Hakan Alak: “Fetihçi, hamasi tarih filmlerinin çekildiği bir dönemden geçiyoruz. Bizim ecdadımız, bu filmde adı sanı bile bilinmeyen, görünüp geçen köylülerdir. Bizim hakikatimiz de bu. Yani Anadolu’nun tarihi yoksul köylünün isyanlarıyla dolu…” Pandeminin yavaş yavaş hız kesmesiyle yeniden hareketlenen sinema sektöründe, yeni bir film öne çıkıyor. Anadolu’da zulme karşı direnişin sembol ismi Şeyh Bedreddin’in öyküsünün ele alındığı Hakikat filminin başrollerinde Suavi, Bülent Emrah Parlak ve Saygın Soysal gibi önemli isimler yer alıyor. Şu günlerde Avrupa’da da gösterime giren Hakikat filmini, filmin yönetmeni Hakan Alak’la konuştuk. Hakan Bey filminiz 8 Ekim’de Türk seyircisiyle buluştu ve şimdi Almanya’da filmin galası için bulunuyorsunuz. Bu yoğun temponuzda bize de vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Öncelikle size şunu sorarak başlamak istiyorum. Daha önce Türkiye’de ele alınması pek kolay olmayan, tartışmalı diyebileceğimiz başka konuları da sinemaya taşıdınız ve bir sinemacı olarak belli bir ideolojik duruşu hep koruduğunuzu biliyorum. Şeyh Bedreddin gibi “zulme karşı direniş”in sembolü olan bir ismin filmini yapmanızın arkasında da mutlaka bir sebep olduğunu söyleyebiliriz, değil mi? Sizin için Şeyh Bedrettin neyi temsil ediyor?  Şeyh Bedrettin, bence, bir kişiden, bir siyasi ve inanç liderinden daha çok bir hal, bir durumu temsil ediyor. Bu, Bedrettin’den önce de var olan bir durum. Bedrettin’le taşınan, Bedrettin’den sonra 600 yıl, gerek bu işin felsefesinde, gerek siyasetinde, gerekse halkın söylencelerinde yer almış bir halden bahsediyoruz. Anadolu’da insanların “Ben de halimce Bedrettinem” diye kendi durumlarını, hallerini veya duygularını ifade edecekleri kadar içlerine sinmiş bir hal… Bedrettin ne olduğundan ve insan olma vasfından öte, artık bir, soyut ama aynı zamanda, çok somut bir talebi olan-hani bunun felsefesinde batıni ve zahiriyi temsil eden- bir hal, bir durum. Tarihte böyle başka örnekler de var. Bunun örnekleri Batı toplumlarında da var. Çünkü insan demek, daha iyi yaşama isteği, hak ve adalet arayışı demektir. Daha iyi yaşama isteği dediğimiz şeyi ele aldığımızda, bulduğumuz her teknolojik şey bile daha iyi yaşama isteğinin bir parçası bence. Yani hayatı bize daha kolaylaştıracak, bizi bir yerden bir yere daha sorunsuz ve daha hızlı taşıyacak her şey, bizim o daha iyi bir yaşam amacımızın bir parçası. Bu söylediğim belki çok daha dar kapsamlı ama bunu derdimi anlatabilmek açısından söylüyorum. Bedrettin, 1400’lerde bizim hayal edemeyeceğimiz yoksullukların, bizim hayal edemeyeceğimiz haksızlıkların yaşandığı topraklarda, o dönemin düşüneceği kadar, o dönemin talep edeceği kadar bir nefes alma ve özgürlük arayışı bence. Filminizin ismi “Hakikat”. Hakikat kelime itibariyle yalnızca salt gerçeği ifade etmiyor, Hakk’ın yolunu da ifade ediyor kuşkusuz. Günümüzde dünya genelinde de gerçeklerin çarpıtıldığı ve hakikatin maskelendiği bir ortamda yaşıyoruz. Sizin için hakikat neyi ifade ediyor? İçinde bulunduğumuz dönemi göz önüne alırsak hakikatin halk için adalet arayışında yeri sizce nedir? Burada Avrupa galalarını yaparken, sanırım Lahey’deki gala sonrası biri geldi ve “Filminizde Hakk diye geçen her şey Hollandaca’ya hakikat olarak çevrilmiş. Neden Allah değil, Tanrı değil?” dedi. Ben de şöyle cevap verdim: “Çünkü Hakk çift k’yle yazılır, Allah Hakk ismiyle yeryüzüne tecelli ettiği için, biz insanlar açısından daha geniş bir kavram olarak anlaşılmıştır. Allah dediğiniz zaman sadece bir tanrı kavramını kastediyorsunuz, Hakk denildiğinde, insanın eşit paylaşımını, adaleti, dediğiniz gibi hakikatin yolunu da anlıyoruz”. Hakikatı aslında şöyle tarif edebilirim;  hani vardır ya, bir şeyi yazarken giriş, gelişme, sonuç, hakikat bu hattır aslında. Başlayan, ilerleyen ve sonucunda geldiğin yerde, o hattın sonucunda varman gereken yer. O yola nasıl başlarsan, o yolu nasıl ilerletirsen, geleceğin noktaya da öyle varırsın. Bizim bugün hakikat sonrası dedikleri ya da çarpıtılmış dedikleri dönemle ilgili olarak yaşadığımız en önemli sorun, ben tabii ki bunu bir felsefeci gibi anlatamam size ama şöyle söyleyebilirim. Biz yola nereden başlarsak başlayalım, yolun ilerleyen kısımlarında çatallanmış yollara veya yanlış çıkışlara gitmek mecburiyetinde bırakılıyoruz. Bizim hakikatimizin aslında en temel sorunu şu, bizim filmin üzerinden söyleyeyim. Biz çok Osmanlıcı, fetihçi, hamasetle dolu tarihi filmlerin çekildiği bir yerden geçiyoruz. Ya da siyaseten hep bir “ecdad meselesi”ne maruz bırakılıyoruz. Bizim ecdadımız ise çok belli. Bizim ecdadımız, bu filmde adı sanı bile bilinmeyen, görünüp geçen temsiliyetteki köylüler. Bizim ecdadımız bu. Bizim hakikatimiz de bu. Biz olduğumuz yeri bilirsek,  adaletimizi de daha doğru talep edebiliriz. Kendimiz için daha iyi olanı da daha doğru talep edebiliriz. Evet, bu topraklar bu taleplerle, bu isyanlarla çalkalanmış. Yani Anadolu’nun tarihi yoksul köylünün isyanlarıyla dolu… Ama o kadar ağır katledilmişler ki, bugün hakikatini kaybetmiş haldeler.  Sistemin onlara reva gördüğü en kötü koşulları kendisine hak gören ve hatta “Bunu değiştirelim” diyenlere, “Otur oturduğun yere, bizim başımıza iş açacaksın” diyecek bir reflekse sahip hale getirilmiş. Bu, bu toplumun hakikati değil ama maalesef böyle bir dönemden geçiyoruz. Hakikatten konuşmaya devam edersek, yüzlerce yıldır hem iktidar sahipleri hem de iktidarın zulmüne karşı mücadele edenler Hakk’ın onların yanında olduğunu ileri sürerler. Siz bir sanatçı ve bir yönetmen olarak hakikatin bu şekilde araçsallaştırılmasını nasıl görüyorsunuz? Gücü elinde tutan herkes Hakk’ın, hakikatin onların yanında olduğunu söyler. Hatta bazen şöyle de derler “Biz Hakk’ın ve hakikatin yanındayız; zaten o yüzden yönetme gücü bize bahşedildi”. Oysa halk bazen bir din, bir inanç, bir düşünce sistemiyle kendine bu gücü elinde tutanlara karşı bir yol açar. Güç sahipleri de, bu yolu tamamen kapatmak için bu yolda gidenleri katlederler. Ama bu yol her zaman devrimcidir ve ilericidir ve kendine taraftar toplar. İşte bu noktada, başka bir yöntem devreye girer; “Yenildiğine sızmak”. Gücü elinde tutanların her zaman böyle bir şeyi var ama gerçek olan bir şey var ki halkın tarafı her çürüme karşısında kendine yeniden bir yol yaratıyor. Bizim belki de en büyük sorunumuz şu, bizim olanı kendi elimizde tutamıyoruz. Bugün en çok yaşanan durum her şeyi elimizden kaybettiğimiz bir dönemden geçiyoruz olmamız. Hatta bizim filmde de buna birçok gönderme var. Bugün işçi, sendika, öğrenci, sosyal hayat, bütün haklarımızı yitiriyoruz. Ben bu durumu bazen şöyle ifade ediyorum. Bu gidişle 1788’e kadar geri götürecekler bizi. İstedikleri şey gerçekten bu. Bütün iyi kazanımlarımız elimizden alınsın. Artık temsili bir kölelik değil, bize gerçek bir kölelik misyonu biçiyorlar. Bu filmi kafanızda kurgularken tarihsel bir perspektiften bir mücadeleyi mi yansıtmak istediniz yoksa doğrudan siyasi bir mesaj kaygısıyla mı yola çıktınız? Yoksa bunların tamamen dışında bir başka hedefiniz mi vardı? “Hakikat” filmiyle tam olarak ne anlatmak istiyorsunuz? Bu aslında benim değil, senaryoyu birlikte yazdığımız Ali Şahin’in hikayesi. Ben sonradan dahil oldum. Senaryoyu elden geçirdim. Ali’nin 40-50 sayfalık bir öyküsü vardı ve öyküyü büyük ölçüde değiştirerek, şimdi sinemada izlenecek son halini ortaya çıkardık. Filme başlarken, Ali’yi harekete geçiren bir hayal vardı. Ben bu hayale ortak oldum. Bu hayale ortak olan başka insanlarla bir araya geldik ve bu film yapılabildi. Aslında soldan gelen ve sinemayla ilgilenen herkesin bir Şeyh Bedrettin filmi hayali vardır. Geçmişten bugüne yazılmış birçok senaryo olduğunu da biliyorum. Ama dönem filmi çekmek çok zor olduğu için hep bir yerlerde yarım kaldı bu. Biz filmimizi Nazım Hikmet’in destanı, özellikle destanın sonundaki Ahmet’in hikayesi üzerinden kurguladık. Bu işin sanatsal, estetik tarafı. Diğer tarafıysa ne anlattığımızla ilgili. Son dönemde televizyonlarda, sinemada, siyasetin de diliyle birlikte çok fazla Osmanlı filmleriyle karşılaşıyoruz. Bence en önemli nokta, çok politik iddialarla dolu bir şey söylemeyeceğim ama sonuçta kendini film yaparak ifade etmek isteyen biri olarak, bizim sinemada kendi hikayemizi anlatmamız. En önemlisi budur. Bizim kendi hikayelerimizi anlatmamızın artık zamanı geldi ve geçiyor. Bu röportajı yaptığımızda,  filmin dördüncü günüydü. Bu dört günde gerçekten Bedrettin adını hiç bilmeyen insanlardan bile aldığımız tepkiler, bize şunu gösteriyor. Seyirci onunla bir bağ kurabiliyor. Bizim hikayemiz bunu başarmış. Bu filmin, daha doğrusu bir filmin yapacağı en iyi şey, anlattığı öyküye bu özeni göstermek, o kahramanları izleyicinin zihnine yerleştirmek. Filmin oyuncu kadrosu da son derece iddialı. Oyuncuları seçerken belli bir kriteriniz oldu mu? Yani sadece “Bu oyuncu verilen rolü iyi oynar” fikriyle mi hareket ettiniz, yoksa gerçekten Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal gibi derinliği olan ve sıradışı karakterleri ve onların mücadelesini anlayacak, bir başka ifadeyle, bu hikaye içinde her rolün durduğu yeri doğru anlayacak kişileri mi tercih ettiniz? Filmimizin ana castı gerçekten iddialı oyuncular, işlerini iyi yapan insanlar. Bunlardan ikisi Suavi ve Bülent Emrah Parlak bu projede benden önce vardı.  Bence bu çok kıymetli bir şey. Ortada daha doğru düzgün bir senaryo yokken bile, Ali Şahin ve Özer Çalık gittiklerinde, “Biz böyle bir film yapıyoruz, bizimle beraber yürür müsün?” dediklerinde; “Siz bunu iyi yapın, ben sizinle yürüyeceğim” diyecek kadar da böyle bir filmin çekilmesi gerektiğine inanan iki insan. Sonra katılan arkadaşlarımız, Saygın Soysal. Saygın filmde Torlak Kemal karakterini oynuyor. Filme çok sonra katıldı. Bir galada söyledim. Süre çok azdı. Hazırlanacak zamanı azdı bu rol için. Saygın işine çok ciddi sarılan birisi. Aldığımız tepkiler de zaten bu yönde, hiç kimse oyunculukları eleştirmedi. Biz bu filmi çekerken yönetmen ve oyuncuların ortaklığı ile birlikte ilerledik. Bu oyuncular politik olarak tabii ki bu kahramanlara saygı duyuyorlar ama gerçekten bunun hiç önemi yok. Çünkü bence en politik olan, işine gösterdiğin ya da hangi dünyanın peşindeysen, ona gösterdiğin özen ve emek. Bu filmde yer alan arkadaşlar gerçekten çok emek sarf ettiler. Kimsenin derdi bir Bedrettin filminde boy göstermek değil, asıl düşünceleri hep “Benim rolüm var, bu rolü çok iyi oynarsam, bu filmin iyi olmasına katkı sağlarım” oldu. Malum senelerdir sanat üzerinde mevcut olan baskıdan bahsediliyor. Sinema sektöründe de bu baskılar özellikle popüler olmayan işlere yönelik daha ağır sonuçlara sebep oluyor. Siz bu filmin çekimi esnasında veya sonrasında herhangi bir baskıyla karşılaştınız mı? Filme yönelik bir baskı yaşamadık. Ama artık siz o baskıların nasıl ve nereden geleceğini bildiğiniz için, oto sansürü zihninizde kurup, onun içinden incelikli çıkışlar arıyorsunuz. Özellikle İran sinemasını anlatırlarken, bunun çok yaratıcı bir şey olduğunu da söylerler ama ben buna çok katılmıyorum. Baskılar bizi çözümler aramaya yöneltiyor ama bizim çok özgür zihinlerle varacağımız yerler çok başka olurdu. Bizim bu baskılar içinde kendimizce bulduğumuz incelikli çıkışlar gülümseten şeyler olsa da, bunlar bir solukluktur, bizi hayatta tutacak kadar, bizim çok iyi işler yapmamız sağlayacak şeyler değil bunlar. Bazen düşünüyorum, eğer “her şey serbest deseler”, özgür düşünecek bir aklımız kaldı mı? Biz istediğimiz kadar kendi ideolojik dünyamızda özgür yaşadığımızı düşünsek de, artık üstümüzde bir baskı kurmalarına bile gerek kalmayan alanlar ortaya çıktı. Mesela sinema böyle bir şey.. Pahalı bir sanat olduğu için kimse size bir baskı kurmadan, siz kendinize zaten sınırları çiziyorsunuz. Evet, bize kimse “Bu filmi çekemezsiniz” diye bir baskı uygulamadı ama biz seyirciyle buluşmamıza engel olacak şeyleri devreden çıkaracak ölçüde özen gösterdik. Bu kötü bir şey. Bunun için bulduğumuz çözümler de sadece filmi var edebilecek çözümler oluyor. Filmi bir şahesere dönüştürmek ya da şaheserler üretmek istiyorsanız, özgür bir akla ihtiyacımız var. Özgürlüğe ihtiyacımız var. Onlarca, yüzlerce insanın özgürce düşünebildiği ve birbirinin zihnini de geliştirebildiği bir ortama ihtiyacımız var. O da burada yok. Daha önce çektiğiniz filmlerde de yine siyasetle doğrudan ilişkili konuları ele almıştınız. Sizin için sinema ve siyaset birbirinden ayrılamayan iki alan mı? Sizin sinemanızı mutlaka sistemle derdi olan filmler üzerinden mi tarif edebiliriz? Bir gün bu kadar ağırlığı olmayan bir nevi hafif işlerde sizi görecek miyiz? Yani bir gün popüler bir iş yapmayı düşünüyor musunuz? Ben yıllardır bir aşk filmi yapmak istiyorum. Ama çok iyi bir aşk filmi yapmak istiyorum. Çok iyi aşk filmleri yapmak istiyorum. Ama bir türlü olmadı. Ben de bilmiyorum nasıl olmadı. Bu benim çalıştığım üçüncü sinema filmi. Diğer ikisinde hem yönetmen hem senaristtim.  Birinin ise sadece senaryosu benimdi. Arada belgeseller çektim, onlar da hep politik hikayeleri olan işlerdi. Ama bence dünyanın en iyi politik hikayesi iyi bir aşk hikayesidir. İyi bir aşk hikayesi yazmak, çok iyi politik film yapmak demektir bence. Popüler işler deyince, biliyorsunuz bir süredir tarihi gerçekleri yansıtmayan ve daha çok manipülatif diyebileceğimiz birçok tarihi dizi ekranlarda yer alıyor. Hatta bunlar üzerinden siyasi tartışmalar da sürüyor. Sizin filminizin bu bağlamda muhalif bir duruşu sahiplendiğini de söyleyebilir miyiz? Bu konuda ne söylemek istersiniz? Muhalif film.. Tabii bugünün gündeminde bu tür filmler artık böyle adlandırılıyor. Ancak ben filmimizi hakikati anlatan bir film olarak tanımlamak isterim. Bazen iktidardayken bile muhalif olursun, çünkü tarafın halkın tarafındaysa, halk bile seni sahiplenmeyebilir. Bazen halk bile kendi derdiyle ilgilenmeyebilir. Sen daha iyisini istediğin için bunu dert edebilirsin. Hakiki olan, “hakikat sineması” bence budur. Bazen kimse hakikatin yüzüne bakmaz ama o oradadır. Onun yeri bizim ne düşündüğümüz ve ne yaptığımızdan bağımsızdır. Muhalif film gibi bir tavrı çok sevmesem de, daha iyiye ulaşmak için hep hakikatin karşısında olanlara karşı durmak mecburiyetinde olduğumuzu düşünüyorum. Bunun yolu film yapmak da olabilir, bazen sadece beddua etmek bile olabilir. Ama önemli olan hakikatin yanında durmaktır. Muhakkak ki felsefi ve düşünsel alt yapısı bu kadar derin olan bir filmin tartışmaları daha uzun süre devam edecektir. Filmle ilgili son olarak eklemek istediğiniz bir nokta var mı? Filmin çok tartışılmasını tabii ki çok isterim. Felsefi, siyasi manada.. “O öyle değildir, böyledir” desinler. Üzerine çaba gösterdiğimiz kadar konuşulsun isterim. Ama bugün izleme biçimleri de değişti. Pandemiden çıktık, dijital platformlarda film izleme rahatlığı diye bir şey var. İnsanlar en kalabalık mekanlara girseler bile, tiyatro ve sinemaya karşı enteresan bir önyargıları var. Doğal olarak, şimdi daha çok ağır ağır ilerliyor. Ama filmin durduğu yer ve anlatım biçimi kendini zamanla zihne oturtacak ve çokça tartıştıracak. Belki de olmayabilir ama biz bu filmle sadece Bedrettin düşüncesini değil, sinemada bir anlatım biçimini de denedik. Ben istiyorum ki bunlar da konuşulsun ama düşünsel ve sinemasal olarak çoraklığın çok fazla olduğu bir yerdeyiz. Belki bunların hiçbirisi olmayacak. Ben filmin provokatif bir anlamda konuşulmasını değil, sanatsal ve sinemasal anlamda tartışılmasını isterim. İşin estetiğiyle, işin tarihiyle… “Şurasını beğenmedim” desin, “Beğendim ama tarihi olarak şöyle bir şey vardı” desin, isterim. Artık bu film bitti ve bundan sonra sinemaya dair yakın gelecekte başka projeleriniz mutlaka olacaktır. Bunlarla ilgili bizimle bazı ufak detaylar paylaşmak ister misiniz? İnsanın hayalleri bitmiyor…Aşk filmi çekmek istiyorum, dediğim gibi. Arada çok heyecanlandıran hikayeler oluyor. Bu filmin hem senaryosunu yazdım, yönettim, kurgusunu da ben yaptım. Bütün o karantina döneminde bilgisayar başında saatler verdim ve çok yordu. Ama üç beş hafta sonra yine içime bir kurt düşer “ya şunu mu yapsak, deriz”.