Pazar Politik

Siz benim niye içtiğimi nereden bileceksiniz…

Abone Ol
“Yakamoz” ile üniversite yıllarımda Konya’da lise yıllarından tanıdığım arkadaşımla eşlik ettiğimiz gitar geldi. İki tane “metalhead” adam, “Yakamoz” dinleyerek ve ona gitarda eşlik ederek, üniversite yurdunda annelerimizi özlemiş, ona ağlamıştık. Ahmet Kaya’nın “evi” neresiydi sahiden?

Yazın eşimle tatil geleneklerimizden birisi uzun yaz yolculuklarında otomobilde giderken Ahmet Kaya dinlemekti. Eşime dedim ki “aslında Ahmet Kaya’nın şarkıları da orkestrasyon için mükemmel besteler. Olsa ne güzel olur.”

Eşim telefondan bakar bakmaz, 7 Eylül’de Mehmet Erdem’in orkestra eşliğindeki konserini buldu ve düşünmeden biletleri aldık.

Koşa koşa gittik konsere. Sadece hevesimizden de değil, biraz geç kaldığımızdan.

Konserden önce bir şeyden bahsetmek istiyorum; Ahmet Kaya’nın şarkılarında tuhaf bir his var. Senelerce çözemediğim bir şey. Aslında klişe adıyla Kaya’nın müziğine özgün müzik denmesinin altında yatan bir gerçeğe de isabet ediyor bu. Ahmet Kaya, hüzün, neşe, isyan, terkedilmişlik ve pek çok duyguyu notalara serpiştirebilen bir dil kullanıyor.

Şarkı ve türkü arasında; gitmek ve gelmek arasında. Devamlı arafta bir adam. Bu yüzden kendine özgü, özgün bir adam.

Bakmayın şarkı sözlerinin sivri ve nobran oluşuna; Ahmet Kaya’nın kendisi arafta, arafın duvarlarına sesiyle darbe vuranlardan.

İşte böyle başladı konser; “Başım Belada” ile. 1991 yılında çıktığında ortalığı sallayan albümlerden. Sohbetini çok sevdiğim eski ülkücü Türkçe hocama hediye ettiğim kaseti aklıma geldi.  “Ben eşkıyaları sevmem derdi, ama Ahmet Kaya’yı dinlerim.”

Night Flight Orchestra harika bir takdim ile “Kum Gibi” ve “Arka Mahalle”ye geçti. 1995 yılında çıkmıştı Arka Mahalle’nin ait olduğu “Beni Bul” albümü. Babamın arkadaşı ve onun ailesiyle henüz Trabzon/Uzungöl, cennetin köşesi olduğu günlerde gittiğimiz uzun tatilde, onun arabasında yeni çıkan bu albümü arka arkaya bıkana kadar dinlediğimiz günlere gittim.

Derken “Şafak Türküsü”, “Öyle Bir Yerdeyim ki” “Yakamoz” ve “Korkarım” geldi. Night Flight Orchestra’nın harika iş çıkardığını söylemem gerek. Mehmet Erdem’in saz ekibiyle olan inanılmaz uyumları, müthiş bir işle sonuçlanmış. Dolu dolu bir konserdi gerçekten.

Konsere tek eleştirim de şu noktada oldu; bana mı öyle geldi bilmiyorum ama yaylıların tizleri ile Erdem’in orkestrasındaki nefeslilerin tizleri biraz kulağa batar gibiydi. Belki de ben kılı kırk yarıyorum, senelerin müzik eleştirmeni de değilim ama yapılan işin büyüklüğüne, Erdem’in okumaktaki hevesi, arzusu ve ruhuna, müzikteki emeğin gücüne bakıldığında buna ufak bir mızmızlanma da diyebilirsiniz.

“Yakamoz” ile üniversite yıllarımda Konya’da lise yıllarından tanıdığım arkadaşımla eşlik ettiğimiz gitar geldi. İki tane “metalhead” adam, “Yakamoz” dinleyerek ve ona gitarda eşlik ederek, üniversite yurdunda annelerimizi özlemiş, ona ağlamıştık.

Ahmet Kaya’nın “evi” neresiydi sahiden?

Bu konsere ilişkin yazımın sonunda buna çok ilgisiz görünen yakın zamandaki bir gündemden cevap vereceğim.

“Korkarım”,  “Adı Bahtiyar” ve “Ağladıkça”…1990’larda ses çıkmayan zamanlarda, sesin çıktığı şarkılar, türküler. “Adı Bahtiyar”a hüzzam mı dersiniz? Yoksa türkü mü? Ahmet Kaya’yı ölümsüz kılan şeylerden birisi de bu; isim koymadı, koydurmadı. Evden uzakta bir adamdı. Annesi ve eşi varken de.

“Herkes Kendi İşine” “Beni Vur” “Kendine İyi Bak” “Giderim” ve niceleri. Mehmet Erdem en güzel besteleri seçmişti. Gözler -daha doğrusu kulaklar- “Mahur”u, “Yorgun Demokrat”ı aradı. Ama çoğu iyi sanatçının derlemesinden oluşan eserde olduğu gibi, bunda da saatlerce süren bir yorum/cover konseri yapsanız kimseyi memnun edemezsiniz. Mehmet Erdem’in seçkisi tam isabetti. Tam yerindeydi.

Tüm konserin şarkıları çocukluğumun, gençliğimin geçtiği o günlerin bir yansımasıydı. Ben 80’lerin kuşağıyım, Kaya’nın mücadelesinde hiçbir zaman bulunmadım, ama “kız meselesinden” yediğimiz dayakları, ülkücülerle giriştiğimiz saçma kavgaları, kızların peşinden koşup öpmeye çalıştığımız o hunhar yılların özgürlüğü içimden geçti.

Acı çekmek özgürlükse özgürdük ikimiz de diyordu Kaya. Hakikaten gençliğimizi yeterince acı ve yeterince tatlı bir şekilde özgür geçirmiştik.

Gidin Paris’te Pére Lachaise mezarlığına. Orada onun sonsuzluk dostlarıyla kucak kucağa yattığı, Morrison’ı, Balzac’ı ve niceleriyle sonsuzlukta katıldığı “Dostların Şöleni”ni düşünün.

Onun şarkıları gözlerimi işte bu sebeple yaşarttı ve boğazımı delip geçen şarkısı, “Nereden Bileceksiniz” benim için o “hüzünlü tepenin” kreşendosu oldu.

Ahmet Kaya’nın neden içtiğini kim nereden bilecekti?

Konserden birkaç gün sonra düşündüm; Ahmet Kaya onun ayağının tozu olamayacak sanatçı müsveddelerini muhatap almıştı. Küsen bir neslin adamıydı. Biz de onu seviyorduk; çünkü küsen 68’li neslin çocuklarıydık.

Sonra aklıma çok ilgisiz bir soru daha geldi; acaba Ebrar Karakurt, tüm yaptıklarına karşılık, bir gün bunlardan dolayı küsüp gider miydi?

Sanıyorum ki hayır; güzel bir epistemolojik kopma olmuştu. Yeni nesiller, bu küsmeyi bilmiyorlardı, haberleri yoktu. Boş yapanlara cevaplarını veriyorlar ve geçiyorlardı. Onların bu müspet tavırları, gerçek bir muhalefeti de yansıtıyordu.

Biz küsmeyi öğrendik, bu insanlar öğrenmemişler. İyi ki de öğrenmemişler. Hayatımda ilk defa internette yayıldığını sandığım “boş yapma” denilen “slang” ifadenin altının doğduğunu (ima yok) Ebrar Karakurt’tan öğrendim.

Çünkü bu nesiller artık muhatap bile almıyorlar. Belki de iyi ediyorlar. Çünkü hepsi birer böcek.

Merhum Kaya ise muhatap almıştı.

Ama önemli mi? Elbette değil. Gidin Paris’te Pére Lachaise mezarlığına. Orada onun sonsuzluk dostlarıyla kucak kucağa yattığı, Morrison’ı, Balzac’ı ve niceleriyle sonsuzlukta katıldığı “Dostların Şöleni”ni düşünün.

Evet… “Dostların Şöleni”ydi bu. Morrison’ın Feast of Friends şarkısındaki şölen. Şimdi Kaya onlarla birlikte…Evinde.

Bu sebeple neden içtiğini çok iyi biliyoruz Ahmet abi. Merak etme…Biz de aynı sebepten içiyoruz çünkü.

ü