Türkiye televizyonlarında alkolün yasaklanmasındaki amacın alkolün kamusal alandan dışlanması suretiyle belirli bir kesimin yaşam tarzına müdahale etmek, “makbul” bir yaşam tarzı belirlemek suretiyle hayatını bu gibi yaşamayanları toplumsal olarak ayıplamak olduğu Türkiye için açıktır.

Türkiye’de alkollü içkilerin reklamını yapmak yasak. 4250 sayılı İspirto ve İçkiler İnhisarı Yasası’nda 2013 senesinde yapılan değişiklik, hayatımıza saat kısıtlaması (alkollü içkilerin saat 22.00-06.00 arasında perakende satışının yasaklanması), yer kısıtlaması (alkollü içkilerin okul, ibadethane gibi yerlerin belirli bir metre çapında perakende satışının yasaklanması) ve reklam yasağı dahil olmak üzere pek çok alkol yasağını getirmişti.

Tüm bu kısıtlamalar, üzerinden 10 senelik (bir yasanın etkinliğini değerlendirmek için son derece yeterli) bir süre geçmesine rağmen, herhangi bir sosyal, tıbbî ve ekonomik etki analizine tabi tutulmadı. Ancak şunu ifade etmemiz gerekir ki 4250 sayılı Yasa’da 2013 senesinde yapılan değişiklikle mevzuatımıza kanun seviyesinde giren alkol yasaklarının istisnasız her birinin, Türkiye gibi saf alkol tüketim ortalaması 2 LT olan bir ülke için sosyal ve ekonomik alanlarda etkisi en iyi ihtimalle hiç olmayacak, kötü ihtimalle ise negatif yönde olacaktır[1]. Türkiye’nin alkol tüketim ortalaması sadece objektif olarak değil, sübjektif olarak da düşüktür. 4250 sayılı Yasa’daki değişiklikler ve bugün oranı %300’lere varan meşhur Özel Tüketim Vergisi de dahil olmak üzere Türkiye’nin alkol mevzuatını kozmetik amaçlarla dayandırdığı Avrupa Birliği’nin (AB) yıllık kişi başı saf alkol tüketim ortalaması Türkiye’nin 5 katından da fazla olmak üzere, 11.4 LT’dir[2]. Daha belirginleştirmek gerekirse, münferit bazı uygulamaların dayandırıldığı ülkelerle de tekil olarak Türkiye’nin alkol tüketim ortalaması arasında korkunç bir fark vardır. Örneğin alkollü içkilerin perakende satışına uygulanan saat kısıtlaması (22.00’den sonra satış yasağı) aynı şekilde, aynı saat diliminde Fransa’da da uygulanmaktadır. Buna karşın Fransa’nın alkolizm ile mücadelesinin Türkiye’dekiyle aynı bağlamda değerlendirilmesi, elma ile armutu karıştırmaktan farksız olacaktır. Nitekim Fransa’nın yıllık kişi başı saf alkol tüketim ortalaması, AB ortalamasının da üstünde, 12.3 LT’dir[3]. Varmak istediğim nokta, Türkiye’nin büyük oranda yasaklardan müteşekkil alkol mevzuatı muhteviyatında derin ölçüsüzlükler ihtiva ediyor olmasıdır. Tüm bu yasaklarla hâlihazırda hem sübjektif hem de objektif olarak düşük olan saf alkol tüketim ortalamasının daha da düşürülmesinin hedeflenmesi söz konusu değildir, nitekim yıllık kişi başı 2 LT saf alkol tüketim ortalaması, altını çizdiğimiz gibi objektif olarak da düşük bir istatistiktir – 0.5LT bir birada hacmen %5 alkol olduğunu düşündüğümüzde bu ortalama yıllık kişi başı 80 biraya, yani her 4.5 günde bir şişe 0.5 LT.’lik biraya tekabül etmektedir. Bu surette tüm bu yasakların sosyal, ekonomik ve tıbbî etkinlikten uzak, politik bir yaşam tarzı müdahalesi niteliğinden öteye geçmediği anlaşılmalıdır.

4250 sayılı Yasa ile gündeme gelen değişikliklerden kanımca ölçüsüzlük başlığı altında en çok tartışılması gerekeni, hiç şüphesiz reklam yasağıdır. Okumakta olduğunuz metin bağlamında, Türkiye’de alkollü içki reklam yasağı ifadesini ne kadar geniş anlamamız gerektiğini açıklamaya çalışayım. 4250 sayılı Yasa’nın konumuz bakımından önem ihtiva eden iki hükmü şu şekildedir:

Bir televizyon dizisinde bir karakterin alkol tüketmesi veya bir yemek programında alkollü içki kullanılmasının ardında ticarî bir kaygı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Gelgelelim bugün, pek çok televizyon, alkole karşı katı bir sansür uygulamaktadır.

ü

4250 sayılı Kanun m.6/ f. 9: Alkollü içkilerin marka, tanıtıcı ve ayırt edici hiçbir işareti, alkolsüz içki ve sair ürünlerde; alkolsüz içki ve sair ürünlerin marka, tanıtıcı ve ayırt edici hiçbir işareti de alkollü içkilerde kullanılamaz 4250 sayılı Kanun m. 6/ f.11: Alkollü içkilerin her ne surette olursa olsun reklamı ve tüketicilere yönelik tanıtımı yapılamaz. Bu ürünlerin kullanılmasını ve satışını özendiren veya teşvik eden kampanya, promosyon ve etkinlik yapılamaz. (…) Alkollü içkileri üreten, ithal eden ve pazarlayanlar, her ne surette olursa olsun hiçbir etkinliğe ürünlerinin marka, amblem ya da işaretlerini kullanarak destek olamazlar. (…) Televizyonlarda yayınlanan dizi, film ve müzik kliplerinde alkollü içkileri özendirici görüntülere yer verilemez. Görüldüğü gibi yasa, “reklam yasağı” ifadesinden anlaşılması gereken ticarî faaliyetlerinde ötesinde bir yasaktır. Hiç şüphesiz, alkollü içki reklam yasakları Türkiye’ye mahsus bir mesele değildir, başta AB ülkeleri olmak üzere pek çok ülkede farklı suretlerde uygulama alanı bulmaktadır. Gelgelelim bilhassa mevzuatın dayandırıldığı AB ve üye ülkelerdeki uygulamalar arasında prensipte çok ciddî farklılıklar vardır. Türkiye’den kat ve kat fazla alkol tüketim ortalamasına sahip pek çok ülkede reklam yasakları salt kısmî içerik kısıtlaması suretinde uygulanmaktadır[4]. Bu demektir ki mevzuatında alkollü içki reklam yasağı olan ülkelerin büyük çoğunluğu, yalnızca (çoğu zaman yüksek alkollü) belirli içkilerin reklamının belirli gruplara (örneğin sabah saatinde, yetişkin olmayanların da rahatlıkla maruz kalabileceği saatlerde) yapılmasını yasaklamaktadır. Bunun dışında, başta AB ülkeleri, ABD, Kanada ve Birleşik Krallık gibi gelişmiş ülkeler arasında, alkollü içki reklam yasağı Türkiye’de anladığımız şekilde tatbik edilmemektedir. Bu surette Türkiye’deki alkollü içki reklam yasağını mutlak reklam yasağı olarak tanımlamayı isabetli buluyorum.

Çünkü anlaşılacağı üzere, Türkiye’deki alkollü içki reklam yasağı ticari faaliyetlerle sınırlı tutulmamıştır. 4250 sayılı Yasa bir hükmünde, alkollü içki firmalarının marka, sponsorluk, logo gibi faaliyetlerine sınırlama getirirken diğer bir hükmünde ticari faaliyetlerde tamamen uzaklaşmak suretiyle “alkolün” tanıtımını yapmayı yasaklamaktadır. Bu demek oluyor ki Türkiye’de “reklam” kavramının özüne dahi aykırı olmak suretiyle bir alkollü içki markasının tanıtımını yapmanın yanı sıra “alkolü” tanıtmak dahi yasaktır.

Burada özellikle altını çizmek istediğim nokta şudur: Alkollü içki firmalarına uygulanan marka ve promosyon yasağı ile alkollü içkilerin özüne uygulanan tanıtım yasağı, birbirinden hem ekonomik hem de sosyal pek çok bağlamda ayrı meselelerdir. Alkollü içki markalarının ticarî promosyon faaliyetini yasaklamak ile alkol tüketiminin özüne bir sansür uygulamak arasında hem niyet hem de ekonomik etki bakımından büyük farklılıklar vardır. Maalesef bu ayırım zamanında tartışılmamakla kalmamış, bugün dahi trajik bir şekilde kanıksanmıştır.

Televizyonda zaman zaman yayınlanan Yeşilçam filmlerinde kamusal alanda alkolün görünürlüğüne dair yaşanan bu değişime şahit olmak mümkündür. Yeşilçam örneği, bu kültürel değişim bakımından bir mihenk taşı niteliğindedir

İşaret ettiğimiz gibi, Türkiye’de uygulanan alkollü içki reklam yasağının bugün bir hayat tarzı müdahalesi niteliğinde son derece katı uygulanması iki temel eksiklikten kaynaklanmaktadır:

1- Kamusal tartışma eksikliği ve

2- Sivil itaatsizlik eksikliği.

Alkollü içkilerde uygulanan reklam yasağının ölçüsüz niteliğine dair başta hukukçular ve siyasetçiler olmak üzere, yasağın hukukî, ekonomik ve sosyal sakıncalarına karşı bir kamusal tartışma ortamı oluşturmak ve şu soruları sormak gerekirdi:

Alkollü içkilerin reklamını yapmayı yalnızca ticarî değil, alkolün özünü de kapsayacak şekilde yasaklamak ile ne amaçlanmaktadır?” Bunu takiben, “Benimsenen bu yöntem, istenen sonuca ulaşmak için elverişli ve ölçülü müdür?” Ve son olarak “Aradan 10 sene gibi oldukça uzun bir süre geçmiştir, bu süre boyunca istenen neticelere ulaşılabilmiş midir?”

Başlı başına bu konuyu kamuoyunun şahitliğinde tartışmak dahi, Türkiye’deki demokratik tartışma ortamı ve alkollü içki tüketen insanların sivil haklarının muhafaza edilmesi bakımından son derece isabetli olacaktır. Ancak daha da önemlisi, söz konusu yasağın istenen sonuçlara ulaşmak için isabetli bir yol olmadığının bilimsel kabulü, bu yasağın ilgası bakımından önemli bir adım olacaktır. Bu meseleye, yazının sonuç bölümünde tekrar değineceğiz.

Sivil itaatsizlik bağlamında işleyeceğimiz bir diğer önemli nokta ise, alkollü içkilerdeki reklam yasağının alkolü de kapsayacak şekilde geniş bir şekilde uygulanmasının müşterek faillerinden birine bizi ulaştıracaktır: Medya. Özellikle eğlence alanında faaliyet gösteren televizyon kanallarının alkolün kamusal alandan dışlanması noktasındaki payı, yasağın salt ticarî meselelere konu olmadan alkolün özüne tesis etmesi bakımından önemlidir.

Nitekim her ne kadar yasa hükmü yeterince açık olmasa da televizyonda “alkol” adının geçmesi, tanım icabı bir reklam değildir. Çünkü alkol, tıpkı su veya kahve gibi; bir marka değil, bir tüketim ürünüdür. Bir televizyon dizisinde bir karakterin alkol tüketmesi veya bir yemek programında alkollü içki kullanılmasının ardında ticarî bir kaygı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Gelgelelim bugün, pek çok televizyon, alkole karşı katı bir sansür uygulamaktadır. İzlediğimiz filmlerde tüketilen içkiler, televizyonlarda yayınlanırken buzlanmaktadır.

Televizyonda zaman zaman yayınlanan Yeşilçam filmlerinde kamusal alanda alkolün görünürlüğüne dair yaşanan bu değişime şahit olmak mümkündür. Yeşilçam örneği, bu kültürel değişim bakımından bir mihenk taşı niteliğindedir[5]. Televizyon için çekilen yeni yapımlarda da alkolün adı senaryo metninde bile kendisine yer bulamamaktadır.

ü

Her ne kadar yasağın tamamen ölçüsüz, gereksiz ve somut etkiden yoksun olduğunu düşünsem de RTÜK’ün bu genişletici yasak tavrının televizyon kanalları tarafından benimsenmesini yasağın özü bakımından isabetli bulmuyorum.

Daha belirgin örneklere geçmeden önce, bu meselenin belki kamuoyunda görünen yüzü olan baş müşterek fail Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) tavrını da değerlendirmemiz gerekir. Şüphesiz ki, medyanın bu sansür/otosansür uygulamasının ardında RTÜK’ün idarî para cezası mekanizmasını bir günah tespit aracı niteliğinde kullanmasının yarattığı çekince olduğu doğrudur. Burada, RTÜK’ün bu sansür mekanizmasını nasıl keyfî şekilde genişlettiğini incelememiz gerekir. Tüm bu meselenin ardındaki anahtar kelime, hiç şüphesiz “özendiricilik”tir. Bu ifade, yine 4250 sayılı Yasa’da 2013 senesinde yapılan değişiklikle hukuk hayatımıza girmiştir. Yasanın 6. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi şu şekildedir:

“Televizyonlarda yayınlanan dizi, film ve müzik kliplerinde alkollü içkileri özendirici görüntülere yer verilemez.”  Anılan hüküm, kanunun yürürlüğe girdiği 2013 senesinde muhalefet bloğu tarafından soyut norm denetimi amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşınmış ve AYM hükmü, son derece çelişkili ve isabetsiz surette, Anayasa’nın “Gençliğin Korunması” başlıklı 58. Maddesine atıf yapmak suretiyle Anayasa’ya aykırı bulmamıştır[6]. Şüphesiz ki, televizyonlarda alkolün adının geçmesinin, yalnızca gençlerin televizyonla ilişkisini gerekçe göstermek suretiyle yasaklanması, anlaşılabilir bir gerekçe değildir.

Danıştay’ın, yine alkollü içkilerin festivallere sponsor olmasını yasaklayan bir Yönetmelik hükmünün iptali istemiyle açılan davada “18-24 yaş aralığı” olarak tanımladığı “gençlik” televizyondan yararlanan tek yaş grubu olmadığı gibi, genç kavramını bu denli geniş tutmak suretiyle devletin yaşam tarzına müdahale etmesinin önünü açmak da bireysel hak ve özgürlüklerin tatbikiyle çelişmektedir. Dolayısıyla televizyonlarda alkolün adının geçmesinin yasadaki “özendiricilik” hükmüne dayandırılması, tam anlamıyla temelsizdir.

Gelgelelim hem yasanın muğlaklığı hem de yargının yasak lehine verdiği kararlar, RTÜK’ün bu konuda takdir yetkisini son derece genişletmiştir. Böylelikle alkollü içkiler, salt ticari faaliyetin de ötesinde, bir tüketim ürünü olarak televizyonlardan tamamen çıkmış, kamusal alandan dışlanmasının önünde büyük bir adım atılmıştır.

Her ne kadar yasağın tamamen ölçüsüz, gereksiz ve somut etkiden yoksun olduğunu düşünsem de RTÜK’ün bu genişletici yasak tavrının televizyon kanalları tarafından benimsenmesini yasağın özü bakımından isabetli bulmuyorum. Doğrudur, RTÜK yasak kartını oynarken, alkolün adının geçmesinin dahi (dikkat, herhangi bir içkiye atıf yapmak dahi değil, doğrudan “alkol” adını söylemek) yasak kapsamına girdiğini düzenlerken, hakikat bu değildir. Günlük yaşantı ve günlük tüketim ile özendiricilik faaliyeti arasında hassas ancak son derece açık bir çizgi vardır.

Alkolün özendirilmesi, kanımca, “alkol içmenin bireye iyi geleceği” ve benzeri ifadelerle ancak gündeme gelebilir. Kaldı ki yargı kararlarına göre bu dahi yasağın kapsamı bakımından yeterli değildir, zira bilhassa AYM, alkolün “gençlere” özendirilmesinin yasaklanmasının Anayasa’ya aykırı olmadığına hükmetmiştir. Bu yasağın televizyon seyreden herkese genişletilmesi de mümkün olmamalıdır. Buna karşın mevcut durum, medyanın otosansürü ile bu şekilde seyretmektedir.

Örneğin Türkiye’nin en çok izlenen yemek yarışması, bir franchise’dır, ve pek çok ülkede farklı yayın organları tarafından izleyiciyle buluşturulmaktadır. Bu franchise’lar arasında alkolün yemek yapımına dahil edilmediği nadir ülkelerden biridir Türkiye[7]. Bunun da ötesinde, alkollü içkilere komik seviyede bir sansür uygulanmaktadır. Geçen sene, yarışmanın eleme turlarını bizzat seyrederken, bir yarışmacının yemeğinde açıkça şarap kullandığına (elbette televizyonda gösterilmemişti) ve kullandığı ürünü “fermante üzüm suyu” olarak tanıttığına şahit oldum. Komik olmaktan öte, trajik bir durumdu bu. Zira yarışmacının yaptığı bir yemekte şarap kullanmasının ve bunu bu şekilde ifade etmesinin “alkolün özendiriciliği” ile ilişkilendirilebilir bir durum olduğunu düşünmüyorum. Tabii bir de hipokrisi meselesi var. Örneğin yarışmanın jürilerinden birisinin, bir içki firmasının maske markasıyla sosyal medyada pek çok sponsorlu içerik ürettiğine, hatta takipçilerinden (son derece isabetsiz bir şekilde) tepki almasına rağmen bu durumun normal ve kabul edilebilir bir durum olduğunu açıklamasına şahit olmuştum. Bu kişinin, jürisi olduğu yemek programında “şarap” isminin bu denli komik bir şekilde sansürlenmesine karşı ortaya koyacak hiçbir itirazının olmaması, trajedinin bir başka boyutu.

Geçtiğimiz günlerde de bir magazin programının Türkiye’nin güncel tatil yerlerinden birisinde, vatandaşla yaptığı bir röportaja şahit oldum. Bu programda, vatandaşa tatil yerlerinin pahalılığı soruluyordu. Vatandaş, pahalılığa ilişkin kalemlerden bahsederken, şezlong, giriş ücreti gibi kalemlerin yanında “alkol” ifadesini de geçirdi. Magazin programı, “alkol” ifadesini “bip”ledi. Vatandaşın hayat pahalılığına ilişkin şikâyet ederken, “alkol” ifadesini kullanmasının alkolün “özendiriciliği” ile ne ilgisi olabilir?

İşte bu durum, alkollü içkilerin genişletilmiş reklam yasağının müşterek failleri RTÜK ve medya organlarının tavrını özetlemektedir. Vatandaşın o ifadesinin “biplenmemesi”, yemek programında şarabın “özendirici” olmaktan uzaklaşmak suretiyle alkollü içkileri de reçetelerin içine dahil edebilmesi, ancak RTÜK’ün yasak kartına karşı sivil bir itaatsizlik geliştirmek suretiyle mümkün olabilir. Ayrıca RTÜK, özendiriciliğe karşı savaş açmak istiyorsa, toplumsal çok daha büyük bir sorun olan kadına yönelik şiddetin, aile içi şiddetin, silah kullanımının, kabadayılık oynamanın özendiriciliğine karşı bir savaş açmalıdır. Hiç şüphesiz, bu korkunç (ve aynı zamanda suç) pratiklerinin özendiriciliği, alkollü içkinin özendirilmesinden daha ciddî toplumsal sorunlar gündeme getirmektedir. Elbette RTÜK’ün tavrının bilimselden ziyade siyasî bir ajandanın ürünü olduğunu unutmamalıyız.

Markaların mevcut tüketiciler arasındaki rekabetini yasaklamanın amacı, dolayısıyla, toplumdaki alkollü içki tüketim miktarlarını düşürmek, hele Türkiye gibi objektif ve sübjektif olarak düşük alkol tüketim rakamları kaydeden bir ülke için işlemiyor.

Bu açıklamalar, alkolün “reklam yasağı” niteliği dahi taşımayacak şekilde, yalnızca adının geçmesinin dahi yasaklandığı örneklerdi. Bir de reklam yasağının ölçüsüz tatbikleri söz konusudur. Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe’nin UEFA Konferans Ligi ön elemelerinde Moldovalı rakibi Zimbru’nun forma sponsoru bir şarap markasıydı. Zimbru’nun Türkiye’de oynadığı maça, bu markanın yazılı olduğu formayla çıkmasına izin verilmedi ve takım, maçı sponsorsuz, boş bir formayla oynamak zorunda kaldı. Kişinev’de, evinde oynadığı maçta ise, formasına ve sponsoruna kavuşmuştu.

Meselenin ilginç taraflarından birisi de bir Moldova takımı olan Zimbru’nun forma sponsoru olan şarap markasının Moldova’nın meşhur şarap şatolarından birisi olması. Uluslararası bir arenada maç yaparken, böyle bir reklamın ülkenin turizm ve ihracat gelirlerine katkısı kesinlikle olumlu olacaktır. Aşağıda, Türkiye’nin “kaybedilen potansiyeli” bağlamında yapacağım açıklamaları okurken, lütfen bu bağlamı hatırlayın.

Nihayet, tüm bu yasakların bireylerin alkol tüketimine etki edip etmediğini değerlendirelim. Kaleme aldığım “Türkiye’de Alkollü İçkilerin Reklam Yasağı: Ölçülülük Tartışmaları” başlıklı bir raporda, alkollü içki reklamlarını “1+0=1” denklemine benzetmiştim[8]. Yani alkollü içkilerin ticarî reklamları, bireyleri alkollü içki içmeye teşvik etmekten ziyade, X markasının içkisini tüketen bireyi Y markasının içkisini tüketmeye davet etmekten öteye geçmemektedir. Bu demek oluyor ki, alkollü içki reklamlarının nerede gözükürse gözüksün, kapalı bir hedef kitlesi dışında ticarî ve sosyal bir etkisi gündeme gelmemektedir.

Markaların mevcut tüketiciler arasındaki rekabetini yasaklamanın amacı, dolayısıyla, toplumdaki alkollü içki tüketim miktarlarını düşürmek, hele Türkiye gibi objektif ve sübjektif olarak düşük alkol tüketim rakamları kaydeden bir ülke için işlemiyor. Bunun yerine, amacın alkolün kamusal alandan dışlanması suretiyle belirli bir kesimin yaşam tarzına müdahale etmek, “makbul” bir yaşam tarzı belirlemek suretiyle hayatını bu gibi yaşamayanları toplumsal olarak ayıplamak olduğu Türkiye için açıktır.

En acı verici olan ise, Türkiye’nin harcanan potansiyelidir. Bu güzel topraklarda yetişen güzel meyve ve ürünlerden elde edilen içkilerimizi tüm dünyaya gıpta ettirecek şekilde pazarlamak dururken, kocaman bir sektörü etkisiz ve ahlakçı politikalar altında ezdirmenin yarattığı ekonomik potansiyel kaybını düşünmek, alkollü içkilerin kamusal görünürlüğü konusunda itirazını dile getirmek isteyen herkesin aklının bir köşesinde bulunmalıdır.

---

[1] World Bank’in 2018 yılı Türkiye verisi: https://data.worldbank.org/indicator/SH.ALC.PCAP.LI?locations=TR-EU [2] World Bank’in 2018 yılı Avrupa Birliği verisi: https://data.worldbank.org/indicator/SH.ALC.PCAP.LI?locations=TR-EU [3] World Bank 2018 yıllık kişi başı saf alkol tüketim ortalaması Fransa verisi: https://data.worldbank.org/indicator/SH.ALC.PCAP.LI?locations=TR-FR [4] Eroğlu “Türkiye’de Alkollü İçkilerin Reklam Yasağına Bir Giriş: Ölçülülük Tartışmaları” Liberal Perspektif Analiz 21 (2021). [5] Dikkate değer bir diğer konu da Yeşilçam filmlerinin meşhur olduğu zamanlarda Türkiye’nin yıllık kişi başı saf alkol tüketim ortalamasıyla bugünkü tüketim rakamları arasında kayda değer hiçbir değişim olmayışıdır. EuroCare’in verisine göre, 1960’lardan bu yana Türkiye’nin yıllık kişi başı saf alkol tüketim ortalaması azalmamış, artmıştır. 1960’larda alkolün kamusal görünürlüğünün bugüne kıyasla ciddî derecede fazla olduğunu kabul ettiğimizde bu argüman, alkollü içki reklam yasaklarının alkol tüketimini azaltma konusunda başarılı olmadığını ifade etmek için son derece yeterlidir. Konu hakkında detaylı analiz için bkz. Eroğlu “Avrupa ve Türkiye Karşılaştırmalı Alkol Politikaları” Liberal Perspektif Yorum 14 (2020). [6] Anayasa Mahkemesi’nin 13.11.2014 tarihli ve 2013/95 E., 2014/176 K. sayılı kararı [7] Örneğin söz konusu yemek yarışması franchise’ının Kanada ayağında, Müslüman yarışmacıların alkol ile yapılan yemekleri alkolü başka ürünlerle değiştirmek suretiyle yapmalarına izin verilmesi, hoşgörünün güzel bir örneği olmuştur. [8] Eroğlu A.g.e.