Temmuz ayı itibariyle, ülkemiz basınının, İran sınırından Afgan geçişleri ve bu geçişlerden kimi “çarpıcı” kareleri kadrajına alan haberlerle iştigal etmesi, toplum nezdinde mültecilere tabiri caizse on yıldır içerde birikmiş tepkinin uyanmasına neden olmuştur. Ancak burada hemen söylenmesi gereken medyanın, bu tepkinin dışa vurumunda en etkili araçlardan biri olsa da günah keçisi seçilmemesi gerektiğidir. Çünkü, Afgan girişleriyle ilgili, son on yıla kıyasla bir artışın olması objektif olarak doğru olup habercilik açısından bir değer arz etmektedir. Dolayısıyla konunun basın tarafından duyurulması, onun toplumsal sorumluluğunun bir gereği olup elzemdir. Bu yüzden de söz konusu gelişmelerin toplumsal karşılığının ne olduğuna ilişkin toplumun önde gelen aktörlerince yapılan değerlendirmelerde esasen vebal aramak gerekmektedir. Her ne kadar objektif olarak gerçeği çarpıtmayı ve bu çarpıklığı servis etmeye hazır bir medyanın bu temayülü giderek kendini hissettirse de… Başta Afgan sahası olmak üzere, ülkemizdeki mülteci sahasında çalışan sivil toplum kuruluşlarının da bu konuyla ilgili bilgisi çıkan haberleri doğrulamaktadır. Yani, Afgan girişlerinde her ne kadar 2011’deki Suriye deneyiminde olduğu gibi kitlesel bir artış olmasa da hatrı sayılır bir artış söz konusudur. Nitekim bu bilgi, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından da doğrulanmıştır. Bir diğer yandan başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere ilgili kamu otoriteleri konuyu yanlışlamamaktadır. Bu artışın en önemli nedenini ise Biden’ın, ABD’nin bir süredir Taliban’a karşı savaşmak için gönderdiği askeri gücünü, Afganistan’dan çekme kararını Haziran’da açıklamasının ardından Taliban’ın etki gücünün ülkede arttırması oluşturmaktadır. Dolayısıyla, şeri kurallara göre ülkeyi egemenliği altına almaya çalışan ve görünüşe göre -uluslararası toplumun etkin bir müdahalesi olmazsa – bu hedefine adım adım yaklaşan Taliban’dan kaçanların sayısı artmaktadır. Ve Türkiye, son 20 yılına bakıldığında “de facto” olarak çoğu noktada sınıfta kalacak olsa da hala ve neyse ki “de jure” olarak seküler bir ülke olduğundan, Taliban karanlığından kaçan bu insanlar için kurtuluş olmaya devam edeceğe benzemektedir. Ancak dediğimiz gibi konunun, toplumun önde gelenlerince nasıl değerlendirildiği ve kesimleri nasıl etkilediği tüm bu gerçekliği aşan bir niteliktedir. Çünkü ayrımcılık gibi dünya tarihinin en karanlık zamanlarının diğer adı olan bir mefhumun vuku bulması için niceliksel büyüklük sadece hızlandırıcı bir etkiye sahiptir. Ve ırkçılığın, hiçbir toplumu, onu yaparken her nasılsa çağdaşlığını da koruduğunu sananların aksine, ileri götürmediği tecrübeyle malüldür. İran sınırından, aslında kilometrelerce yolu üstelik de yürüyerek canı pahasına geçenlerin sadece sayısına odaklanmak, hatta bu toplamın içinde “sakallı ve kamuflaj giyinimli” erkeklere ayrıca dikkat kesilmek ya da bu görüntülerin Türkiye toplumunun bekasını tehlikeye sokacağından dem vurmak ve buraya sığamayacak kadar akla getirilebilecek “menfi” nitelemelerle konuya bakmak yapılan haberlerin gerçekliğini aşacak bir önemdedir. Çünkü bir ülkenin sınırlarından, sığınma talebiyle geçilmesi sığınma hukukunun konusu olup, söz konusu ülke ve parçası olduğu uluslararası toplumun birlikte ele alabileceği bir boyuttadır. Bu boyut elbetteki ülkesel dinamikleri önemsizleştirmeyecektir. Ancak, bir ülkeye canı pahasına sığınmak, ulusal sınırları aşan evrensel nitelikte bir insan hakkıdır. Ve savaştan kaçan insanların niyetlerini tartmak ya da onların yekününe “maşa” aşağılaması yapmak, sığınma hakkı gerçekliğini perdelememelidir. Bu, hangi sisteme sahip olursa olsun dünya üzerindeki her ülke için böyledir. Afgan geçişleriyle ilgili yapılan tartışma ve yaratılan kamuoyu algısı, tam da bu gerçekliği örtmeye çalışmaktadır. Gerçekliğin başka düzlemlerde ele alınması, hemen her söylemde bekası, namusu ve geleceği “düşünülen” ülke insanı başta olmak üzere toplumun tüm fertlerine zarar verecektir. Toplumun önde gelen kimi isimleri, tüm bu yaklaşımlarıyla ülkeyi maalesef ki ciddi bir çıkmaza sokmakta ve geriye götürmektedir. Çünkü tüm bunlar, özellikle pandeminin koşullarının da etkisiyle ekonomik yoksuzluğu giderek derinleşen ve özellikle son beş yıldır siyasal olarak belirsizliğe sürüklenen ülke insanını içine çeken bir ırkçılığın ayak sesleridir. Irkçılık, ülkelerin ekonomik ve politik olarak krizli zamanlarında ortaya çıkan ve en çok yoksul, kırılgan halk kesimlerini zarara uğratan bir olgudur. Nitekim bu sesin kesilerek kapımıza dayandığı an, belki de bu, söz konusu kimselerin bile beklemediği bir çabuklukta peyda oldu. Üstelik de ayrımcılığın domino etkisi pratikte önce Suriyeliler gibi kırılgan bir kesime çarptı. 10 Ağustos günü, Altındağ’da Türk ve Suriyeli gençler arasında çıkan olayda bir Türk genç hayatını yitirdi. Ve bir sonraki gün, olayın gerçekleştiği mahalledeki yaşananlar bizleri Nazi Almanyası ya da Franco İspanyasına götürdü. Yani yaklaşık bir asır öncesine…Tartışmaların başlangıç noktası olan Afganlar başta olmak üzere mülteci grupların ya da diğer kırılgan grupların akıbeti ise endişe vericiliğini korumakta. Bu haliyle, 2023 yılına yani Cumhuriyet’in 100. yılına giderken, akıllarda ülkemizde tersinden bir asra gidişin olması kadar normal bir şey yok gibi. Ama dahası, bu tezatlığın en çok da ülkesini ölesiye “seven”lerce yaratılması ve bu yaratının ortasında, en az kendisi kadar mağdur olanın hedef seçtirilerek yaşamının tüm gözeneklerini tıkayan toplumun olması kadar da anormal bir şey yok gibi.