşmiş dış politikanın maliyeti yüksek ve sürekli tavizler verilerek zaman kazanılıyor ama bu tavizleri, görüşmeler ne kadar resmi kayda geçiyor bilmiyoruz. İleride çıkacak bunlar. Yani torbadan çok enteresan kutular çıkabilir.
Ama tabi bir de şu gerçek var. Esad da sütten çıkmış ak kaşık değil. Özellikle toprak kontrolünü yeniden sağladığı Hama-Humus’ta, en son Dera’da toplu infazlar, tutuklamalar ve sivillere yönelik toplu cezalandırmalar ve şiddet oldu. O nedenle ben İdlib’i Esad’a verdik mi her şey düzelir yaklaşımını da fazla romantik ve gayri insani buluyorum. Esad’ın zulmü ve halkına ödettiği bedel onun sicilini çok bozuk yapıyor. O nedenle İdlib’te sıkışan yüzbinlerce sivil, kadın, yaşlı ve çocuk sadece Esad’ın insafına da terk edilemez. Tam da bu nedenle Ankara’nın Suriye’de çıkarı olan Avrupa ülkeleri, ABD, Rusya, İran başta olmak üzere tüm aktörleri sürece katarak bir çözüm modeline ve zaman takvimine işi oturtmalı.
Bu durumda bir kez da şu soruyu soralım, Türk dış politikasının dayandığı temel nedir?
Türkiye’nin dış politikasında önce bir çerçeve çizmek gerekiyor. Bu çerçevenin temeli; Türkiye’nin artık dış politikası diye bir şey yok. Dedim ya: Dış politikada atılan tüm adımlar, iç siyasi tüketim için. Dış politika dediğimiz şey ayrı ve bağımsız dönmesi gereken bir eksen ama şu anda iç siyasetin üzerine yapışmış durumda.
Bunun temel nedeni de Sayın Erdoğan’ın tek kişilik siyasi bekası ve yaklaşan seçimleri yeniden kazanmak. Yani dış politikada atılan her adım, Erdoğan’ın dışarı ‘muhatap alınma’ isteğine, bunun üzerinden ‘Dünya Lideri’ tanımının içinin doldurulmasına ve tüm bunların da iç siyasi tüketim için kullanılmasına yarayacak şekilde atılıyor.
Peki bu politikada herhangi bir başarı söz konusu mu?
Elbette değil. Bütün bu politikaların bize dönüşü, aşırı kişiselleşmiş dış politika. Tek kişinin siyasi bekası için yürütülen dış ilişkiler geldiğimiz nokta ne yazık ki, büyük ölçüde başarısızlık söz konusudur.
Bu politika nasıl işliyor?
Bu aşırı kişiselleşmiş dış politika tercihidir. Tek kişinin siyasi bekası için yürütülen dış politika. Bunun da iki boyutu var. Birinci boyutu dışarıda muhatap alınmak istiyor, ikinci boyut da “dünya lideri” söylemi ile bu muhataplığı medya gücü vasıtasıyla propagandasını yaparak kendi tabanı başta olmak üzere iç siyasete pazarlaması. Şu anda Türkiye’nin bütün dış politika tercihleri bu yönde şekillenmiş durumda. Örneğin ABD başkanı Biden muhatap alacak, Putin muhatap alacak, Avrupa liderleri muhatap alacak. Bütün bunlar birer başarı olarak içeride topluma anlatılacak. Tam da bu nedenle bu liderler diplomasisi diyorlar.
Ne yazık ki işleyişte hedef bu olsa da gerçekler farklı. Erdoğan’ın kişisel özellikleri ve dış ilişkilerde gelinen nokta; çatışmacı, kavgacı, atara atar, gidere gider tarzında bir politik süreç. Yani Türkiye olarak, bir uzlaşı çabasında, bir arabuluculukta, bir çatışma çözümünde, demokrasi, özgürlük gibi alan ve konularda uluslararası ortamda bizim itibarımız neredeyse yoktur.
TATAR RAMAZANLIK YAPIYORUZ
Peki nasıl muhatap alınıyoruz uluslararası ilişkilerde?
Genelde mevcut statükoyu çok da önemsemeyen, bir şeyleri değiştirmek isteyen bölgesel askeri bir aktivizmle oluyor bu muhataplık. Yani oyun kuran değil, oyun bozan bir politika bu. Dış politikada esas olarak yaptığımız dedim ya: Tatar Ramazanlık.
Burada şuna dikkat etmemiz gerekiyor. Bu her ne kadar bizim siyasi iktidarın tercihi olsa da uluslararası aktörlerin hedefi de bu olabilir. Yani bizim enerjimizi harcatarak zayıf düşürmek.
Bu politik tercih sonuçları ne oldu?
İlki kurumların içinin boşalması, ikincisi Dışişleri Bakanlığı’nın örselenmesi ve sekretarya haline gelmesi de var. Bu yüzden olsa gerek, Sayın Erdoğan’ın liderler diplomasisi olmasa ya da Saray’ın müdahalesi olmazsa, sorun çözemiyoruz.
Kişilerin öne çıktığı yerde kurumlar işlevsiz. Dış İşleri Bakanlığı hiç olmadığı kadar şu anda işlevsiz durumda. Monşerler söylemiyle, kurumsal kültür, mesleki tecrübe ve uzmanlık şu anda bitmiş durumda. Dışişleri bakanlığı şu anda genelde sekretarya hizmeti sunan ama buna rağmen propaganda makinesi rolüyle karşımızda.
İkinci bir sonucu da…
DIŞ POLİTİKADAN KİM SORUMLU?
Evet…
Kurumsal çöküşün doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan çok seslilik. Yani Ankara’da kim konuşuyor? Ağzı olan konuşuyor dersek yanlış olmaz. Cumhurbaşkanı konuşuyor, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü konuşuyor, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı konuşuyor, tabii Dışişleri Bakanı konuşuyor, Savunma Bakanı da konuşuyor. Ömer Çelik AK Parti sözcüsü konuşuyor, Efgan Ala AK Parti Dışişlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı konuşuyor. Bu kadar kişi konuşunca bunların bir kısmı birbirinden farklı açıklamalar oluyor doğal olarak. Birinin A dediğine diğeri B diyor.
Yabancılar bize soruyor, Ankara’da kim konuşuyor, dış politika kimden sorumlu diye. Bu da bizim tutarsız, öngörülemez ve kestirilemez bir aktör olarak algılanmamıza neden oluyor.
Özetle bu tablo, kişiselleşmiş dış politikanın, Cumhurbaşkanının doğrudan karakterinin yansımasını görüp, yaşadıklarımız.
Bu dış politika gerçek mi?
Elbette değil. Türkiye’nin geleneksel reel politik perspektiften farklı izlenen politika. Oysa bizim stratejimiz, Atatürk’ün koyduğu ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ genel stratejimizdir. Kendi içişlerine kimseyi karıştırma, başkalarının içişlerine de çok da burnunu sokma. Devletleri kara bir kutu olarak gör. Bu klasik realist öğretiyle şekillenmiş bir yaklaşımdır. Bu aynı zamanda istikrara, statükoya ve barışa hizmet eden bir dış politikadır. Bu kadim bir gelenektir ve cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam etmektedir.
Oysa siyasi iktidar revizyonist. Statükoyu kutsayan değil revizyonist bir duruşu var.
Bu yaklaşımın sonuçları nedir sahada?
Dışarıda büyüme ihtiyacı. Bu büyümenin içerisinde Osmanlı bakiyesi olan coğrafyayı yeniden keşfetme, politik anlamda Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya nizam verme, Balkanlarda bize sorulmadan yaprak kımıldamaz, Afganistan’da etkiliyiz vs. Yani her yerde varız, etkiliyiz. Elbette bunu içeride medya propagandası ile pazarlamak kolay. Ama gerçekler bu değil.
Ben de isterim Türkiye’nin etki ve ilgi alanlarını genişletmesini, yeniden kendi kültür havuzuna açılmasını. Ama bunu yapmanın koşullarını da oluşturmanız lazım. Bunu şu anda hükümetin yaptığı gibi temelsiz sert bir askeri güçle değil, yumuşak bir güçle yapabilmeliyiz. Bugün en çok ona ihtiyacımız var.
Ama yok…
Yok. Oysa bizim esas sorumuz Türkiye’nin bu büyüme algısı demokratikleştirilebilir mi? Bakın temel soru bu.
Şu anda öyle bir dönemden geçiyoruz ki, bölgemize çözüm önerebilen, sorun çözen, esnek ittifaklar kuran, diplomasiye ağırlık veren kazanıyor. Mesela Yunanistan, Türkiye’ye karşı bu politikanın başarılı bir örneği olarak karşımızda.
Nasıl?
Yunanistan Türkiye ile ikili ilişkilerden kaçınıyor. Konuyu doğrudan Türkiye-Yunanistan meselesi haline getirmiyor, doğrudan AB’yi devreye sokuyor, bizi tahrik ediyor. Biz hafif bir güç gösterdiğimiz zaman hemen AB’ye ve NATO’ya bizi şikâyet ediyor. Ben buna kazan fermanı diyorum.
Yukarıda dış politikada büyümenin demokratikleştirilmesi dediniz. Açar mısınız bunu?
Bu bir teorik eleştiri. Ben büyüme çabasına kesinlikle karşı değilim. Bunu zaten yapmamız lazım. Ama bu büyüme nasıl demokratikleştirilebilir, nasıl ekonomi ve refah odaklı olabilir. Bizim bunun üzerine düşünmemiz lazım.
Şu anda bu büyüme stratejisi aşırı güvenlikleştirilmiş, aşırı askerileştirilmiş, aşırı istihbaratlaştırılmış ve beka söylemi odaklı bir dış politika anlayışına dayanıyor. Refah odaklı, demokrasi odaklı, ekonomik kalkınma odaklı bir dış politka yok.
BU DIŞ POLİTİKANIN EKONOMİK MALİYETİ ÇOK AĞIRDIR
Örnek lütfen?
Mesela S-400 alımı. Bize maliyeti 2.5 milyar dolar. Verdik aldık. Peki şu an nerede, ne durumda? Bu atara atar, gidere gider, oyun bozan, sonunu düşünen kahraman olamaz, biz bitti demeden bir şey bitmez söylemine dayanan dış politikanın sonu...
Bu dış politikanın veya Sayın Erdoğan’ın kişisel tercihlerinin vatandaşın cebine maliyetleri var. İşte bunların göz önüne alınması gerekiyor. Bu yanlış dış politik tercihlerin ekonomiye maliyetlerinin ortaya çıkarılması gerekiyor. Son yıllarda yaşadığımız ekonomik krizde bu dış politik tercihlerin de rolü olduğu açıktır. Ben bununla ilgili bir analiz, bir rapor bugüne kadar görmedim.
Mesela S-400’ün maliyetini biliyoruz. Barış Pınarı Operasyonu’nun maliyeti 1 milyar dolar, Afrin Operasyonu’nun maliyeti 800-900 milyon dolar. Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerimizin maliyetleri 400-500 milyon dolar.
Peki o zaman soralım, günün sonunda attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu? Bunu da sorgulamamız lazım.
Yani Türkiye’nin aşırı beka odaklı, güvenlikleştirilmiş, askerileştirilmiş dış politikası sadece sahada değil, ekonomik olarak içeride de milletimizin cebine dokunuyor. Ve yazık ki bunu hiç konuşmuyoruz.
Bu yüzden bizim şu anda en çok bütün çatışmalı alanlarda askerden, istihbaratçıdan çok diplomatlara ihtiyacımız var. O bölgeleri bilen, yerel aktörlerle ilişki kurabilecek, Türkiye’nin çıkarlarını savunabilecek saha elemanlarına. Ama Dışişleri Bakanlığı kurumsal olarak işlevsiz bırakıldığı için bu yok. Bu olmayınca da sahada ancak askeri ve istihbarat elemanları üzerinden olmaya çalışıyorsunuz.
SARKAÇ DİPLOMASİNİN SONU YOKTUR
Türkiye Batı ile Doğu arasında nerede duruyor?
Bizim dış politikada hedefi belirli pozisyonumuz yok. Buna en iyi örnek, Türkiye-Amerika-Rusya üçgeni. Sarkaç diplomasisi diyorlar buna. Ankara’da bu ismi bulmuşlar.
Rusya ile aran açıldığı zaman Amerika’ya, Amerika ile aran açıldığı zaman Rusya’ya doğru bir savrulma. Yabancı bir dostum bundan bir ay önce, ‘ya bu hafta Putin’ci misiniz, Biden’ci misiniz?’ diye sordu. Dış politikada haftalık, dönemli savrulmalar olmaz. Hele böyle iki büyük güç arasında bunu yapamazsınız.
Bunun en somut örneğini Afganistan’da yaşadık. Ağustos ayının sonunda Amerika ile iş tutmaya çalıştığımız zamanlarda bölgede Taliban’a karşı Afgan özel kuvvetlerini Türkiye’ye getirip eğitecektik. ABD’ye bunu önerdik. Peki ne oldu? Üç hafta sonra Kabil düştü, durum değişti, ABD oyun dışı kaldı. Taliban iş başına geldi. Bir baktık en büyük Talibancı biz olduk. Üç haftada nasıl değişir senin politikan?
Başka bir örnek de şu. 23 Eylül’de “dostum Biden”, 24 Eylül’de “küstüm Biden”e. Bu aşırı kişiselleştirmenin getirdiği çıkmaz. Bir hata da şu, yabancı ülkelere insansı ifadelerle konumlandırıyoruz. Mesela Amerika bize kızdı, Rusya’ya sevindik, İran’a öfkelendik gibi. Oysa ülkeler kızmaz, sevinmez, öfkelenmez. Dış politikada daimi dostluklar, daimi düşmanlıklar yoktur. Sadece ülkelerin çıkarları vardır ve bu çıkarlar çerçevesinde gayet nesnel bir şekilde ülkelere insansı özellikler atfetmeden muhataplık kurabilmek lazım.
Türkiye’nin dış politikadaki yönü belli değil…
Tekrar başa dönelim tekrar, Türkiye’nin dış politikası yok. Tek kişinin siyasi bekası var. Bunu korumak için Ankara’da birbiriyle çatışan iki farklı yaklaşım var şu anda. Sayın Cumhurbaşkanı da kararsız duruyor hala karar veremedi. Şu anda Türkiye’nin savrulmasının bir sebebi de o.
ANKARA’DA İKİ POZİSYON ÇATIŞIYOR, ERDOĞAN KARARSIZ
Birbiriyle çatışan iki yaklaşım ne?
15 Temmuz 2016’dan sonra NATO, Batı savunma bloğu ve Amerika’nın Türkiye’ye sırtını dönmesi sebebiyle –ki burada bu güçlerin de sorumluluğu vardır, Ankara’nın hassasiyetini anlayamadılar, çok büyük zaman kaybettiler- doğan boşluğu Putin çok iyi doldurdu. Ve Avrasyacı bir grup güç kazandı. Bu blokta Rusya yanlısı Vatan Partisi var, anti Amerikancı İslamcılar var, muhafazakârlar var, milliyetçi cepheden insanlar var. Yani Batı ile olan ilişkileri Amerika ile olan ilişkileri mümkün olduğu kadar reddeden ve Türkiye’nin yüzünü doğuya dönmesi gerektiğini dillendiren bir blok bu. Güç ittifakı diyelim. Birinci yaklaşım bu.
İkincisi…
Hükümete yakın bir düşünce kuruluşunun başını çektiği görüş, yine tek kişinin siyasi bekası için Rusya’ya yaklaşmayı ve Avrasyacı refleksleri riskli buluyor. Türkiye’nin özellikle ekonomik ilişkiler açısından Batı ile yol almasının ama bunu yaparken de sadece karşılıklı çıkarlara odaklanan ve tüm süreci bir ‘al ver ilişkisi’ olarak gören tüccar diplomasisinin daha doğru olduğunu düşünüyorlar. Böyle düşünenler 2020 Ağustos, Eylül’den itibaren bunu gazete köşelerinde ifade etmeye başladılar. Bu isimler Trump’ın seçilmesini bekliyorlardı. Çünkü Trump’la kurulan kişisel ilişki Erdoğan’ın işine geliyordu. Kabul edelim ki, Trump yönetiminin Erdoğan’a çok yardımı oldu. Al ver ilişkisi mantığıyla yürüyordu işler.
Ama Biden seçildi…
Biden iş başına geldikten sonra da bu insanlarda bu görüş devam etti. Ocaktan sonra Biden ile temas kurma çabası oldu. Sadece Biden’le değil Avrupalı liderlerle de diyalog çabaları arttı. Bu ilişkilerde şu ifade edildi, bize ilkeler, değerler, özgürlükler, hukuk demeyin; liderler düzeyinde ilişkileri sürdürelim. Ben buna bezirgan diplomasisi diyorum. Yani iç ilişkilerime karışma; demokrasi, insan hakları, özgürlükler, muhalif gazeteci tutuklamaları vs. bunlara karışma; seninle ekonomi konuşalım, politik ilişkileri konuşalım; karşılıklı kazanalım. Bu çerçevede bezirgan diplomasisi yapalım. Yani alalım verelim.
Avrupa bunu satın aldı. Merkel satın aldı, Fransızlar biraz direndiler satın aldılar. Avrupa Erdoğan’ı olduğu gibi kabullendi. Bu anlamda kullanışlı bir aktör Türkiye. Mesela parayı veriyorsun sığınmacıları tutabiliyorsun. AB Türkiye’ye para verdi, Türkiye göçmenleri tuttu, insan hakları, özgülükleri vs unuttu.
BİDEN HENÜZ TÜM KARTLARI AÇMADI
Peki Biden?
Ben orada kartların henüz tam açıldığını düşünmüyorum. Biden ile 14 Haziran’da yapılan görüşmede bizimkiler umutlandı. Son görüşmenin olmaması Biden’in ilişkilere Trump gibi kişisel değil de kurumsal çerçevede yürütmek istemesinin sonucu. İlişkileri kişiler üzerinden değil, kurumlar üzerinden yürütme arayışı var ve öyle olacak.
Şimdi Ankara’da bu iki görüş arasında bir güç mücadelesi var. Sayın Cumhurbaşkanının da kafa karışıklığını görüyorum. Bu kafa karışıklığı yaşadığımız savrulmanın temel nedeni. Bu tarz savrulmalar gün sonunda bize yüksek maliyet olarak çıkıyor ama aynı zamanda bizim jeostratejik ve jeoekonomik oryantasyonlarımızı da bozuyor.
Ben buna iki cami arası beynamaz diyorum. Bunu iki senedir söylüyorum: Amerika ile Rusya arasında sıkışıyoruz. Ve karar vermeye yaklaşıyoruz. Zamana oynayalım, siyasi rüşvetler verelim, biraz daha zaman kazanalım döneminin sonuna geldik.
Beklentiniz nedir?
Ortada net bir resim yok. Biden yönetimi hala kartlarını açmadı. Biden yönetimi Erdoğan’ın devamını mı istiyor yoksa desteği çekecek ve Türkiye’de bir seçimi mi tetikleyecek bilmiyoruz. Biden ve çalışma arkadaşları arasında da şöyle bir bölünmüşlük var. Eski kurtlar, soğuk savaş ekibi Rusya’ya karşı Türkiye’yi kullanışlı bir aktör, yerel bir partner görüp Erdoğan’ı harcamayalım diyor. Biden yönetimindeki daha genç jenerasyon biraz daha öfkeli. ‘Erdoğan’a Putin nasıl davranıyorsa biz de öyle davranalım’ diyorlar.
Bunlar da ilginizi çekebilir