Slavoj Zizek: "Taliban modernitemizin bitmemiş bir proje olduğunun kanıtıdır"
Slavoj Zizek
https://www.rt.com/op-ed/534092-zizek-taliban-globalist-traditions/
Küresel tahakküm tehdidini yenmek için, paradoksal olsa da, tehdit edildiğini hissettiğimiz şeyi feda etmeli ve geleneklerimizi korumak için radikal bir dönüşüm gerçekleştirmeliyiz.
Amerika ya da Avrupa popülist sağı Batı Hıristiyan medeniyetine yönelik temel tehdit olarak gördüğü Müslüman köktenciliğine fanatik bir şekilde karşı çıkıyor. İddia ettiklerine göre Avrupa, “Avrupistan” olma eşiğinde. Amerikalı popülistler için olduğu kadar Avrupalılar için de ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ABD’nin yaşadığı en büyük aşağılanma. Ancak son zamanlarda daha önce görülmemiş bir şey gerçekleşti.
Beyaz üstünlükçü ve cihatçı örgütlerin çevrimiçi faaliyetlerini izleyen bir Amerikan sivil toplum örgütü olan SITE Intelligence Group tarafından yapılan son araştırmaya göre bazı insanlar “Taliban’ın ülkeyi ele geçirmesini vatan, özgürlük ve din sevgisi konusunda bir ders olarak görüyor ve bunu takdir ediyorlar.”
CNN’de belirtildiğine göre SITE’nin bulgularından bir diğeri şu: “Kuzey Amerika ve Avrupa’daki şiddet tırmandırma yanlıları (kaçınılmaz olarak gördükleri ırk savaşını, sadece Beyazlara ait bir devlet öngören ırk savaşını kışkırtmayı hedefleyen kişiler) anti-Semitizmi, homofobisi ve kadınların özgürlüğüne yönelik ciddi kısıtlamaları dolayısıyla Taliban’ı övüyorlar.”
SITE, grubun “Proud Boy to Fascist Pipeline” Telegram kanalında yer alan bir söylemini alıntılıyor: “Bu rençperler ve düşük eğitimli adamlar, … uluslarını globohomo’dan geri almak için savaştılar. Hükümetlerini geri aldılar, ulusal dinlerini yasa haline getirdiler ve muhalifleri idam ettiler… Batıdaki beyaz adamlar Taliban kadar cesur olsalardı şu anda Yahudiler tarafından yönetiliyor olmazdık.” SITE’nin açıklamasına göre “‘Globohomo’, komplocuların düşmanlarına (medyayı, finansı, siyaseti vb. kontrol eden şeytani küresel seçkinler), yani ‘küreselcilere’ (globalist) hakaret etmek için kullandıkları aşağılayıcı bir kelime.”
Taliban’a sempati duyan Amerikalı sağcı popülistler aslında düşündüklerinden daha da haklılar: Afganistan’da gördüğümüz şey bugün bizim popülistlerimizin istediği şey; tek fark, Afganistan’da bunun en aşırı ve katıksız haline getirilmiş olması. İki tarafın paylaştığı özellikler açık: Yerel toplulukların yerleşik yaşam biçimini aşındıran çok kültürlü değerleri ve LGBT+’yı yaygınlaştıran yeni küresel seçkinlere, yani “globohomo”ya yönelik karşıtlık.
Popülist Sağ ile Müslüman köktenciler arasındaki karşıtlık böylelikle görelileştirilir: popülistler, Müslümanlarla birlikte Yahudilerin de uzakta durmaları halinde farklı yaşam biçimlerinin bir arada var olabileceğini kolaylıkla tahayyül edebilirler. Bu nedenle yeni Sağ, topraklarında kalıp asimile olmak isteyen Yahudilere “hayır”, topraklarına dönen Yahudilere “evet” der, aynı anda hem anti-Semitik hem de Siyonisttir; ya da Holokost’un beyni Reinhard Heydrich’in 1935’te kaleme aldığı üzere, “Yahudileri iki kategoriye ayırmalıyız, Siyonistler ve asimilasyon yanlıları. Siyonistler katı bir ırk kavramına sahipler ve Filistin’e göç ederek kendi Yahudi Devletlerini kurmaya çalışıyorlar, … iyi dileklerimiz ve resmi iyi niyet beyanımız onlarla birlikte”.
Daha da şaşırtıcı görünebilecek olan şey –ki aslında şaşırtıcı değil– bazı solcuların kısmen benzer bir görüşe sahip olmaları: Taliban yönetimindeki kadınların kaderine üzülseler de ABD’nin geri çekilmesini Batılı güçlerin özgürlük ve demokrasi kavramlarını diğerlerine empoze etmeye çalıştığı küresel kapitalist yeni-sömürgeciliğin büyük yenilgisi olarak algılıyorlar. Bu benzerlik sadece Taliban’a yönelik tutumla sınırlı değil: Covid-19 pandemisine karşı önlem olarak yapılan aşılamaya ve sosyal düzenlemelere karşı çıkanlar arasında da solcular var.
Pegasus casus yazılımıyla ilgili son raporlar sosyal olarak nasıl kontrol edildiğimize dair genel güvensizliğimizin bir teyidiydi ve bu çok sayıda kişinin neden aşıya direndiğini anlamamıza yardımcı olabilir. Elektronik cihazlarımızdaki tüm veriler ve tüm sosyal faaliyetlerimiz kontrol edildiği durumda bedenimizin içi bu kontrolden kurtulmayı başaran son kale gibi görünür. Bu durumda aşılama, devlet aygıtlarının ve şirketlerin bu son özgür mahremiyet kalesini işgal etmesi olarak algılanır. Dolayısıyla aşılamaya direnmenin Pegasus gibi şeylere maruz kaldığımız için ödediğimiz yanlış yönlendirilmiş bir bedel olduğunu söyleyebiliriz. Ve bilim, pandemi önlemlerini meşrulaştırmak için yaygın biçimde kullanıldığından ve aşılar büyük bir bilimsel başarı olduğundan, aşıya karşı direncin dayanaklarından biri de bilimin sosyal kontrol ve manipülasyonun hizmetinde olduğu şüphesidir.
Dahası, son zamanlarda, Jacques Lacan’ın “büyük öteki” dediği, içinde yalnızca farklılıklarımızın ve kimliklerimizin gelişebileceği ortak değerler alanının kademeli olarak çöküşüne tanık oluyoruz; bu, genellikle yanlış bir şekilde “hakikat-sonrası dönem” olarak nitelendirilen bir fenomen.
İnsan hakları adına aşı karşıtı liberal direniş, Leninist “demokratik sosyalizm”e (özgür demokratik tartışma yürütülür, ancak karar alındıktan sonra herkes buna uymak zorundadır) özlem duyulmasına yol açar. Bu demokratik sosyalizm Immanuel Kant’ın Aydınlanma formülü bağlamında okunmalıdır: “İtaat etme, özgür düşün!” değil; “Özgür düşün, düşüncelerini kamusal alanda açıkça belirt ve itaat et!” Aynısı aşı şüphecileri için de geçerli: tartışın, şüphelerinizi ifade edin, ancak kamu otoritesi onları zorunlu kıldığı durumda düzenlemelere uyun. Bu tarz fiili bir fikir birliği oluşmadığı durumda aşiret gruplarından oluşan bir topluma doğru yavaş yavaş sürüklenmemiz kaçınılmaz.
Belki de burada karşı karşıya olduğumuz en derin çatlak, bilimin sunduğu gerçeklik imgesi ile genel normallik algısı, yani alıştığımız yaşam biçimi arasındaki çatlaktır: hayatımızın nasıl işlediğine dair tüm algıları kapsayan normallik, aşı inkârcılarının lehinedir. Şu anda karşı karşıya olduğumuz sorunların –pandemi, küresel ısınma ve toplumsal huzursuzluk– yaşam biçimimizi bütünüyle dönüştüreceğini kabul edemiyorlar. Hayatta kalabilmek için düzenli diyalize ihtiyaç duyan insanların genellikle söylediği şey, kendileri için en travmatik durumun hayatta kalmalarının bu proteze bağlı olduğunu kabul etmektir: orada büyük bir makine var, önümde duruyor, ve benim bedenimin işleyişi onun düzenli kullanımına ve sorunsuz çalışmasına bağlı. Aşı olma olasılığı da bizi aynı sarsıcı deneyimle karşı karşıya bırakıyor: hayatta kalmam şırınganın bana defalarca saplanmasına bağlı.
Popülist Sağ ve Özgürlükçü Sol’un ortaklaştığı şey kamu otoritelerinin tümüne, yani polislik kurumu mevzuatlarına, sağlık denetimine ve medikal kuruluşlar, büyük şirketler ve bankalar tarafından sürdürülen düzenlemelere duyulan güvensizliktir. Bir özgürlük alanına sahip olmak için bu baskıya direnmek istiyorlar.
Sol –eğer hâlâ bu ismi hak ediyorsa– burada bir adım daha atmalıdır: Daha özgün ve hakiki bir varoluş biçimine sahip olmak adına kurum olarak algıladığımız her şeye direnmek yeterli değildir; kişi “eleştirinin eleştirisi” mekanizmasını harekete geçirmeli ve uğruna direndiğimiz “özgün ve hakiki” konumu da sorunsallaştırmalı. ABD’de aşı karşıtı popülist direnişin; yaygın bireyciliği, kamusal alanda silah taşınmasını, ırkçılığı vb. barındıran “Amerikan yaşam tarzının” savunusunu içerdiğini fark etmek güç değil.
Aşı şüpheciliğini destekleyen sol görüş, kural olarak, yabancılaşmış güç merkezlerinin olmadığı şeffaf bir toplumda yaşamak isteyen küçük grupların doğrudan demokrasisidir. Dolayısıyla paradoks, dış tehdidi (küreselci tahakküm) yenme mücadelesine tehdit altında olduğunu hissettiğimiz şeyi feda ederek başlama gereğidir.
Bilime güvenmeyi öğrenmeliyiz: diğer şeylerin yanı sıra, gücün hizmetindeki bilimin neden olduğu sorunlarımızın üstesinden ancak bilimin yardımıyla gelebiliriz. Kamu otoritesine güvenmeyi öğrenmeliyiz: pandemi ve çevresel felaketler gibi tehlikelerle gerekli önlemleri alarak yüzleşmeyi ancak böyle bir otorite mümkün kılabilir. Temel değerlerin ortak alanı olan “büyük öteki”ne güvenmeyi öğrenmeliyiz: o olmaksızın dayanışma mümkün değildir.
Farklı olma özgürlüğüne ihtiyacımız yok, aynı olabilmemizi sağlayacak yeni bir yol seçme özgürlüğüne ihtiyacımız var. Ve belki de en zoru şu: yaşam tarzımızı oluşturan ortak inanç ve pratiklerin birçoğunu terk etmeye hazır olmalıyız.
Bugün gerçekten muhafazakâr olmak, geleneklerimizde kurtarılmaya değer olan şeyler için savaşmak radikal bir değişim gerçekleştirmek demektir. “Bazı şeyler değişmeli ki her şey aynı kalsın” şeklindeki eski muhafazakâr motto bugün yeni bir anlam kazandı: insan kalabilmemiz için birçok şeyin kökten değişmesi gerekecek. Taliban’ın ve yeni popülistlerimizin yaptıkları ancak gerçek bir insan sonrası toplumda sona erdirilebilir.
Tekrar tekrar duyduğumuz eleştiri, Batı’nın Afganistan’da başarısız olmasının sebebinin özgün yerel koşulları ve gelenekleri göz ardı ederek kendi demokrasi ve özgürlük fikrini orada uygulamaya çalışması olduğu yönünde. Fakat daha yakından bakıldığında görülecektir ki, Batı’nın yapmaya çalıştığı tam da yerel oluşumlarla bağlantılar kurmaya çalışmaktı; ve bunun neticesi yerel savaş ağalarıyla yapılan anlaşmalar vb. oldu. Bu tür girişimlerin uzun vadeli sonucu, Türkiye’de gördüğümüz gibi, ancak küresel kapitalizm ve yerel milliyetçiliğin birleşimi olabilir –Taliban’ın Türk hükümetiyle iyi ilişkileri olmasına şaşmamalı–. Afganistan pek modern olamadı, modernitemizde yanlış giden her şeyi çoğunlukla aldı –Sovyet işgalinden başlayarak–. Alman filozof Jurgen Habermas’ın onlarca yıl önce söylediği gibi, modernite bitmemiş bir projedir ve Taliban bunun kanıtıdır.
(Çeviri: Pelin Tuştaş)
Yorumlar
Popüler Haberler
İstanbul'da üç eğlence merkezi kalıcı olarak kapandı
Milli Piyango sonuçları açıklandı
'Sarallar' operasyonu: Nadir Metal'in CEO'su Burak Yakın ile 'ünlülerin kebapçısı' Fikret Aydoğdu tutuklandı
TELE1, sunucusunun 'Ferdi Tayfur çıkışı' için özür diledi
Ferdi Tayfur hayatını kaybetti
Kabine kulisi: 'Yeri sağlam' görülen ve 'gidici' gözüyle bakılan isimler