Şansıma Palazzo Madama’da bir Bizans sergisi de açılmıştı, gezdim. “Konstantinopolis nasıldı?” diye bir canlandırma film yapmışlar, on-onbeş dakika sürüyor, izledim, izledikçe de hayıflandım. İzlediğim şehirle yaşadığım şehir arasındaki uçurumu gördükçe üzülüyorum, bir şehre bu kadar kötülük nasıl yapılır, neden yapılır…

Torino, müze açısından epey zengin bir şehir.

Bu şehirde bir haftadan fazla kaldığım için hemen hepsini gezme şansı buldum.

Lavazza Müzesi’ni gastronomi turuna bırakalım ve hiç zaman kaybetmeden Risorgimoneto Müzesine yollanalım.

Torino’nun müzelerini gezmeye kalktığınızda her biri için en azından bir yarım günü gözden çıkarmanız gerekiyor.

Aslında bunların en popüler iki tanesine ben gitmedim: Otomobil Müzesi ile Mısır Müzesi.

Otomobillerden hiç anlamam ama buradaki müzeyi gezerdim, ne de olsa Fiat’ın şehrindeyim.

Gelgelelim, ha bugün ha yarın, şimdi sırası değil sonraya bırakayım, aman bu daha önemli derken vakti yetiştiremedim.

Mısır Müzesini ise bilinçli olarak gezmedim.

Okuduklarımdan anladığım, bu müze dehşetenegiz bir koleksiyona sahipmiş -üçbinden fazla eser sergileniyormuş.

Hatta bozulmadan, yağmalanmadan kalan tek mezar da yine bu müzede gösteriliyormuş.

Heyhat, benim Mısır’a dair bilgim çok kıt; o yüzden, bunca şeyi anlamadan görmek istemediğim için gitmedim.

Biraz Mısır çalışayım, ondan sonra gelir gezerim diye düşündüm.

Evet, gelelim Risorgimento’ya, birkaç saat buradan çıkamayız.

Risorgimento, “canlanma” demek ama “İtalya’nın birleşmesi” anlamında kullanılıyor.

E konu İtalya’nın birleşmesiyse bunun için ideal yer Torino’dur.

Odalar Fransız Devrimi ile başlıyor, Napolyon’un Torino’yu işgaliyle devam ediyor, sonra adım adım İtalya’nın kuruluşuna giden dönemeçlerden geçiyor ve dünya savaşlarından sonra bugüne geliyor.

Tabii burayı gezerken Kont Cavour’un “görünmez elini” omzunuzda hissediyorsunuz hep.

Cavour’u görmek isteyenler için heykeli de Piazza Carlo Emmanuele II’de.

En azından bir yarım günü İtalya’nın birleşmesine harcamak gerek, sonra çıkıp bir şeyler atıştırabilirsiniz ama biz hiç zaman kaybetmeden Piazza Castello’ya varalım ve hemen Palazzo Madama’ya girelim.

Cephesinin “kentin mimarı” Juvarra tarafından yapıldığını bir önceki yazıda söylemiştim.

Bu binanın arka cephesi ise bir Ortaçağ kalesi.

Önden bakarsanız başka bir zamana, arkadan bakarsanız başka bir zamana kayıyor aklınız -ortadan bakınca biraz kafa karıştırdığı kesin.

İlk katta, Palazzo Madama’nın ve kentin zaman içinde nasıl değiştiği ve büyüdüğü gösteriliyor.

Önce şehrin sınırını çizen bir kapıyken büyüdükçe büyümüş, kulelerine külah takmış, sonra dışa doğru çıkmış, iki kule daha eklemiş, bu esnada önünü arkasını da iyice genişletmiş, cephesi elden geçmiş, derken bugünkü haline kavuşmuş.

Madama adı, 1418’de burayı sahiplenen Savoylardan birinin dul karısından geliyormuş.

Torino tarihinde önemli bir yeri olduğunu anladığım şair Guido Gozzano burası için “yüzyılların mekânı” demiş -müzenin İngilizce broşüründe sözün çevirisini “house of centuries” diye okudum.

Torino tarihinde önemli bir yeri olduğunu anladığım şair Guido Gozzano Risorgimento müzesi için “yüzyılların mekânı” demiş -müzenin İngilizce broşüründe sözün çevirisini “house of centuries” diye okudum.

Neyse, en üst kata çıkıp kuleden şehri izleyelim.

Benim müzeyi gezdiğim gün bir yağmur başladı, göz gözü görmemecesine.

Meğer buranın yağmuru böyle yağarmış, bazen durmak da bilmezmiş, sağolsun bu sefer uzatmadı, ben müzedeyken nesi var nesi yoksa yağdı, bitti.

Her kulede olduğu gibi burada da baktığınız açıda nereleri gördüğünüzü işaretledikleri bir harita var.

Torino’nun gerçekten uzun zaman geçirilecek bir şehir, eski bir başkent olduğu bu kuleden bir kez daha belli oluyor.

Alt katta porselen sergisi var, Murano camları var, güzel şeyler ama bunlardan pek anladığımı iddia edemeyeceğim.

Bir altta resimler başlıyor, aynı anda mobilyalar, süslemeler, tavanlar…

  1. M. Graneri (1708-1762) adını daha önce hiç duymadığım bir ressamdı ama tablolarını pek sevdim.

Ben zaten genel olarak kalabalık, hareketli resimleri severim, aklıma evvela Brueghel’in “Hollanda atasözleri” geliyor ama Graneri’ye de içim epey ısındı.

Şansıma Palazzo Madama’da bir Bizans sergisi de açılmıştı, gezdim.

“Konstantinopolis nasıldı?” diye bir canlandırma film yapmışlar, on-onbeş dakika sürüyor, izledim, izledikçe de hayıflandım.

İzlediğim şehirle yaşadığım şehir arasındaki uçurumu gördükçe üzülüyorum, bir şehre bu kadar kötülük nasıl yapılır, neden yapılır…

Bizans’ı geçtim, Osmanlı’dan bile pek bir şey kalmadı.

İnsan şehri biçimlendiriyor, tamam ama, bunun tersi de doğru; şehir de insanı biçimlendirir.

Kültüre, mirasa, geleneğe hiç saygı duymazsan bugünkü çölleşme kaçınılmaz oluyor; hayatın her tarafına yansıyor, yemekten işlemeye, nezakete, kent kültürü onulmaz yaralar alıyor.

Bizans’tan kalma objeleri de gezdim ama dediğim gibi, filmden sonra pek toparlanamadım.

İnsan şehri biçimlendiriyor, tamam ama, bunun tersi de doğru; şehir de insanı biçimlendirir. Kültüre, mirasa, geleneğe hiç saygı duymazsan bugünkü çölleşme kaçınılmaz oluyor; hayatın her tarafına yansıyor, yemekten işlemeye, nezakete, kent kültürü onulmaz yaralar alıyor.

Buradan çıkıp Palazzo Reale’ye gidelim.

Ama bu Palazzo Reale öyle yarım günle, tam günle gezilebilecek gibi değil, olağanüstü bir yapı.

Daha girer girmez insanın aklını başından uçuran bir haşmetin ortasına düştüğünüzü hissediyorsunuz, halılardan duvarlara, zeminlerden tavanlara kadar bitmeyen ince süslemeler, her odada daha da baş döndürücü bir şekilde karşınıza çıkıyor.

Kabul odası, giyinme odası, yatak odası, yemek odası, kahve odası, Çin odası, balo salonu…

Her odada insanı yeniden hayrete düşüren bir şeyler görüyorsunuz, bu kadar olmaz artık dediğiniz anda, bir sonraki oda sizi daha da çarpıyor.

Palazzo Reale’yi gezerken saraydan başka dört bölümü daha görüyoruz: Askeri eşyalar, Sabauda Galerisi, Antika Müzesi ve Kraliyet Bahçeleri.

Palazzo Reale’nin insanı şaşalatan haşmetini söyledim ama Sabauda’da sergilenen resimler için belki daha fazlasını söylemem gerekiyor.

Bellini ve Veronese gibi tanıdıkların yanında çok sayıda tanımadığım ressamla karşılaştım.

Bunlardan birini not ettim, Matthias Storm, en çok da “Samson’un Filistinliler Tarafından Ele Geçirilmesi” adlı tablosunun karşısında bir müddet soluklandım.

Böyle bir ışık kullanımı gerçekten takdire şayan.

Buradaki resimleri bir değil, beş gün gezse sıkılmaz insan.

Balo salonunda başlayan askeriye bölümü yine hayli etkileyici.

Japonların hediye ettiği savaşçı kıyafetlerini ilk defa burada gördüm.

Torino’da bir Şark merakı olduğunu hissediyorum, Mısır Müzesi’ni gezmedim ama saraydaki Çin odası, bu salondaki Japon savaşçı kıyafetleri, yakın zamanda açılan Doğu Sanatları Müzesi bana bunu düşündürüyor.

Neyse, gezmeye devam edelim.

Antika Müzesi’ndeki büstlerin ve heykellerin de sarayda veya galeride gördüklerimden aşağı kalır yanı yok.

Ben bu heykellerin nasıl yapıldığına hiç akıl sır erdiremiyorum, yani taşa ya da mermere verilen bu yüz ifadelerini, kumaş kıvrımlarını, halatları, tülleri falan aklım havsalam almıyor.

Filippo Collino adlı bir heykeltıraşın yaptıklarını görünce de benzer şeyler hissettim.

Torino’da bir Şark merakı olduğunu hissediyorum, Mısır Müzesi’ni gezmedim ama saraydaki Çin odası, bu salondaki Japon savaşçı kıyafetleri, yakın zamanda açılan Doğu Sanatları Müzesi bana bunu düşündürüyor.

En son, kraliyet bahçesine çıktım, ne kadar güzel olsa da diğerlerine göre basit kalıyor.

Torino’ya on kez gelsem onunda da Palazzo Reale’ye gitmek, burada zaman geçirmek isterim.

Şehrin simgesi olduğunu söylediğim Sinema Müzesi de buraya beş dakika yürüyüş mesafesinde.

Onu pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Fellini’nin bir senaryosu ya da Orson Welles’in bizzat Yurttaş Kane elyazması gibi pek çok değerli obje sergileniyor ama ben çok tadına varamadım bu müzenin.

Kulesine de çıkmadım.

Yorulmazsanız biraz uzağa, bir başka müzeye gideceğiz şimdi: Museo Diffuso della Resistenza -Direniş Müzesi.

İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme direnenleri anlatan bir müze diye gittim ama bu İtalyanların bazı işlerine anlam vermek çok zor.

Böyle bir müze yapmışsın, güzel.

İyi de müzeye altı saatlik İtalyanca bir filmden başka bir şey koymamak nedir?

“İngilizce altyazısı var ama,” diyor girişteki görevli, altı saat yahu, altı saatlik film mi olur?

Böyle olunca müzeye girmedim tabii, çıktım.

Ama müzeye girmeden önce gözüme pek güzel gözüken binaya daha bir alıcı gözle baktım, karşıma hemen Juvarra çıktı.

Bu Juvarra gerçekten büyük mimar.

Aslında müze olmasa da Juvarra yaptığı için burada bahsedeceğim bir yer var: Superga Bazilikası.

Superga, şehrin hemen her tarafından görülen bir dağın en tepesinde.

Bazilikanın olduğu tepeye çıkabilmek için aşağıdan “trenino” dedikleri nostaljik trene -aslında füniküler- biniyorsunuz.

Superga’daki ince işçiliği de gördükten sonra Juvarra’nın kötü bir şey yapabileceğine asla inanmıyorum.

Müzeye girmeden önce gözüme pek güzel gözüken binaya daha bir alıcı gözle baktım, karşıma hemen Juvarra çıktı. Bu Juvarra gerçekten büyük mimar.

Bu dağın kötü bir şöhreti de var: 4 Mayıs 1949 tarihinde “Efsane Torino” -“Grande Torino”- takımını taşıyan uçak bir hazırlık maçı için gittiği Lizbon’dan dönerken burada dağa çarpınca onsekizi futbolcu toplam otuzbir kişi hayatını kaybetmiş.

Bazilikanın arkasında o kadronun olduğu bir anıt var şimdi, kazanın yıldönümünde başta Torinolular olmak üzere pek çok futbolsever buraya çıkıp o kadroyu unutmadıklarını söylüyormuş.

O kadrodaki on oyuncu, İtalya’nın bir milli maçında beraber sahaya çıkarak rekor kırmış.

Futbol tarihinin en trajik olaylarından biri olsa gerek.

Son olarak bahsedeceğim yer, merkeze uzak, otobüsle gideceğiz.

Agnelli ailesi, eskiden otomobil fabrikası olarak kullandıkları yeri alışveriş merkezine dönüştürmüş, en üst katında da ailenin resim koleksiyonunun bir bölümünü sergiliyor.

Neler var diye bakıp, birkaç Canaletto, sekiz Matisse, iki de Picasso olduğunu görünce hemen gittim.

Yirmi beş kadar orijinal resim, iki de heykel.

İçlerinde bir Renoir ile bir Modigliani de vardı ama esas Venedik doğumlu Bernardo Bellotto’yu (1721-1780) bunca zaman nasıl duymadığıma şaşırdım.

Bellotto’nun burada gördüğüm iki manzarasına da bayıldım.

Torino hemen her açıdan gelenlere çok şey vaat eden bir şehir.