Söylemek istediğim şu; insanların cemaatleşme eğilimi durdurulamasa bile, faaliyetleri hukuksal alana çekilmelidir. Bunun da temel kaidesi laiklik ve hukukun üstünlüğüdür. Yunus Emre’nin ünlü beyitidir: “Şeriat tarikat yoldur varana. Hakikat marifet andan içeru”. Maalesef artık pek çok yerde etiği ve vicdanı rafa kaldırmış olduğumuzdan, ne şeriat, ne hakikat, ne tarikat, ne marifet, pek bir şey kalmadı elimizde. Bugün umardım ki tarikat cemaat meselesi üzerine son kez yazacak olayım. Fakat biliyorum ki bu konuyu tekraren yazacağım çünkü laiklik bir kaide olarak sadece bu ülkede değil, dünyada da tehdit altındadır. Laikliğin ceberut bir uygulaması ve insanlar üzerinde bir siyasi iktidar oluşturma aygıtı olarak kullanılmasını onaylamıyorum, savunmuyorum da ama hiçbir devlette çoğunluğun dinini bir hayat tarzı olarak başkalarına dayatmasını da özgürlükmüş gibi kabul edemeyiz. Kimsenin başkalarının hayatlarını kabusa çevirme özgürlüğü yoktur. Kimse kimseye zorla bir hayat tarzı biçemez. Ancak bu noktada bence asıl sorun tarikatlar kadar, cemaatlerin durumudur. Bunu sadece İslami ve Sünni cemaatler olarak da algılamamak gerekiyor. Türkiye’de genel bir cemaatleşme problemi var. CEMAATLEŞİYORUZ MUNTAZAMAN Birçok kişi tarikat ve cemaatin farkını bilmiyor ama önemli olan bu kavramların gerçekten ne oldukları değil, toplumun bir kesimindeki yoğun cemaatleşme eğilimidir. Cemaat denildiğinde genelde aklımıza hep Sünni oluşumlar geliyor. Oysa seküler cemaatler de mevcut ve bunlar da geleceğimiz açısından daha da faydalı değiller. Bu yazıda iki farklı gruba değinmek istiyorum. SÜNNİLER Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, cemaatleşme insanın toplumsallaşma eğiliminin bir boyutudur. Ancak toplumsallaşmanın zorunlu sonucu değildir. Daha açık bir ifadeyle, örneğin İKSV etkinliklerine beraber giden her arkadaş grubunu cemaat olarak sayamayız. Arkadaş grubuyla cemaatin farklı şeyler olduğunu bir kere daha burada vurgulamak isterim. Şimdi sizi biraz gülümsetsin diye eski Zaman gazetesinin editörü Ekrem Dumanlı’nın Fethullahçı Hareketi “Biz cemaat değiliz, arkadaş grubuyuz” diyerek savunduğunu hatırlatayım. Ama cemaatler arkadaş grubu falan değildir. İnsanların bir araya gelip beraber dini kitaplar okudukları okuma grubu da değildir. Zaten böyle olsaydı, iktidarla akçeli işlere girmez, kendi manevi dünyalarında yaşayıp giderlerdi. Hiçbirimizin de bu tip insanlara sözümüz olmazdı. Fakat Türkiye’de artık cemaatlerin çok ciddi manada yayılmış olduklarını ve hedeflerinin de son kertede dünyevi olduğunu biliyoruz. Gerek ayyuka çıkan taciz, tecavüz, ihaleye fesat karıştırma, yolsuzluk vs. gibi haberlerden, gerekse Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, İsmail Saymaz, Timur Soykan gibi Türkiye’nin değerli genç gazetecilerinin yazdıkları kitaplardan bunların faaliyet alanlarını yakından tanımış olduk. Fıkıh, kelam, seyr-i sülûk gibi bir dertleri olmadığı anlaşılıyor. Bütün bu araştırmalardan ortaya çıkan tablo, ürkütücü olduğu kadar, acil çözülmesi gereken bir problemle karşı karşıya olduğumuzu da gözler önüne seriyor. Türkiye’de laikliğe en büyük tehdit bu İslami veya İslam dışı cemaatleşme eğilimidir. Bu sorunu çözmek de sanıldığı gibi basitçe yeni bir tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu çıkarmakla mümkün değil. Bunun derinlemesine tahlilini burada yapmak güç ama size bazı noktaları anlatırsam mesele kendiliğinden ortaya çıkacaktır. HALVET DER ENCÜMEN   Yapılan araştırmalarla ortaya konulan ilişki ağları ortaya çıktıkça bazı cemaat yapılarının ifşa olduklarını görüyoruz ancak kimi cemaatlerin tespiti doğrudan o cemaatin bazı geleneksel özellikleri sebebiyle çok kolay olmayabiliyor. Bunların da böyle olmalarının nedeni tasavvuf geleneğinin içinde saklıdır. Türkiye’de en yaygın grup olan Nakşibendiyye’nin “halvet der encümen” diye bir anlayışı var. Tarihi epeyce eskiye dayanıyor.
Türkiye’de laikliğe en büyük tehdit bu İslami veya İslam dışı cemaatleşme eğilimidir. Bu sorunu çözmek de sanıldığı gibi basitçe yeni bir tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu çıkarmakla mümkün değil.
Osmanlı tarihi boyunca tarikatlarda genellikle müritlerin o tarikatın dergâhında kalmaları ve kendilerine ait bir aileleri olmaması istenirdi. Bu sebeple evli barklı olan, belli bir mesleğe sahip olan yani dergâh dışında hayat sürdürmek zorunda olan insanların mürit olması güçtü. Ancak Nakşibendiyye’nin bu anlayışı geliştirmesi süreci tamamen değiştirmiştir. Buna göre, sufîlerin alışılmış olan halktan uzak ve dergâh içinde geçireceği halvetin yerine, “halkın içinde halvette” olmaları fikri benimsenmiştir. Bunun önemi, örneğin bir devlet memurunun mürit olup kendi işini sürdürürken, aynı zamanda şeyhinin öğretilerini takip edebilmesine imkân tanımasıdır. Yani siz bir memur olarak hem mürit olabilir, hem de şeyhinizden zikir alarak veya seyr-i sülûk süreciniz neyi gerektiriyorsa onları yaparak hayatınızı sürdürebilirsiniz. Bir cemaatin siyaseten iktidara oynamadığı ve salt maneviyat üzerinden devam ettiği bir durumda, böyle bir ilişki sorun yaratmayacaktır ama maalesef önümüzdeki tablo böyle değil. Günümüzde bu prototip, bize yaşadığımız cemaatleşme ve devletin içinde örgütlenen cemaatlerin durumunun teorisini açıklamaktadır.
Sufîlerin alışılmış olan halktan uzak ve dergâh içinde geçireceği halvetin yerine, “halkın içinde halvette” olmaları fikri benimsenmiştir.
Geçtiğimiz yıllarda özellikle Fethullahçıların gündem olduğu dönemlerde, Fethullah Gülen’in cemaat üyelerine “gözünüzle namaz kılın” ve “belli etmeden zikir yapın” dediği anlatılırdı. O dönemlerde bunun sadece Fethullahçılara ait bir şey olduğu düşünülmüştü. Oysa Nur cemaatinin bir özelliği zaten hafi zikri yani sessiz ve kalpten zikri tercih etmeleridir. Bu bağlamda yukarıda anlattığım “halvet der encümen” de yine geçerlidir. Bu sebeple cemaatleri anlamamızda bu tip geleneksel kavramsallaştırmaların önemi olduğuna inanıyorum. BUDİSTLER ve YENİ ÇAĞCILAR Bir de pek gündeme getirilmeyen ve aslında siyasetle ilişkileri olmadığı düşünülen yeni çağ (new age) akımları ve Budizme yakın gruplar var. Bunlar da aslında azımsanmayacak kadar büyük bir grup. Kişilerin şahsi olarak Budist olmaları veya yeni çağ akımlarının yarı bilimsel fikirlerini benimsemeleri kendi bilecekleri şeydir ama toplumda hukukun dışında bırakılma talepleri ortaya çıkarsa bunlara müdahale edilmeyecek mi? Bazı yoga eğitmenlerinin taciz ve tecavüz davaları basına yansıdı. Bununla beraber kullanımı yasak olan bazı maddelerin manevi deneyim bahanesiyle kullanıldığı yoga kampları halen mevcut. Uyduruk, temelsiz pek çok teoriyle insanların kandırılarak bir umut vaadiyle sömürüldüğü dünya kadar bu tip dernek ve eğitim kurumu var. Bunların insanlara uyguladıkları tedaviler araştırılıyor mu? Bunların denetimi ne kadar yapılıyor? İlla cemaat olması için Sünni mi olması lazım?
Tarikat Türkiye’nin olmazsa olmaz bir kurumu değildir. Bırakın Türkiye’nin, İslam’ın bir temel kurumu değildir. İslam’da inanan bir kuldan beklenen imanın ve inancın şartlarını yerine getirmesidir.
Bu bilim dışı ve deli saçması fikirlerin en somut örneğini pandemide gördük. Yüzbinlerce kişinin öldüğü bir salgın hastalığın gerçek olmadığını iddia edecek kadar gerçeklik duygusunu kaybetmiş kitlelerin dünya çapında gösterileri ve ayaklanmaları durumun sadece “Biz bu saçmalıklara inanıyoruz kime neyle” sınırlı kalmadığını ve toplumsal bir sağlık problemi halini aldığını görmek bu kadar mı zor?  Peki bu insanlara karşı dünyada ne yapılabildi? Her gün bir uçak dolusu insan ölürken, aşısız ve maskesiz gezerek mikrop bulaştırma özgürlüğü var mı? Bunlarla ilgili hukuki olarak ne tartışılıyor? İSLAMİ veya İSLAM DIŞI 28 Şubat sürecinde dönemin başbakan yardımcısı Tansu Çiller’in tarikatlarla ilgili şu sözleri bir grubun görüşünü açıkça yansıtmaktadır: “….Bin yıllık gelenektir. Bir gelenek bin yıl sürüyorsa, toplumsal karşıtlığı varsa, devamlı bir toplumsal ihtiyaca cevap veriyor” demektir. Karşıtlık kelimesini yanlış kullanmasını Çiller’in alışılageldik bir niteliği olarak bir kenara koyarsak, bu cümleden ne çıkıyor? “Tarikatlar bin yıldır vardır ve bundan sonra da olsunlar”. Bu birçok kişide olan bir görüş. Hatta bazı insanlar benim geçmiş yazılarımdan bunu anlamışlar. Hayır, bunu kastetmedim. Tarikat Türkiye’nin olmazsa olmaz bir kurumu değildir. Bırakın Türkiye’nin, İslam’ın bir temel kurumu değildir. İslam’da inanan bir kuldan beklenen imanın ve inancın şartlarını yerine getirmesidir. Bunların ötesine geçip,  ruhsal tekamül sürecinden geçmek isteyenler için tarikat bir alternatif seçenektir. Bu çok açıktır. Müslüman’ın mutlaka bir tarikatı olmak zorunda değildir. Bu yüzden her Müslüman mürit olmak zorunda da değildir. Bu sebeple, ben sadece insanların seküler veya dini olmak üzere cemaatleşme gibi bir eğilimleri olduğu gerçeğini dile getirdim. Yani manevi hayatlarını bir cemaat içinde geçirme talebi ve arzusu olan insanlar var, bu da bir seçimdir. Burada aslolan insanların cemaatleşme eğiliminden ziyade cemaat olarak ne gibi faaliyetler yaptıklarının denetim altında olmasıdır. Sözün özü, söylemek istediğim şu; insanların cemaatleşme eğilimi durdurulamasa bile, faaliyetleri hukuksal alana çekilmelidir. Bunun da temel kaidesi laiklik ve hukukun üstünlüğüdür. Sünni kesimde yaygın olan bir sanrı var; sanıyorlar ki laiklik sadece “muhalif kesim” dediğimiz, seküler hayat tarzını benimseyenler, ateistler, Aleviler ve hukuken azınlık statüsünde olanları ilgilendiriyor. Oysa bu son yirmi sene bize namlunun ucunda Sünnilerin de olabileceğini göstermektedir. Sünniliğin bir tek yorumu olmadığı gibi, her din gibi İslam’ın da tek bir yaşanma şekli bulunmamaktadır. Siyaseti din ve mezhebin yorumlarından çıkarıp, etik ve vicdanın seküler ve ortak akıl dediğimiz alanına taşımak zorundayız. Yoksa bu gidişle varacağımız yer, üç kişinin bir araya gelip diğer üç kişiyi tahkir ve tefkir ettiği Ortadoğu toplumlarıdır. Bu bakımdan, son yirmi sene bize yönümüzü yanlış yerde aradığımızı yeterince göstermiştir diye umuyorum.