Akın Gülyurt Anadolu Tasavvufu kitabında, Anadolu’da tasavvufun siyasi rolünün bilinenden daha önemli olduğunu söylüyor: “Egemenlere karşı aktif direnişe geçen dervişler de olmuştur. Kimisi deyişleriyle kimisi cenk meydanında...” Akın Gülyurt ile kitabını konuştuk.
Kitabınızın ortaya çıkma serüveninden başlayalım isterseniz. Anadolu Tasavvufu ile neyi anlatmayı amaçladınız?
Kitap, irfani anlayışın ya da bâtıni/heterodoks/şeriatötesi olarak adlandırabileceğimiz dinî tutumun genel bir sunumu. Dünyanın pek çok yerinde ve farklı zamanlarda ortaya çıkan, dönemin resmî/yaygın din anlayışıyla ortak değerler paylaşmakla birlikte çoğu zaman çelişen gelenekler ya da anlayışlardan bahsedebiliriz.
İslam coğrafyasında, özellikle de Anadolu’da bu gelenekler ya da anlayışlar adeta kaynaşarak ve damıtılarak tasavvuf olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir bilgelik geleneği ya da “hâl” olarak tasavvuf, resmî din anlayışından oldukça farklı, yer yer ona tepkili mesajlarıyla, varlığın birliği ve sevgi temelli düsturlarıyla gerek tefekkür dünyasında gerek gönüllerde özel bir yer edinmiştir. Bu geleneği ya da anlayışı farklı boyutlarıyla ya da farklı perspektiflerden ele alan akademik olsun/olmasın pek çok kıymetli eser kaleme alınmıştır.
Aynı zamanda mevzuyu ideolojik perspektiflerden ele alan ya da kasten ve kasıtsız olarak çarpıtan, belli bir dünya görüşüne yaklaştırmaya veya karalamaya yönelik yayınlar da ortaya çıkmıştır maalesef. Bu durum kimi zaman akademik çalışmalarda da görülür. Bendeniz dost meclislerinde naçizane bölük pörçük dillendirdiğim, kimi eserlerin belli bir yönüne ışık tuttuğu ya da kararttığı bu anlayışı, öncelikle derli toplu ve her kesimden okura hitap edecek şekilde anlatma ihtiyacı hissettim.
Zaten gelenek de bunu gerektiriyordu. Çünkü “Anadolu tasavvufu” derken kitabi olmaktan ziyade şifahi yönü ağır basan ve sade anlatım yollarına başvuran bir gelenekten bahsediyoruz. Aynı zamanda dinî yaşamın belli kalıplardan ibaret olmadığını, yüzyıllara dayanan (hatta geleneğe göre ezelden süregelen) ve yaşadığımız topraklarda var olmuş ama yok olmaya yüz tutmuş bu itikadın, bu bilgelik anlayışının hatırlanmasını arzuladım.
Tasavvuf denildiğinde geniş bir coğrafyaya yayılmış, neredeyse birbirine zıt anlayışlar da akla geliyor. Özellikle günümüze gelindiğinde mevcut tarikatlar dolayısıyla kafa karışıklığı yaşayanlar da oluyor. Siz tasavvuf derken hangi gelenekten ya da geleneklerden bahsediyorsunuz?
Tasavvuf, İslam dininin ortaya çıkışından birkaç yüzyıl sonra dinin özündeki mesajlardan uzaklaşıp dini kullananlara bir tepki olarak ortaya çıkmış bir irfan anlayışı ya da bilgelik geleneği olarak ifade edilebilir. Ancak önceki bilgelik geleneklerinden de izler taşır. “İçeriden” bakacak olursak evrenin var olmasıyla hatta daha öncesinden vardır ve tüm peygamberler ya da bilgeler/arifler aynı hakikatin temsilcileridir.
Tasavvuf da muhalif olduğu resmî din anlayışı gibi kurumsallaştıkça tahribata uğramıştır. Akabinde bu duruma tepki olarak tasavvufun içinden Melamilik akımı ortaya çıkmıştır. Bu süreç böyle devam ediyor. Tasavvuf bazen şeriata uygun ya da ılımlı olarak “ehlileştirilmiş” bazen de şeriatötesi yapısını koruyabilmiştir. Bazen gündelik siyaset, ticaret, güç ilişkileri, cehalet ağında yozlaştırıldığı da olmuştur. Tüm bu süreçlerin sonunda farklı kesimlerin tasavvuf algısı da farklı olmaktadır tabii. Bizim anlatmaya çalıştığımız tasavvuf, âleme vahdet nazarıyla bakan, Hakk’ın tecellisi olarak tabiatı ve insanı seven, şeriat temelli olmayıp sevgiyi önceleyen şeriat ötesi bir tutumdur. Bu tutum Kalenderilik, Melamilik, Bektaşilik, Alevilik gibi ekollerde yoğun olarak görülür. Ancak bir bakarız ki Sünni bir ozanın sazının telinden ve hatta Sünni bir medrese âliminin dilinden dökülür. Başka coğrafyalarda başka kişilerde tecessüm eder. Tarikat ve mezhepten ziyade bir meşreptir aslında.
Anadolu tasavvufu, İran’dan veya diğer İslam ülkelerinin tasavvuf ekollerinden farklı bir yorum mudur? Eğer öyleyse onu farklı kılan özellikleri nelerdir?
Aslında keskin çizgilerle bir ayrım yapılamaz. İslam coğrafyasında farklı bölgelerde ortaya çıkan tasavvuf gelenekleri birbiriyle etkileşim içerisinde olmuştur. Sûfilerin diyar diyar dolaşması bu etkileşimin önemli sebeplerinden biridir. Zaten onlara göre görünüşte farklılık olsa da özde birlik söz konusudur. Bu sadece farklı tasavvuf ekolleri için değil tüm bilgelik gelenekleri ve hatta din, felsefe, bilim gibi farklı disiplinler için bile düşünülebilir.
Dünya kimseye kalmayacağına göre yapılacak tek şey sevmek, sevilmek. Tabii bu “romantik” bir sevgi değil. Hakk’a ve tabiata duyulan bir sevgi. Seven ne yapar? İncitmez, israf etmez, tefekkür eder, teşekkür eder, yardım eder, paylaşır.
Sorunuza dönecek olursam Anadolu, birçok bilgenin yolunun düştüğü, farklı ekollerin karşılaşıp kaynaştığı bir coğrafyadır. Aşure misali. Bu özellikleri dolayısıyla Anadolu’da tasavvuf ayrı bir kıvam almış gibidir. Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celaleddin, Pir Sultan Abdal, Hacı Bayram Veli, Kaygusuz Abdal, Niyazi Mısri ve daha nicesi işte bu kıvamın temsilcileridir. Adeta damıtılmış bir öz ya da özet gibi bence. Ve tüm derinliğine rağmen oldukça sade bir anlayış… Ozanların dilinde, deyişlerde, menkıbelerde, fıkralarda aktarılarak gelmiş.
Ezelden ebede uzanan aşk dini… Şekilcilik ve kitabi bilgilerden ziyade samimi bir imanı, hayatın tamamını ibadet olarak yaşamayı, tefekkürü, vecdi, sevgiyi tercih eden ve şeriatın ötesinde olmakla birlikte farklılıkları kuşatan bir irfan anlayışı… Kitabınızın tanıtım cümleleri bunlar. Nasıl oldu da Anadolu’daki samimi iman bugünkü haline geldi?
Aslına bakarsanız her dönemde olumsuzluklar vardı. Çok eski deyişlerde bile “zamane”den yakınılır. Yedi yüz yıl öncesinde Yunus, muktedirlerle birlikte zamane hocalarını ve ait olduğu zümrenin sûfilerini bile eleştirir. Ancak günümüze doğru gelindikçe tabiattan kopuş, tüketim toplumuna dönüş ve sair etkenlerden samimiyet her alanda azaldı. Kadim bilgeliğin, irfanın, kültürün ancak izleri kaldı. Belki o irfana/bilgeliğe vakıf olamasak da izlerini takip etmek gerektiğini düşünüyorum.
Kitapta bahsettiğiniz bilgeler, sûfiler şimdiki insanlar için ne ifade etmeli? Bugünün insanının onlardan öğreneceği ne var size göre?
Sevmek var mesela. Nasıl sevilir, belki öğreniriz kim bilir.
Belki… İnsanlığın ortak geleceği için Anadolu erenlerinin verdiği bir mesaj var mıdır?
Klişe olacak sanırım. “Sevelim, sevilelim dünya kimseye kalmaz” diyerek dünyanın da insanın da akıbetini söylüyorlar aslında. Dünya kimseye kalmayacağına göre yapılacak tek şey sevmek, sevilmek. Tabii bu “romantik” bir sevgi değil. Hakk’a, dolayısıyla halka ve tabiata duyulan bir sevgi... Seven ne yapar, incitmez, tahrip etmez, israf etmez, tefekkür eder, teşekkür eder, yardım eder, paylaşır…
Derviş denince akla etliye sütlüye karışmayan münzevi bir tip geliyor. Bu dünyadan vazgeçmiş kanaatkâr insanlar. Peki, gerçekten bu böyle midir? Çağının toplumsal sorunlarına ilgi göstermemişler midir sufîler veya dervişler?
Burada meşrep ya da hâl söz konusudur. Her derviş aynı değildir ve hatta bir dervişin farklı dönemleri de aynı olmayabilir. Yeri gelir celal makamından yeri gelir cemal makamından bakabilir. Bazı dervişler iktidara, zenginliğe ve bunlara hizmet eden din anlayışına aşırı bir tepki göstererek dünyadan el etek çekmeyi tercih etmişlerdir. Bazen bunları umursamaya bile değer görmemişlerdir. Bu, pasif bir direniş olarak düşünülebilir.
Tasavvuf, İslam dininin ortaya çıkışından birkaç yüzyıl sonra dinin özündeki mesajlardan uzaklaşıp dini kullananlara bir tepki olarak ortaya çıkmış bir bilgelik geleneği olarak ifade edilebilir.
Bununla birlikte egemenlere karşı aktif direnişe geçen dervişler de olmuştur. Kimisi deyişleriyle kimisi cenk meydanında... Babai dervişleri, Bedreddin dervişleri mesela. Ayrıca Osmanlı’nın kuruluş yıllarında gazalara katılan dervişleri ya da Safevi Devleti’nin bir tarikattan evrildiğini düşünebiliriz. Kendine “miskin” diyen Yunus da döneminin beylerini paşalarını eleştirmiş, onları üleşmeye davet etmiştir. Kitapta mülkiyet, toplum ve direniş bölümlerinde bu mevzuyu ele almıştım. Ayrıca Kenan Göçer’in “Yunus Emre aslında ne dedi?” adlı kitabı da doğrudan bu mevzuyu işliyor. İlgilisine tavsiye ederim.
Kitabınız yayımlanalı sekiz ay olmuş. Okurlardan geri dönüşler oldu mu? Amacınıza ulaştığınızı düşünüyor musunuz?
Öncelikle tasavvufi bir cevap vereyim. Vahdet ya da varlığın birliği anlayışı doğrultusunda bir cana iyilik etmek âleme iyilik etmektir, bir cana ulaşmak âleme ulaşmak demektir. Nadiren de olsa kopuzumla seslendirmeye çalıştığım deyişler eşliğinde söyleşiler yapıyorum. Bazen sekiz-on kişi geliyor, bazen daha fazla, bir keresinde kimsenin gelmediği de oldu. Etkinliği düzenleyen arkadaşla ikimiz çalıp söyleyip muhabbet etmiştik. Yine, nadiren de olsa bir mail ya da tivit geliyor, ekşi sözlük, 1000 kitap, goodreads gibi sitelere güzel yorumlar yazanlar olmuş. Bunlar başta söylediğim gibi kalbimi mutmain etmek için fazla bile.
Tabii rasyonel bir açıdan bakacak olursak kitaptan oldukça az sayıda insan haberdar oldu. Yayıncılık sektörüne avantajlar sağlayan bir yöntemle talep doğrultusunda basılıyor, kitapçılarda bulunması bile pek zor. Ben de tanınan bir yazar olmaktan ziyade kendi hâlinde bir okur olduğum için kitaptan -zahiren- sınırlı bir çevre haberdar oldu. Ancak biri bine, bini de bir’e sayarak gerçeklerin demine Hû diyelim. Haberdar etmek konusunda sosyal medya üzerinden veya kitabın yolculuğunun herhangi bir yerinde destek olan, başta Muharrem Temiz, Şener Boztaş, Kenan Göçer, Ezel Akay, Ayşe Acar, Sadık Yalsızuçanlar, Reha Çamuroğlu, Ragıp İncesağır, Rojda Aslan, Münevver Eminoğlu, Tolga Bektaş, Nihat Karademir, Olgay Söyler, Sedat Anar olmak üzere tüm dostlara ve üstatlara müteşekkirim. Bu doğrultuda röportajınız için siz -
Çiğdem Boz hocama da- teşekkür ederim. Çok kıymet verdiğim bir hocamın sorularına muhatap olmak da ayrıca mutluluk verici.
….