Ülkemizin gündemi öyle yoğun ki “Hangi konuda yazayım?” desem bir sonraki konu daha ilgi çekici geliyor. Bu hafta yine bir süredir gündemde geri plana atılmış olan tarikatlar konusunu yazmak istiyorum.
OSMANLI BİZE ÖRNEK MİDİR?
Bazı arkadaşlar benim yazımla ilgili olarak olumlu görüşler belirttiler ama bazısı da “Bu yüzyılda tarikat mı kaldı?” diyerek eleştirdi. Doğrudur. Bu yüzyılda ben de tarikat oluşumunu anlamlı bulmuyorum. Ancak herkesin görüşleri benimkiyle aynı olmak zorunda olmadığı gibi, dini algısı da aynı olmak zorunda değil. Sonuçta din ve vicdan özgürlüğü bakımından insanların farklı inanç ve beklentileri olabiliyor. Bunun toplumun geneline zarar vermeyecek şekilde düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu hususta benim Osmanlıyı örnek verme sebebim hâlihazırda içinde bulunduğumuz durumun o dönemdekinden bile geride olmuş olması. Çünkü şaşırabilirsiniz ama Osmanlı yönetimi tarikatları çok daha sıkı şekilde kontrol edebildiği gibi, sınırını aşanları da hukuki sınırlara çekmeyi başarabilmiştir. Belki bugüne projeksiyon yapabiliriz diye gelin biraz tarihe bakalım.
ZINDIK İSE KATLİ MEŞRUDUR
“Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle popülerleşen Kanuni Sultan Süleyman dönemi tarikatlar açısından oldukça ilginçtir. Zira bu dönemde özellikle Sünni tarikatların haklarını genişlettiklerini ve büyük kazanımlar elde ettiklerini söyleyebiliriz. Ancak bu dönemde Osmanlı tarihinde peş peşe şeyh idamları da yaşanmıştır. Burada birkaç örnek vereceğim. Peşinen söyleyeyim, her ne kadar bu idamların görünürdeki sebebi idam edilen şeyhlerin Ehl-i Sünnet anlayışından uzaklaşması gibi anlatılsa da, işin gerçeği bu “yoldan çıkmış” isimlerin toplumda bir infial yaratmaları ve halkı huzursuz etmeleridir.
Bunu dönemin şeyhülislamları ve idamlara fetva veren Çivizade Muhyiddin Mehmet Efendi ve Yavsizade Ebu Suud Efendi’nin gerekçelerine baktığımızda açıkça anlayabiliyoruz. Tabii bu vakaları genel hatlarıyla anlatacağım çünkü amacım sizi tarihi detaylarla sıkmak değil, tarikatlarla ilgili yaşanan olumsuzlukların nasıl çözüldüğünü anlatmak.
İlk idam, Melamiyye-Bayramiyye tarikatından Oğlan Şeyh İsmail Maşuki ve 12 müridinin idamlarıdır. (Oğlan Şeyh olarak adlandırılmasının sebebi kendisinin çocuk denebilecek yaşta olmasıdır). Şunu özellikle belirtmek gerekiyor ki, İsmail Maşuki’nin babası Melamiyye piri Ali Aksarayi önemli bir isimdir ve Kanuni Sultan Süleyman dahi ona duyduğu hürmetten dolayı genç İsmail’i uyarmıştır. Ancak buna rağmen sonuç idama varmıştır.
Dava belgelerine bakıldığında, görünüşte kendisinin İslam’ın en temel yasaklarını tanımadığı, küfre varacak sözler söylediği anlatılmaktadır. Osmanlı tarihçisi Ahmet Yaşar Ocak bu konuda Maşuki’nin söylediği sözleri anlamayan müritlerin sağda solda bu lafları yaymalarının da halkta büyük bir tepki yaratmasının etkisi olduğundan söz eder.
Özetle, devletin başındaki sultan ve yönetimdeki bürokrasi şeyhlerden emir almaz. Tarikat mensupları ve şeyhleri her vatandaşın tabii olduğu hukuki sınırlara riayet etmekle yükümlüdür.
Öte yandan, idama fetva veren Çivizade Mehmet Efendi de zaten tasavvufi hareketlerden pek hazzetmeyen birisidir. Hatta daha sonra, İbnü’l Arabi ve Mevlana konusunda ileri geri sözleri sebebiyle bizzat Kanuni tarafından görevden azledilecektir.
İkinci idam, Melamiyye’den Bosnalı Hamza Bali’dir. Kendisi seyr-i süluk eğitimini tamamlamamış olmasına rağmen öğrenci yetiştirmeye kalkması ve söylediği sözlerin halk tarafından tepkiyle karşılanması üzerine İstanbul’a şikâyet edilmiş ve böylece hakkında bir araştırma başlatılmıştır. Dönemin şeyhülislamı Ebu Suud Efendi bölgedeki şeyhlere danışarak durumu tetkik etmiş ve Oğlan Şeyh’le aynı tarikten olduğunu öğrenince mesele zaten kendiliğinden çözülmüştür. Hüküm kesindir: İdam.
Üçüncü idam, Gülşeniyye Halvetiyye'den "Karamanlı Şeyh" diye bilinen Muhyiddin Karamani'dir. Karamani’nin de yine bazı sözlerinin halkı rahatsız ettiği anlaşılmaktadır. Bu sebeple, Ebu Suud Efendi sözlerini geri alması durumunda affedileceğine hükmeden Hanefi hukukuna göre değil, Maliki hukukuna göre idam kararını onaylamıştır.
Esasen bu idamlarla ilgili olarak ne Çivizade’nin ne de Yavsizade’nin verdiği yargıyı tartışmak amacındayım. Bu zaten fıkıh bilenlerin işidir. İdam cezasına her ne olursa olsun tamamen karşı birisi olarak bunları onaylamam zaten mümkün değildir. Ancak tarihi bir vakayı dönemi ve koşulları içinde düşünmek lazım geliyor. O dönemde hukukun işletilmiş olması bizim için önemlidir. Burada çok temel bir devlet refleksi görülmektedir. Tarikatların “altın devri” olarak tanımlanan Kanuni Sultan Süleyman devrinde dahi, şeyhler halkı rahatsız ettiklerinde, halk içinde infial yarattıklarında devlet müdahale etmiş ve dönemin hukuki şartlarında vakaları araştırmış ve hükme bağlamıştır. Cezasızlık söz konusu değildir. Her türlü suçu işleyip arkasına sığınacakları bir devlet bulamamışlardır.
TARİKATLARIN KONTROLÜ
Hızla tarihin yapraklarını çevirelim ve III. Selim dönemine gelelim. Zira tarikatların kontrol altına alınmasına dair ilk adımlar bu dönemde gerçekleşmiştir. İlginçtir, bu konuda ilk talep yine şeyhlerden gelmiş ve “sapkın inanışlara sahip” şeyhlerin ve müritlerin teftiş edilmesi istenmiştir. Bunun için devlet bazı şeyhleri görevlendirme yoluna gitmiştir. Bundan sonra 1812’de ise, tekkelere bağlı vakıfları Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin denetimine veren ve aynı tarikatın tüm tekkelerini İstanbul’daki merkeze bağlayan bir ferman imzalanmıştır. Bu ferman bağlamında, bir tekkenin şeyhinin atanmasına da yine şeyhülislamlık karar verecektir. Böylece mali olarak Evkaf Nezaretine bağlanan tekkelerin, idari olarak da şeyhülislamın kontrolüne girdiğini görmekteyiz.
Tarikatların “altın devri” olarak tanımlanan Kanuni Sultan Süleyman devrinde dahi, tarikatlar halk içinde infial yarattıklarında devlet müdahale etmiş ve dönemin hukuki şartlarında vakaları araştırmış ve hükme bağlamıştır.
Cumhuriyet öncesi son denetim adımı ise, 1864 yılında Meclis-i Meşayih’in kurulmasıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, şeyhlerden oluşan bir meclis olan bu kurum diğer tarikatları denetlemekle sorumluydu. Ancak böyle bir yapının pek işe yaramadığını daha sonraki gelişmelerden anlamaktayız.
KISSADAN HİSSE
O halde çözüm nedir? Osmanlı’ya baktığımızda, birkaç sonuca varmak mümkündür. Birincisi hiçbir tarikatın hükümetin yerine geçmesine veya devleti yönetmesine müsaade edilmemiştir. İkincisi, bu sınırı aşanların hukuken soruşturmaya tabi tutuldukları, sürgüne gönderildikleri ve zaman zaman özellikle halkta infial uyandıran hadiselere karıştıklarında idam edildikleri görülmektedir. Dolayısıyla buradan anlaşılmaktadır ki, devlet hiçbir zaman kendi otoritesine alternatif bir tarikat oluşumuna müsaade etmediği gibi, tarikatların yönetimine de girmemiştir. Özetle, devletin başındaki sultan ve yönetimdeki bürokrasi şeyhlerden emir almaz. Tarikat mensupları ve şeyhleri her vatandaşın tabii olduğu hukuki sınırlara riayet etmekle yükümlüdür.