Şu an ki siyasi yapıyı destekleyen tarikat ve cemaatlerin zihni yapılarındaki temel sorunlardan birisi kasaba ve köy tekkesi karakterinde kalıp kentli bir kültür ve estetiği haiz olamamalarıdır. Bu zihniyetle eğitim kurumu veya üniversite kurmaya kalkışmalarıdır. Murat Aksoy, hafta bir periyodik olarak Hocam yazınızı bekliyoruz dese de bugünlerde yazı yazmak oldukça zorlaştı. Yapısal veya tarihsel bir eleştiri yaptığınızda yankı odalarının müdavimlerince şucu ya da antibucu olarak yaftalamanız ihtimal dahilinde. Son dönem travmalarına, herkesin bildiği ama kimsenin de rumuzlu olarak dahi konuşamadığı toplumsal yaralara da dokunmanız vicdani olarak zorunlu olsa da bunun siyasal riski ürkütmekte. Hele benim gibi siyasi bir parti genel başkanı ve aynı zamanda değerli bir dostum olan birine danışmanlık yapıyorsanız. Bu işler bana Ekopolitik döneminde 2000’lerin başında Kürt sorunu tanımlamamızı hatırlattı. O dönemde başımıza sıkıntı gelmesin diye “Kürt Sorunu” tanımını “Mezkûr Meçhul Mesele” olarak tanımlar, kendimizce aşırılara karşı orta bir yol bulurduk. Son yaşadığımız mafya görünümlü beka cinayetleri de artık aysbergin derinliğinin cüreti hususunda sırf yazan ve konuşanların değil, normal vatandaşın da temel güven duygusunu ürkütmekte. Bilindiği gibi dünya literatüründe “Fail State” ve “Rogue State” tanımı var. “Rogue State” sondan bir önceki aşama. Yani hukukun kalmadığı ancak düzenin, sermaye ve güvenlik elitlerinin koalisyonu ile otoriterce sağlanabildiği, uluslararası saygınlığının tartışmalı olduğu devlet durumu. Fail State durumu ise Suriye ve Irak örneklerine uygun düşmekte. Buralarda artık herkes birbirine girmiş, merkez bankası ve yargı kalmamış durumda. Merhum Yeniden Millî Mücadele Hareketinin kurucularından Yavuz Arslanargun bana “evladım gece yarısı ülkenin sokaklarında özgüvenli dolaşabiliyorsan ve temel güven duygun devam ediyorsa orada devlet var demektir” derdi. İnsan düşüncelerini yazarken ve konuşurken o hukuk devletini hep varsaymakta. Umarım o devletten tüm ülke olarak hiç şüphemiz kalmayacağı günleri en kısa zamanda görürüz. Sorun başta kısmen belirtiğimiz gibi devletten önce toplumdaki psikolojik bölünmüşlük ve anlamsal geçirgenlik sorunu.  Bunun en somut örneklerinden biri de Tarikat ve Tekkeler hakkında yapılan tartışmalar. Çocukluğumuzda tekke ve tarikat işlerine bulaşanların aklını kaçıracağı bize büyüklerimizce telkin edilirdi. Hatta babam kâmil bir şeyhten inabe almanın yaşının çok ileride olması gerektiğini telkin ederdi. İlkokuldayken biz tarikat denilince Ticani tarikatını anlardık. Bunlar da Atatürk büstlerine tacizleri ile meşhur bir cemaatti. Lise yıllarımızda ise özellikle edebiyat kitaplarımızdan tasavvuf ve tarikatın özünde insan ve varlık sevgisi olduğu bize öğretilirdi. Yunus Emre ve Hacı Bektaş’tan a-yarımız (ötekimiz) yoktur okuyorduk. Şahı Nakşibendi’den “kendi içindeki ben duygusunu bir frenk kafiri veya köpekten aşağıya görmeyen kapımıza yaklaşmasını” öğreniyorduk. 12 Eylül dönemi ile illegal olan tekkeler, yoksullar ve gençler üzerinde kitleler halinde etkili oldu. İdeolojik ve neoliberal travma sonrası çeşitli toplumsal sınıfları konsolide bu sayede olabildi. Ara sıra da 12 Eylül yönetiminin acemiliği ile dergâhlara baskın yapılıyor tesbihler suç unsuru olarak da sergileniyordu. Ama bu durum çok uzun sürmedi doğrusu. Tarikatların bu kadar kitlesel büyümesi ılımlı İslam konseptiyle birlikte iç ve dışta başta devlet olmak üzere kimseyi de pek tedirgin etmiyordu. Hep açık oldukları gibi tarikatlar ve medreseler hep vardılar hiç kapanmadılar. Dernek, vakıf ve Kur’an kursları görünümünde devlet ile karşılıklı rızayla var oldular. Devlet, oy devşiren siyaset ve toplum, bu alanda tarikatlarla karşılıklı kararsız ve görünmez bir denge kurmuşlardı. 28 Şubat sonrası bu yapılar kurumsallaştılar, ticarette ve siyasette etkin olmaya başladılar. İnsana hizmet odağından devlet-siyaset ile iyi geçinme simbiyotik ilişki içine girme moduna kaydılar. Sorunun görünür yüzü buradan sonra açığa çıktı. Ekonomik büyümeleri kendilerini devlet ve siyaset ile iç içe geçirdi. Toplumsal sempatiyi kaybettiler. İslamcı popülist siyasetin bir aracı olmaları ve müridanın fanatik siyaset taraftarlığı toplumun seküler muhalif kesimlerini çok rahatsız etti. Belki de ortalama manastırlarda olabilecek oranlarda açığa çıkan cinsel taciz ve skandallar kamuoyunun dikkatini çekti. Halkı rahatsız eden ortalama skandallar değil cemaat mensuplarınca bu olayların yeteri kadar üstlerine gidilmemesiydi.
Tarikatlar dahil Cumhuriyetimizin II. Yüzyılına girerken tüm tartışmalarımızla dürüstçe yüzleşmek zorundayız. Ne kadar farklı olsak da en azından yöntem-metot konusunda fikir birliğine varmalıyız.
Bugün gelinen nokta itibariyle politik İslam kamu vicdanında tamamen itibarını yitirmiştir. Politik İslam anlayışı itibarını yitirirken özüne ilişkin bir evrensel vicdan ve ahlak anlayışı sergileyemeyen müstesnalar hariç tarikat ve cemaatlerinde itibarı kalmamıştır. Bu anlamda aydın ve halk kesiminden iyi niyetli, kötü niyetli, konu hakkında yeteri kadar alt yapısı olmayan değişik tepkiler ve çözüm önerileri gelmekte. Ciddi bir kesim tarikat ve tekkelerin tartışma yapılmaksızın tamamen kapatılması yönünde. Benim ve Sayın Babacan’ın savunduğu ancak tepki çeken görüş ise bırakalım yasallaştıralım Alevi-Bektaşi dergahlarının da önünü açalım, idari, eğitim ile şeffaf olsun denetlensin yaklaşımıdır. Cari olan eğilim ise böyle devam etsin arada bir zorlayalım ama ipleri elimizde olsun sorun öteleme yaklaşımlarıdır. Başlarda ifade ettiğim orijinalinde insana hizmeti merkez alan bu yapıların siyasallaşması konusu irdelenmelidir. Bugün ülkede yaşanan ötekilere yapılan haksızlık ve hukuksuzluklara sessiz kalıp kendi gibi düşünmeyenlere nefret ve kaygı duyan dervişleri müşahede etmek oldukça trajikomik bir durumdur. Ancak kamuoyunun ürktüğü bugünkü tarikat ve cemaatlerin ürettiği zihinsel yapıdır. Bu zihniyetin bugünkü kutuplaşmaya etkisi göz ardı edilemez. Bu anlamda baktığınızda Atatürk devrimlerinin sert bakış açısı dahi mazur da görülebilir. 17. Yüzyıldan bu yana İstanbul ve Bağdat merkezli değişik tarikat kavgalarında bu zihniyetin varlığı rol almış olabilir. Ancak sürecin bugüne intikali konusunda Itri, İ. Hakkı İzmirli veya Esat Erbili gibi insanların yetişmesini de göz ardı edemeyiz. Şu an ki siyasi yapıyı destekleyen tarikat ve cemaatlerin zihni yapılarındaki temel sorunlardan birisi kasaba ve köy tekkesi karakterinde kalıp kentli bir kültür ve estetiğe haiz olamamalarıdır. Bu zihniyetle eğitim kurumu veya üniversite kurmaya kalkışmalarıdır. Bu yapılar kentlerin merkezine yerleştikçe yoksulları konsolide etmekteler. Ancak insiye ettikleri görgülü eğitimlileri de köylüleştirmekteler. Manevi hazzı bazen koruyan bu yapılar 400 yıllık geleneği süreç içinde kodifiye etmeden bazen pagan retoriğine yaklaşmış bazen de katı bir medrese selefiliğine teslim olmuşlardır. Tarihte Şah İsmail’in ailesinin tekkesinin geçirdiği değişimi, Ezidilik kurucusu İmam Gazalinin talebesi Şeyh Adi veya bugün Ortadoğu da savaşan Nakşibendi tugaylarının geldiği noktaları batıni veya selefi geçişler için örneklendirebiliriz. Tarikatlar dahil Cumhuriyetimizin II. Yüzyılına girerken tüm tartışmalarımızla dürüstçe yüzleşmek zorundayız. Ne kadar farklı olsak da en azından yöntem-metot konusunda fikir birliğine varmalıyız. “Rogue State” ve “Fail State” örnekleri sınır ötemiz çevremizde dururken, ne yazık ki hiçbirimiz için tarihsel sorunları artık bir yüzyıl daha erteleme veya görmeme lüksümüz kalmadı.