Spinoza’nın sisteminde bu panpsişist yapı, Tanrı’nın tüm nesneleri içerdiği ezeli bir zihinsel varlık-madde oluşumunu öngörür. Bu sistem içerisinde tüm bilinçli ya da bilinçsiz varlıklar “sabit” bir oluşum içerisinde oluşumlarına devam ederler. Spinoza, Tanrı hakkında bölümü bitirdikten sonra insan zihni ve doğası hakkındaki bölüme başlarken şöyle yazar: “Şimdi Tanrı’nın özünü veya sonsuz ve ezeli varlığını zorunlu olarak takip eden şeyleri -ancak hepsini değil- açıklayacağım zira göstermiştik ki (IP16) sonsuzca çok modları sonsuzca çok şey takip etmelidir ancak adeta bizim elimizden tutan ve bizi yönlendiren insan zihninin bilgisi ve onun en yüce bahtiyarlığıdır.[1] Spinoza “insan zihni ve onun en yüce bahtiyarlığının bilgisinden” ne kast etmektedir? Şimdi buna bakalım. ETERNAL SUNSHINE OF THE SPOTLESS MIND Bunu daha iyi anlayabilmek için Spinoza’nın Etik’inin ikinci bölümünün ilk aksiyomuna bakalım: “AI: İnsanın özü zorunlu varoluşu içermez yani Doğa’nın düzeni gereği şu ya da bu insanın varolup olmaması eşit derecededir.[2] Fakat Spinoza prop. 29’da demişti ki: “P29: Doğada hiçbir şey, şeylerin ilahi doğanın zorunluluğu ile belirlenmiş olarak varolması ve belirli bir şekilde etki etmesi dışında arızî değildir.[3]”    Bu durumda Spinoza’nın birinci aksiyomunda insanın varolup olmamasının eşit derecede olması ve prop 29 gereği doğada kontenjan (arızî/contingent) olmaması bir çelişki değil midir? Çünkü eşit derecede olması demek eşit ihtimaller demektir. Ve eşit ihtimaller olması demekse de insanın varolup olmaması onun varlığının zorunlu değil de arızi olduğu anlamına gelir (mi?). Bu gerçekten de zor bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Aristoteles’ten bu yana nesnelerin zorunlu ve arızî varoluşu tartışma konusudur ve bu yazı da ayrıntılı olarak üstünde durmam zor. Peki Spinoza bu konuda ne derdi? Buna bakalım. Daha önce Spinoza’nın ezelilik konusunda tanım 8’inden bahsetmiştim. Spinoza buna ek olarak şöyle demekteydi: “T8: Sonsuzluktan, ezeli olan şeyin sadece kendisinin tanımını izleyen bir şekilde anlaşılan varoluşun kendisini anlıyorum. Bu varoluş, bir şeyin özünde olduğu gibi, ezeli doğru olarak anlaşılır ve zaman ister başlangıç ya da sonla varolduğu anlaşılsın, süre ya da zamanla açıklanamaz.[4] Varoluşun özelliğini yani onun sonsuzca şeylerin içinde bulunduğu bir varlık olarak anlarsak Spinoza’nın görünürde iki argümanı arasındaki çelişkiyi çözmemiz mümkün olur. Spinoza’ya göre şeylerin ölçüsü onların sonsuz içerisinde varolmasıdır; bazı şeyler (insanlar gibi) sonsuz içerisinde sonsuzca varolup olmadıklarına göre ele alınabileceğine göre bu şeylerin varolması tamamen arızidir; ancak bu arızi olma durumu Doğa ve Tanrı’nın belirlediği “eşyanın düzeni” dışında olmadığı içindir ki varolup olmaması tamamen olumsal olan insanlar da bu düzenin içerisinde hareket ederler. Bu aynı zamanda Spinoza’nın olağanüstü dehasının Doğa’nın düzenini bugünün bilimsel düşüncesine yakın bir şekilde sezdiğini de göstermektedir; kuantum dalga-madde çöküş teorileri de doğanın istatistiksel belirlenimini öngörmektedir. İnsanlar da elbette diğer şeyler gibi bu belirlenimin içinde olabilirler.
Dolayısıyla Spinoza için zihnin önemi basit bir bilgi depolama ve öğrenme fonksiyonu değildir. Ona göre zihnin önemi, bilimin Tanrı’nın gözünde nasıl bir düzeni oluşturduğuna ilişkin üçüncü düzeyde daha yüksek bir bilgiyi öğrenmesidir.
Spinoza’nın bu tespiti bir süre sonra onun insan zihninin sabit ve ezeli şeylerin bir parçası olarak gördüğü bir nev’i panpsişist (tümruhçu/kabaca tüm varlıkların bilinçlerinin tek bir bilinçten ibaret olduğunu ileri süren görüş) bir fikri altyapı kurmasına sebep olacaktır. Spinoza’nın sisteminde bu panpsişist yapı, Tanrı’nın tüm nesneleri içerdiği ezeli bir zihinsel varlık-madde oluşumunu öngörür. Bu sistem içerisinde tüm bilinçli ya da bilinçsiz varlıklar “sabit” bir oluşum içerisinde oluşumlarına devam ederler; elbette Tanrı’nın tek töz ve varoluşa sahip olması dışında hiçbir varlık bu imtiyaza sahip değildir; ancak Spinoza’nın bu çıkarımı kesinlikle umutsuz ve pesimist bir çıkarım değildir. Bu Spinoza’nın aşağıdaki şu prop’unda açıkça görünür: “P38: Zihin, şeyleri ikinci ve üçüncü türden bilgiyle anladıkça, kötü olan şeylerin etkisinden daha az etkilenir ve ölümden daha az korkar.[5] Birinci, ikinci ve üçüncü türden bilgilerin ne olduğuna daha sonra değineceğiz ancak şöyle özetleyebiliriz; birinci türden bilgi insanlığın gerçekliğe dayalı ve dolayısıyla pek de faydası olmayan bilgisi, ikinci türden bilgi akıl ile elde edilen nesnelerin ve eşyanın düzeninin bilgisi, üçüncü türden bilgi ise; “Tanrı’nın, şeylerin özüne dair yeterli (formel) bilgisine dair kesin özelliklerinin formel özünün yeterli bir idea ile bilinmesinden hareket eden bilgi türüdür.[6] Dolayısıyla Spinoza için zihnin önemi basit bir bilgi depolama ve öğrenme fonksiyonu değildir. Ona göre zihnin önemi bedenin ve etrafındaki diğer tüm beden ve nesnelerin nasıl bir düzen içerisinde hareket ettiklerinin bilgisi (bilim) ve aynı zamanda bu bilimin Tanrı’nın gözünde nasıl bir düzeni oluşturduğuna ilişkin üçüncü düzeyde daha yüksek bir bilgiyi öğrenmesidir. Dolayısıyla Spinoza’ya göre insan zihninin tüm varoluşu tüm bu akıl yürütmeyi ve bu akıl yürütme dahilinde elde ettiği bilgiyi kendisi ve kendisi içinde anlayabilmesi üzerine kuruludur. Bu sayededir ki Spinoza için insan, Tanrı ve dünya ilişkisinde esasında bilinemeyen bir şey yoktur. Tüm bu varlıkların “yolu” -daha önce ele alıp açıkça gösterdiğimiz gibi- sonsuzca şeylerin sonsuzca modu içerisinde belirlenmiş olmasından geçer ve bu yolun bilgisi de insan zihninin en yüce bilgisini oluşturur. Peki bu zihnin Kartezyen felsefedeki konumlandırmasından farklı olarak, Spinoza’ya göre oluşumu nasıldır? Zira Spinoza’nın Kartezyen felsefeden yola çıkmasına rağmen ondan çok farklı bir sonuca vardığı bilinmektedir. Şimdi buna bakalım. SPİNOZA’NIN MONİZMİ Spinoza şöyle der: “P13: İnsan zihnini oluşturan ideanın nesnesi ya bedendir ya da gerçekten varolan belirli bir uzantının modudur, bundan başka bir şey değildir.” Spinoza’nın insan zihni ve beden arasında klasik madde-ruh düalizmini savunmadığı hep söylenir ancak önermesinin bileşeninin ikinci kısmını (ya da gerçekten varolan belirli bir uzantının modudur) anlamamız gerekmektedir. Spinoza, insan zihni ve bedeninin bileşik olduğu fikrinde kesindir:
Beden ve zihin ayrı değildir çünkü Spinoza’ya göre temelde bir karın ağrısı ile zihnin düşünce süreci arasında fark biyolojik olarak yoktur ve bu biyolojik temelde aynı doğa sürecinin bir ürünüdür.
“Eğer bedene ek olarak zihnin objesi başka bir şey olsaydı, prop 36’ya göre bir etkinin olmadığı şeyden hiçbir şeyin varolması mümkün olmazdı dolayısıyla zihnimizde etkisi olan bir ideanın olması zorunludur. Fakat (Aksiyom 5) gereğince böyle bir idea yoktur. O halde zihnimizin objesi varolan bedendir ve başka bir şey değildir. Q.E.D. Gerekçe: Bundan insanın zihin ve bedenden oluştuğu ve biz onun farkında olduğumuz için insan bedeninin varolduğu sonucu çıkar. Sonuç: Bu [önermelerden] insan zihninin sadece bedenle bileşik olduğu değil aynı zamanda zihin ve beden birlikteliğinden ne anlaşılması gerektiği ortaya çıkar[7].” Beden ve zihin ayrı değildir çünkü Spinoza’ya göre temelde bir karın ağrısı ile zihnin düşünce süreci arasında fark biyolojik olarak yoktur ve bu biyolojik temelde aynı doğa sürecinin bir ürünüdür; dolayısıyla insan bu sürecin zihnen dışında olamaz. Çünkü biyolojik olarak nasıl kolum bedenimin dışında değilse, zihnimin de bedenimin dışında bir yerde olduğunu söylemem zordur. Peki bu ruh-madde düalizmi nasıl ortaya çıkar? Örneğin kolumun “ben” olduğunu söyleyemem. Kolum bana aittir; ancak “ben”i ben yapan şey kolumun olması değildir. Daha doğrusu kolumun olması, “ben” olmam için zorunlu bir özellik değildir. O halde “ben”i ben yapan bundan daha fazla bir şey olmalıdır. Ancak Spinoza’nın gerek ontoloji gerekse de epistemolojisinde bundan daha fazla bir şey “yoktur.” Çünkü daha önce de görmüştük ki tüm nesneler ve zihnin objesi olarak idea, bundan fazlası değildir; bu sonsuz yapı içerisinde Tanrı’nın varlığı içerisinde ezeli bir oluşum içerisindedirler. Dolayısıyla ruh-madde düalizmi temelde bir sanıdan başka bir şey değildir. Bu da zihnin bedenden bedene doğru nasıl değiştiği sorusunu doğurur. Öyle ya, zihin herkeste aynı değildir. Bir kovan-zihinden bahsedemem çünkü hepimiz farklı koşullar içerisinde farklı bedenlerde farklı fikirdeyizdir. Spinoza’nın bunu nasıl anlamlandırdığı tartışma konusu olmuştur. W. N. A. Klever, Spinoza’nın eserlerinde Pisagoryen tenasüh (ruh göçü/reenkarnasyon) kavramının olduğunu belirtir:
Zihin her zaman vardır çünkü aynı ezeli süreç içerisinde varolur. Bu durumda hangi bedende olduğu fark etmeyecektir. Spinoza’nın insan varoluşunun olumsallığına değindiğini hatırlarsak bu açıklama daha da netlik kazanır.
“Tschirnhaus (Spinoza ile mektuplaşan dostlarından), Spinoza’ya ruhların maddenin bir formundan diğerine belirli bir anlamda göç ettiği bir tür Pisagorculuk atfeder ve bu diğer kaynaklarla karşılaştırıldığında yenidir. Bu fikir, uzanımın “sabit ve ezeli şeylerin” yeterli ideasını temel aldığında, zihnin ezeliliği teorisine yabancı değildir. Pisagor’un ruh göçü teorisiyle mukayesenin, klasik kaynaklarından birisi olan Ovidius’un Metamorfozları (Kitap XV) okuması sonucunda benzerliğini tanımlayan Spinoza’nın kendisinden çıkmış olması bir hayli muhtemeldir.[8] Spinoza’nın buradan bir tür ruh göçü öğretisini ima ettiği sonucuna varabilir miyiz? Mümkündür. Çünkü eğer zihnin ezeliliği -Tanrı da ezeli olduğu için- bedene nispetle kesinse ve Tanrı içerisinde tüm varlıklar bu şekilde varlıklarını tamamlıyorlarsa zihnin şu ya da bu bedende bulunması fark etmez. Çünkü şu ya da bu nesnenin hangi zihni tanımladığına bağlı olmaksızın zihinler ezeli bir varoluş içerisindedirler. Bu durumda A zihninin B bedeninde olup olmamasının bir önemi yoktur. A, B, C ve diğer tüm bedenlerde var olabilir; çünkü A eşsiz bir zihindir. Beden ise yokluğu kesin olan bir varlıktır. A zihninin Tanrı’nın özsel varlığı içerisinde bulunduğunu kabul edersek, onun yer aldığı cismi tezahürlerin bir önemi kalmaz. Peki A zihni’nin hangi bedende olup olmaması gerektiğini nasıl anlarız? Burada şöyle bir soru karşımıza çıkar. Spinoza zihnin beden ile bütünleşik olduğu sonucuna varmıştı. Argun Sezer’in zihni onun bedeninden ayrı değildir; ancak göç etmesi bu durumda nasıl sonuçlanacaktır? Bu tıpkı bileşik bir elektronik sistemin başka bir sistem olarak kullanılıp kullanılmamasına benzer. Bir süper bilgisayarın “beynini” başka bir bilgisayara takamazsınız. Çünkü o bilgisayarın donanımına mündemiç, onunla bütünleşiktir.  Bu durumda çalışmaz hale gelir. Peki zihin daima var ama beden yoksa? Bilgisayarın “beynini” başka bir bilgisayara bütünleşik hale getirmek mümkün değildir ancak onun işleme sürecini başka bir şekilde kopyalamak mümkün olabilir. Bu durumda zihin her zaman vardır çünkü aynı ezeli süreç içerisinde varolur. Bu durumda hangi bedende olduğu fark etmeyecektir. Yazının başında Spinoza’nın insan varoluşunun olumsallığına değindiğini hatırlarsak bu açıklama daha da netlik kazanır çünkü insanın varolup olmaması olumsalsa da zihninin ezeliliği bunun dışındadır. Bu tıpkı Putnam’ın bize hatırlattığı zihinlerin çoklu gerçekleşmesi durumuna benzer[9]. Zihinler, farklı dünyalarda olsa bile “zihin” olma özelliğini bedenden bağımsız almazlar; ancak zihin bir yapay zekanın içinde, sentetik bir varlıkta, bir kedide ya da bir elektrikli süpürgede olabilir. Bu durumda onu kediden ya da elektrikli süpürgeden tözsel olarak ayrı görmenin anlamı temelde yoktur çünkü zihnin bu dünyadaki varlığı kesin bir şekilde önceden belirlenmiştir. O halde tüm olası dünyalardaki zihinler için de aynı şeyi düşünce deneyi yoluyla söylemek mümkündür. Spinoza’nın bu konudaki cevabı gösterdiğimiz gibi açık bir şekilde olsa da kartezyenciliği hemen ıskartaya çıkartmak çok sonraki felsefede başarılmış bir şeydir. Daha doğrusu, kesin olarak başarılmış olduğunu söylemek zor olsa da bugünkü felsefede “moda” bir kavram olmaktan çıkmıştır. Yakın zamandaki nörobilim ve onunla el ele hareket eden felsefe çalışmaları klasik Kartezyen düalizminin çoğu kategorisinin artık çalışamaz olduğunu fark etmemizi sağlamıştır. Ancak yine de Bickley veya  Searl gibi filozofların indirgemeci fizikalizmi de farklı şekillerde eleştirilmeye devam etmektedir. Gelecek hafta insan özgürlüğü ve zihin üzerinden devam edeceğiz. Esen kalın. [1] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.115. [2] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.116. [3] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.104. [4] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.86. [5] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.261. [6] https://iep.utm.edu/spino-ep/#H5 (17.08.2022) [7] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.124. [8] W. N. A. Klever, “Spinoza’s Life and Works”, edt.Don  Garrett, The Cambridge Companion to Spinoza, Cambridge Online, s.47. [9] John Bickley, Philosophy and Neuroscience: A Ruthlessly Reductive Account, s.131.