Siyaset bir kurum. Günümüzde siyaset yapım tarzı da bu kurumsal yapının niteliği ve sınırları tarafından belirlenmekte. Bu yüzden mevcut siyaset kurumumuzun yapısını hedef almayan herhangi bir değişim talebinin başarılı olabilmesi mümkün değil. Bugünkü değişim taleplerinin kapsamını mevcut siyasi yapıların sınırlarının dışına taşımakta yarar var.
Bugün tek bir parti özelinde konuştuğumuz değişim taleplerinin o parti bünyesinde gerçekleşmesi konunun son derecede lokal ela alındığının bir göstergesidir. Bu kamuoyunun dikkatini asıl sorundan uzaklaşmaktadır.
Belki CHP içinde talep edilen değişimin gerçekleşmesi o parti içinde bazı konjonktürel sorunların bugün için giderilmesini sağlayabilir. Ancak siyaset kurumuna bütün olarak bakılmadığından, iktidar ve muhalefeti ile tüm siyaset kurumunun, vatandaşına refah üretecek bir ekonomik yapı ve sermaye birikim modeli geliştirmesini engellemektedir. Maalesef mevcudu korumak ekonomide geçmiş tecrübelerin yeniden üretilmesine, günün ekonomik sorunlarına da geçici çözümler getirebilmesine neden olmaktadır.
“Değişim” veya “değişememek” ülkemizin tüm siyasi yapısının bir sorunudur. Bu yüzden bugünkü değişim taleplerinin kapsamını muhalefet ve iktidardaki siyasi yapıların tümünü kapsayacak şekilde genişletmek gerekmektedir. Kurumsal sınırları belirlenmiş her meşru siyasi yapı kendisiyle uyumlu bir ekonomik organizasyonu ve ekonomik ilişkileri oluşturur. Zaten siyasi organizasyonların bir amacı da vatandaşa refah üretebilecek bir ekonomik yapıyı inşa etmektir. Eldeki teknoloji ve iktisadi kaynaklar kurulacak ekonomik yapının nitelik ve kapsamı üzerinde etkili olurlar. Bu ekonomik yapı vatandaşı için refah üretebildiği müddetçe, kendine meşruiyet kazandıran o siyasi yapıya kamuoyu nezdinde işlerlik kazandırmaktadır. Bu nedenle ülkemizin şu andaki siyasi yapısını ve onun dikte ettiği sınırları “evrensel” manada kriter almanın bir manası yok. Bugün yaşanılan ekonomik sorunların oluşumunda bu siyasi yapının direttiği karar mekanizmalarının ve yönetim şeklinin rolü inkâr edilemez. Dolayısıyla, bugün karşı karşıya kalınan ekonomik sorunların giderilmesinde, teknik manada başvurulacak ekonomik politikalardan ziyade, bu ekonomik sonuçların oluşumuna yol açan karar süreçlerinin ve o karar süreçlerine işlevsellik katan siyasi yapının hedef alınması gerekmektedir. Değişim talebini dile getiren siyasetçinin de böyle bir değişim talebini dile getirecek cesareti gösterebilmesi beklenir. Bu bizi topyekûn bir sistem eleştirisi yapmaya getirir.Bugün CHP içinde değişim taleplerini dile getirenlerin, aslında bu taleplerinin sınırlarını kendi partilerinin de bir parçası olduğu siyaset kurumunun değişimi olarak yeniden güncellemelerine ihtiyaç vardır. Aksi hâlde bu siyasi yapı içinde ve onun dikte ettiği sınırları içinde siyaset yapabilmek, bu yapının belirlediği rolleri oynayan aktörlerin rollerinin değişmesine yol açacak, ama ülkenin refahını arttırmaya yarayacak çözümlerin ortaya konulmasını engelleyecektir. Zira 2001 krizi sonrası ortaya çıkan siyasi yapının vatandaş için üretebileceği ekonomik refahın sonuna gelinmiştir. Bugün yaşanılan ekonomik kriz bu siyaset kurumunun bir sorunudur.
Değişim, bu partinin sınırları içinde kaldığı müddetçe, vatandaşın ve uzun dönemde ülkenin kurtuluşu için yeterli olmayacaktır. Zira bugün karşı karşıya kaldığımız değişim ihtiyacı siyasette rol alan tüm aktörleri kapsamalıdır.
ü
Geçmişte Türkiye’nin ekonomik manada önünü açan ve böylece vatandaşı için belli ölçülerde refah artışı sağlayan dönüşümler siyaset kurumunun niteliğinin ve siyaset yapmanın sınırlarının değişimi ile temin edilebilmiştir.
Seçim sonrası gündeminin en önemli konusu, muhalefette başlayan “değişim” konusu ve bu yolda başlayan mücadeledir. Bu amaçla CHP bünyesinde yapılan bu değişim mücadelesi, belki o partinin bugün için karşılaştığı birçok sorunun çaresi olabilir. Ancak değişim, bu partinin sınırları içinde kaldığı müddetçe, vatandaşın ve uzun dönemde ülkenin kurtuluşu için yeterli olmayacaktır. Zira bugün karşı karşıya kaldığımız değişim ihtiyacı siyasette rol alan tüm aktörleri kapsamalıdır. Özellikle ülkenin sorunlarıyla uyumlu bir “siyaset yapma tarzının” ve “siyaset modelinin” belirlenip, uygulaması zaruridir. Değişen toplumsal ihtiyaçlar ve kurumlarla uyumda zorlanan siyasi yönetim şeklinin bizleri soktuğu bu durum, ekonomik kriz olarak görünür hâle gelmektedir. Bu sorunları, temelde ülkenin kıt kaynaklarının kötü kullanımına yol açacak siyasi kararları üreten bu siyaset tarzının sonucu olarak görmek gerekmektedir. İnsanların siyaset yapma nedenleri bile, bu köhnemiş yapının onlara sağladığı ekonomik imkanlardan yararlanma arzusu olduğu söylenebilir. Siyaset vatandaşa refah üretmenin ve bu yolda kamuya hizmet etmenin değil, büyük ölçüde refahın yeniden dağıtımından pay alma mücadelesinin bir aracı hâline geldi. Bu siyaset kurumundaki yozlaşmanın en önemli göstergesidir. Günümüzün siyaset yapma şekli ve siyaset kurumları maalesef bu amaç etrafında örgütlendi. Öncelikle siyasetin, bugün için “yozlaşmış” olan bu amacının değişmesi zaruridir. Siyasetin kamu için yapılan bir kamu hizmeti hâline getirilmesi gerekmektedir. Bugün “değişim” konusunda karşı karşıya kaldığımız soru da bunun nasıl gerçekleştirileceğidir?Aslında bunun ipuçlarını geçmişte bulabilmek mümkün.
Türkiye’nin çok partili hayata geçeli neredeyse 77 yıl oldu. Dünyadaki gelişmiş demokrasilere bakıldığında, bu çok uzun bir süre sayılmaz. Bir de bu süre içinde askeri müdahalelerle yaşanan kesintiler düşünüldüğünde, ülkemizdeki demokrasi deneyiminin oldukça yeni olduğunu söylemek mümkündür.
Bu 77 yıllık siyaset tarihimizde de değişim ihtiyacı zaman zaman ortaya çıkmıştır. Ülke içi ve dışındaki siyasi ve ekonomik koşullardaki değişim siyasetin kurallarında ve kurumsal yapıda değişiklikler yapmayı gerekli kılmıştır.
Bugünden geçmişe bakıldığında Türk siyasi hayatın kurumsal yapısında önemli değişikliklerin yaşandığı iki önemli tarihe dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki 1946 yılında, tam da II. Dünya Savaşının bitiminin ardından, dünyada ortaya çıkan siyasi ve ekonomik koşulların diretmesi sonucunda gerçekleşen değişimdir. Türkiye bu koşulların diretmesiyle 1946’da “çok partili siyasi rejime” geçiş yapmış ve bununla birlikte siyasi sisteme dâhil olacak yeni partilerin siyasete girişine olanak sağlayan kurumsal değişiklikleri yapmıştır. Böylece siyaset kurumu ile birlikte siyaset yapma şekli ve kapsamı da radikal bir şekilde değişmiştir.Çok partili hayata 1946 yılında geçilmiş olsa da iktidarın el değiştirmesi için 1950 yılının beklenmesi gerekmişti. Cumhuriyet tarihinde iktidarın kurucu parti dışında bir partiye geçmesiyle 1950 yılında siyaset kurumunun sınırları tekrar çizilmiştir.
Bu kaçınılmaz bir el değiştirmedir.
Çok partili rejime geçmiş olmak, ülkenin sürdürülebilir bir refah artışı yaratabilmesine olanak sağlamamıştır. Bu durum 1958 yılında ülkenin ödemeler dengesi kriziyle karşılaşmasına yol açtı.
Zira CHP önderliğinde sahip olunan tek parti iktidarı, II. Dünya Savaşı sonrası toplumun ertelenmesi mümkün olmayan refah taleplerini karşılayabilecek durumda değildi. Öncelikle devletin kurucusu bir parti hüviyetine sahip olan CHP’nin sermaye birikim modeli, kalkınmanın odağına devleti koyan ve bireysel refah artışına önem vermeyen bir modeldi. Buna bir de II. Dünya Savaşı süresince ülkenin güvenliğinin önem kazanması eklenince, bireylerin refahını ikinci plana atan bir yönetim modelinin uygulanması zorunlu görüldü.
Barış döneminde refah üretecek birikim modeline geçiş yapmayı beceremeyen CHP, neticede iktidarını Demokrat Partiye (DP) devretmek zorunda kaldı. Dahası CHP iktidarındaki refah modelinin kapsayıcılığının giderek düşmesi ve toplumun artan refah talepleri bu yönde gelişmeleri hızlandırdı.Siyasetin 1946 yılında geçirdiği dönüşümde, yaklaşık 20 milyonluk ülkede, 1998 satınalma gücü parite koşuluna göre 1500 dolar civarında kişi başına gelir mevcuttu. Toplam GSMH’sı da 29 milyar doları aşmıştı. Siyasi iktidarın el değiştirdiği 1950 yılında ise, ülke nüfusu çok fazla değişmemiş olsa da GSMH 36,7 milyar dolara çıkmış, kişi başına gelir ise 1768 dolar civarına ulaşmıştı. Yani 4 yıl da kişi başına gelir yüzde 15, GSMH ise yüzde 25 artış göstermiştir. Dikkat edilirse kişi başındaki artış, toplam GSMH’a artışının gerisinde kalmıştı. Ancak DP iktidarının birinci döneminin sonunda, 1955 yılı itibariyle, bu kez kişi başına gelirdeki artış yüzde ise yüzde 15 civarında artış göstermiştir.
DP iktidarının ikinci döneminde değişen ekonomik şartlarda o günkü siyasi yapının refah üretmekte zorlanması ve körü körüne o yapının devam etmeye kararlılığı 1955-1958 arasında kişi başına gelirin yüzde 9,9 artmasını sağlarken, GSMH’daki artış da yüzde 9’da kalmıştır.
Dolayısıyla çok partili rejime geçmiş olmak, ülkenin sürdürülebilir bir refah artışı yaratabilmesine olanak sağlamamıştır. Bu durum 1958 yılında ülkenin ödemeler dengesi kriziyle karşılaşmasına yol açtı.1950 yılında siyasi yapının değişmesi önce iktidarın değişimine, bunun ardından da ekonomideki sermaye birikim modelinin değişmesine yol açtı. Kalkınmanın nimetlerinin daha geniş halk kesimlerine erişiminin önü açıldı. Tarım ve altyapı yatırımları refahın tabana yayılımında büyük rol oynadı. Dünya konjonktürü de özellikle tarım sektörünün önünü açıcı bir etki yarattı.
Ancak 1950’ler boyunca ne ekonomide ne de siyaset kurumunda yapısal herhangi bir değişim yaşanmadı. Ancak hem 1950’lerde izlenen birikim modelinin kaynak ihtiyacının ülkenin kendi imkanlarının ötesine çıkması, hem de dünyada kalkınma önceliklerindeki değişimi, DP iktidarının yönetim kabiliyetinin sınırlamıştır.
Yeni koşullara uyumda göstermekte başarısız kalan Türk siyaseti, bunun sonucunda ekonomik ve siyasi bir krizle karşı karşıya kaldı. Bu bakımdan 27 Mayıs 1960 askeri darbesini, sivil siyasetin ülkenin ihtiyaç duyduğu siyasi ve ekonomik dönüşümleri yapamamasının bir sonucu olarak görmek de mümkündür.Askeri darbe ile birlikte 1961 yılında yürürlüğe giren anayasa ile DP dönemden çıkartılan dersler dikkate alınmış yeni bir siyasi yapı ve bunun sınırları tanımlanmıştır. Buna uygun birçok kurumsal yenilikler yapılmıştır.
Ama her şeyden öte siyasi partiler kanununa anayasal bir güvence getirilmiştir. Bu güvenceyle çok partili siyasi sistemin kurumsallık düzeyi daha da arttırılmıştır. Bunun dışında kuvvetler ayrılığının güçlendirilmesini sağlayacak birtakım kurumlar devreye sokulmuştur. Örneğin Anayasa Mahkemesi bunlar arasındaki en önemlisidir. Bu şekilde siyasilerin uygulamaların anayasaya uygunluğunu gözetecek, denetleyecek ve siyaset konusu olacak bir kurum kurulmuştur. Bu, sivil siyasetin önünün açılması bakımında önemli bir kazanımdır. Bu gelişmeler, 1946 ve 1950 sonrası Türkiye’de siyaset etme tarzını değiştiren ve yeni siyasi mücadelenin araçları olarak ortaya çıkan bir özelliğe sahiptir.Kırk yıl önce, 1983 yılında tasarlanmış olan siyasi partiler yasasıyla, bir nevi siyaset yapma şekli tanımlanmış oluyordu. Maalesef o siyaset tarzının, siyasetin o geçmiş günlerde ve farklı şartlarda konulmuş sınırları içinde yapılabilmesinin olanağı kalmamıştır.
Siyasi ve ekonomik yapıda değişikliğe yol açan 1960-1964 döneminde kişi başına gelir artışının yüzde 12, GSMH artışının ise 10,5 düzeyinde kaldığı görülmüştür. Karşılaşılan ekonomik güçlüklere rağmen bu dönme de vatandaşın refahında göreli olarak daha fazla bir artış yaşanmıştır.
Fakat ekonomik olarak en çarpıcı gelişmelerin 1964-1970 yılları arasında yaşandığı görülüyor. Bu kurumsal yapının sağladığı imkanlarla kişi başına gelir yüzde 20’yi aşan oranda artarken, GSMH ancak yüzde 16 artış göstermiştir.
Bugün hâlâ yürürlükte olan siyasi partiler yasasının yayımlanma tarihi 1983’dür. Bundan tam tamına 40 yıl öncesinin şartlarına ve önceliklerine göre hazırlanmış bir yasadır bu. Askerlerin bu yasayı çıkardıkları dönemde, Türkiye daha yeni dünyaya açılmaya başlayan, kabuğunu kırmaya uğraşan bir ülkeydi. Bu dönemde kalkınmanın araçları değişirken, ülke ekonomisinde de piyasa odaklı âdem-i merkezileşme yönünde gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Siyasi manada merkezileşmenin önem kazanmasıyla birlikte, ekonomide yaşanan serbestinin ilk bakışta oluşturduğu çelişkiler sağlıklı bir şekilde görülememiştir. Bu bakımdan siyasetin örgütlenmesinde ve siyaset tarzında oluşturulan değişimin yönü ile ekonomide yaşanılan değişimin yönü taban tabana zıt hale gelmiştir. Bu dönemde ülke nüfusu 48 milyona ulaşmış, kişi başı gelir ise 4000 dolar mertebesine gelmiştir. GSMH ise 194 milyar dolarda ulaşmıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Buna rağmen bu dönemdeki siyasi yapının temel kısıtları ve siyaset yapmanın sınırları “ülke güvenliği” ve “siyasi yönetimde istikrar” olarak benimsenmiştir. Ülkenin siyasi yapısının oluşumunda da bu temel amaçlar referans alınmıştır. Bunlar arasında ekonomik bir amaç bulunmamaktadır. Aslında odağında devletin yer aldığı, devletin güvenliği ve istikrarını kendine amaç edinen bir siyasi yapı ve “müesses nizam” oluşturuldu. Bu siyaset tarzında birey ve bireysel refaha çok az yer verilmekteydi. Bu sistem siyaseten “devlet güvenliğini”, ekonomide ise “gelirin yeniden dağıtımını” öne çıkartıyordu. Özellikle 1990 sonrası dünya mali kesimi ile bütünleşmenin ardından dışarıdaki kaynaklara da erişim imkânı bulan siyaset, yeniden bölüşüm amacını yeni refah üretmeye yeğlemiştir. Siyaset kurumunun izleyen yıllardaki evriminde, bu ekonomik amaç en etkili faktörlerden biri olmuştur. Dahası giderek siyaset yeniden bölüşümün bir aracı haline gelmiştir. Bu yıllarda ekonomide yapılan uygulamaların “olumluluk kriteri”, bu uygulamaların devlet güvenliği bakımından anlamına bağlı hâle geldi. Belki tüm bunlar 1980’lerin başındaki dünya siyasi ve ekonomik koşullarının empoze ettiği sınırlar içinde anlamlı görülebilir. Ama günümüz dünyası için bu tarz bir siyaseti anlamlı gösterecek hiçbir gerekçe olamaz. Özellikle yurtiçinde ve dışında yeniden dağıtıma sokulabilecek kaynak miktarı azaldıysa, amacı yeniden dağıtım olan bir siyasi yapı işlevsiz kalacaktır.Kırk yıl önce, 1983 yılında tasarlanmış olan bu yasayla, bir nevi siyaset yapma şekli tanımlanmış oluyordu. Maalesef o siyaset tarzının, siyasetin o geçmiş günlerde ve farklı şartlarda konulmuş sınırları içinde yapılabilmesinin olanağı kalmamıştır.
Yasanın içerdiği teknik maddeler bir yana, bu yasa kapsamında vatandaşın kırk yılı aşkın bir süredir siyasetçilerinden gördüklerini şu şekilde özetlemek mümkün. Belki de bugünkü siyasette ihtiyaç duyulan değişimin konusunu bu pratikleri değiştirecek bir mücadeleye girilmesi oluşturabilir.
Öncelikle amaç “güvenlik” olursa, ülkenin yönetimine aday ama farklı partilerde yer alan aktörlerin belirlenmesi böyle bir yasanın yerine getirmesi gereken bir beklenti hâline gelir. Bunun için siyasi parti yönetimlerinde kontrol edilebilirliği en aza indirgeyen ve “yönetimde tahmin edilebilirliği” sağlanması ve bu nedenle de “parti içi demokrasiye” izin verilmemesi gerekir.Değişmesi gerekli olanların başında da siyasi partilerdeki bu duruma son verilmesi ve parti içi demokrasinin güçlendirilmesi gerekir. Daha ideali parti içi demokrasiyi güçlendirecek yasal düzenlemelerin yapılabilmesidir.Doğal olarak ana amaç bu şekilde ortaya konulursa, değişmesi gerekli olanların başında da siyasi partilerdeki bu duruma son verilmesi ve parti içi demokrasinin güçlendirilmesi gerekir. Daha ideali parti içi demokrasiyi güçlendirecek yasal düzenlemelerin yapılabilmesidir. Zaten bugün ülke yönetimine de sirayet etmiş olan anti demokratik yönetim uygulamaları ve baskıların kaynağını da partilerin bu şekilde yönetilmeleri oluşturmaktadır. İkinci meselemiz, bu endişeleri paylaşan “bürokratik yapıların oluşturduğu ilişkiler ağının” (bazen “derin devlet” olarak adlandırılırlar) güvenlik endişelerini giderecek şekilde sonuçların çıkmasını engelleyecek bir “seçim yasası” ve uygulamalarının yapılması.
Bugün iktidar ve muhalefet patilerinin kendi aralarındaki rekabetin sınırları seçim yasa ile belirlenmektedir. Son zamanlarda iktidar partisinin bu sınırları zorlayan birtakım uygulamalarda bulunması kamuoyunda tepki çekse de siyasi partilerin buna kayda değer bir tepki göstermemeleri kamuoyunun dikkatlerinden kaçmamaktadır.
Siyasi partilerimizin siyaset yapma şeklinin bir diğer önemli ayağı da seçimlerdeki “aday belirlenme” süreçleridir. Kimin aday olacağının tabanda değil de tavanda belirlendiği bu süreç, parti içi demokrasiyi ve toplum lehine refah üretecek siyasi tartışmaları yok etmektedir. Ancak bu şekilde ülkenin güvenliğini dikkate alan devlet içindeki “güvenlikçi ilişkiler ağı” bakımından siyasetin kontrol edilebilirliği, seçilecek olan kişiler üzerinde de kontrol olanağı sağlanmaktadır.Bu siyasetin uygulanmasında görülen bir diğer önemli ayağı ise siyaseti kurumların dışında yer alan medyaya yönelik olandır. Kamuoyunun bilgilendirilmesi bakımından önemli bir rol üstlenen medya üzerinde kontrol kabiliyeti kazanmak zaruridir. Eğer böyle bir kontrol sağlanamıyorsa, doğrudan baskı ve yasaklarla amaçlananların dışında kamuoyuna bilgi akışının kesilmesi gerekmektedir. Siyasette bir değişim mücadelesine girilecekse, o zaman daha özgür medya oluşturma hedefi de bu değişim mücadelesinin bir unsuru olmalıdır.
Mevcut siyaset kurumumuzun çizdiği uyulama alanında öne çıka bir başka husus da sivil siyasetin kontrol edilebilirliği bakımından siyasi süreçlerin sokaklara taşmasının önüne geçilmesi gerekmektedir. Böyle bir alan iktidar ve muhalif siyasilere halktan uzak, güvenli bir alan oluşturmaktadır.
Böylece siyaset meclis salonları gibi kapalı mekânlarda, bürokratik ve ekonomik kesimlerin temsil edildiği ihtisaslaşmış toplantıların duvarları arasındaki sıkışmışlığının kaldırılması gerekmektedir. Siyasete salonların dışında sokaklarda, halkı da dahil ederek yapılabilmelidir. Bu, özellikle muhalif siyasetin ülkemizdeki “güvenlikçi bürokratik-özel ilişki ağı” için daha kontrol edilebilir bir muhalefet sürecinin oluşmasına olanak sağlamaktadır. Özellikle muhalefetin dış politika ve askeri konulardaki benzer duruşları bunun en güzel örneğidir. Her şeye rağmen bu onay silsilesini bozan, bununla aykırılık oluşturacak düşünce ve eylemleri “terör”, “hainlik” ve “ihanet” gibi toplumda kabul görmesi mümkün olmayacak nitelemelere maruz bırakarak gözden düşürülmesi ve yabancılaştırılmasıyla “meşru” kabul edilen siyasi süreçlerin dışına çıkartılması sağlanmaktadır. Bugün toplumda filizlenen siyasette değişim taleplerinin bu şeklide siyaset yapma üslubunu da dışlayıp, toplum nezdinde gözden düşürülmesini amaç edinmesi gerekmektedir.Kanımca değişimin önce bu siyaset yapma tarzı ve süreçlerinden başlaması ve ülkede refahın yeniden dağıtımını değil, refah üretmeyi sağlayacak bir siyaset tarzı inşa etmeyi amaçlaması gerekir.