Bizim ülkede de sıkça “parayı betona gömmekten” söz ederiz ama kelimenin hakkını vermek Enver Hoca’ya nasip olmuş; dağını, caddesini, parkını, ülkenin dört bir yanını dev beton mantarlarla doldurmuş. Tiran’a ilk gelişim, bir Balkan gezisinin sonunda üç-dört saatliğineydi, epey bir yürüdüysem de yazmaya değer bir şey bulamamıştım. İkinci gelişimde daha uzun kaldım, gene çok yürüdüm ama bir kez daha doğrudan Tiran’a dair yazmaya değer bir şey bulamadım. O yüzden Tiran sokaklarında biraz tarihten ve şehrin hissettirdiklerinden konuşarak dolaşalım istiyorum. Arnavutluk’un bir ucu Yunanistan’a doğru güneye gidiyor, ki bu yazı dizisinin devamında ben de oraları anlatacağım ama kuzeye çıkınca Alplere ulaşıyorsunuz. Arnavutluk -Albania- ile Alpler -The Alps- arasında var olduğunu hiç düşünmediğim etimolojik ilişkiyi tarihçi Ayşe Hür’den dinleyelim: “Doğu ve Batı Avrupa dillerinde Arnavutluk için daha çok ‘Alban’, ‘Albania’ gibi terimler kullanılır. ‘Alb’ kelimesinin kökenine ilişkin iki açıklama var. Birincisine göre kelime Erken Yunancada ‘alphos’ (beyaz), Geç Latincede ‘alba/albus’ (beyaz), Eski İngilizce ‘albe’ (‘beyaz elbise’) veya ‘elfet’ (‘beyaz kuş/kuğu’) anlamına geliyor. İkinci açıklamaya göre ‘alb’ Kelt dilinde ‘tepe’ demek, nitekim bu isim Alp Dağları’na verilmiş. The Alps adı, 14.yüzyılın sonlarında İngilizceye geçmiş ve günümüze kadar gelmiş.” Ancak bu ismin başka coğrafyalardaki kullanımına da bakan Ayşe Hür’e göre anlamın “beyaz ülke” değil, “dağlık ülke” olması akla daha yakınmış. Balkanların tuhaflığı bitmez, herkesin “Albania” dediği ülkeye Arnavutlar başka bir şey diyor. Sözü yine Ayşe Hür’e bırakayım. “Arnavutlar ise ülkelerine ‘Shqipëri’ (‘shqiponje’, yani ‘kartal’dan ‘kartallar ülkesi’) diyorlar.” Bu kartalları Arnavutluk bayraklarında görmek mümkün. Etimolojiyi şimdilik bırakıp, Tiran’ın göbeğindeki Saat Kulesi’nde olduğumuzu varsayalım. Banisi Ethem Bey, zaten yanında da Ethem Bey Camii var. 1822’de dikilen bu kulenin saatini Tufina adlı bir usta yapmış. Bugün, Avrupa’nın en eski nesilden nesle saatçisi olduğu söylenen Tufina ailesinin el yapımı saatleri nitelikli “Arnavutluk malı” ürünlerin başında geliyor. Yolu takip ederek biraz yürüdüğümüzde, solumuzda, İtalyan işgalinden kalan ve oldukça İtalyan bakanlık binalarını göreceğiz. Şu Tiran’da gördüğüm en güzel binalar bunlar, bir başka deyişle Tiran’ın kendine has bir dokusu yok -varsa da ben göremedim. Şehir kültürü bence mimaride mücessem hâle gelir ve mimarisi olmayan bir yerin ruhunun da olamayacağını düşünürüm. Ben düşünedurayım biz yürümeye devam edelim. İskender Bey meydanındayız, onlarca heykelinden biri de burada. Ben biraz soluklanırken siz şöyle etrafınıza iyice bir bakın, sonra buranın Arnavutluk olduğunu çağrıştırabilecek herhangi bir şey bulursanız gelin bana gösterin. Burası ne Tiran ne küçük bilmem ne şehri ne kadim ne modern, hiçbir sevimliliği olmayan bir yer. Bu meydandaki büyük lokanta kompleksinde güzel pizza yiyebiliyor ama Arnavutluk’ta olduğunuzu asla hissedemiyorsunuz.
Enver Hoca, tufaya düşmemek için denemesini de yapar, mühendisi inşa ettiği sığınağının içine koyup tepeden bombasını attırırmış. Sığınağı sağlamsa mühendis -yine kelimenin gerçek anlamıyla- yaşadı yoksa geçmiş ola.
Bahsettiğim İskender Bey öyle geçilecek biri değil, Arnavutların milli kahramanı, aynı zamanda “nitelikli Arnavut mallarının” en önde gelenlerinden brendinin -Arnavut konyağı- de en iyisi bu isimle anılıyor. İskender Bey’i ve onu ortaya çıkaran şartları da Ayşe Hür’den kısaca dinleyelim: “Bölgede Yunanca, Latince, Slavca ve yerel diller kullanılıyordu. Osmanlı egemenliği 1385’te başladı, 1389 Kosova Savaşı ile netleşti, 1402 Ankara Savaşı ve Fetret Dönemi’nde geriledi, 1443’te Kastoriyata ailesinden İskender Bey’in (Arnavut dilinde ‘Gjergj Kastrioti’, ‘Skënderbeu’, ‘Skënderbej’) isyanı ile zora girdi. İskender Bey’in ölümünden (1468) on yıl sonra kesinleşti. İskender adı, Yunanca ‘alke’den (yani, koruma, yardım, güç, cesaret) türemiş Alexandros’tan (‘insanları savunan’) geliyor.” Kastriyoti’nin ‘İskender’e dönüşme hikâyesi de şöyle: II. Murad devri, Merdita Prensi Jean Kastriyoti padişaha bağlılığını bildirmek amacıyla dört oğlunu payitahta gönderir. Edirne’ye gelen çocukların en küçüğü sivrilir, abileri gibi Müslüman olup İskender adını alır. Ama babasının ölümüyle birlikte Murad’la ihtilafa düşer, ordudan kaçar, isyan eder, Osmanlıları yirmi küsur sene uğraştırır. Osmanlılar, Akçahisar adlı Kruja Kalesi’ni üç kere kuşatmasına rağmen bir türlü ele geçiremezler. Derken, İskender Bey sıtmaya yakalanıp ölür (1468). On sene sonra, Gedik Ahmet Paşa komutasındaki ordu kaleyi alacaktır. Neyse, bu kadar çene çalmak yeter. Sırtımızı İskender Bey’in heykeline verip ara sokağa girelim. Sabahın kahvaltıcıları akşam bara dönüşüyor -al sana bir ruhsuzluk örneği daha. Ama girmek şart zira birkaç adım ilerde, solda, meşhur sığınaklardan birini göreceğiz. İçine de giriliyor, böyle müzeye dönüştürülen iki sığınak varmış ama ikisinde de aynı şeyler olduğunu söyledikleri için ben sadece buna girdim. Bir ülkenin başına gelebilecek ender felaketlerden biri olan Enver Hoca, Arnavutluk’u tam kırk sene yönetti. Yönetirken de demir sopasını hiç eksik etmemiş, anayasaya ateizm koymak gibi sürreal işlere girişmiş, aşırı Stalinist kafasıyla Balkanlara “ateizm inancını” aşılamaya kalkmış, 1985’teki ölümüne kadar İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğine ikna olmamış; Yunanistan’la savaş hâlini sürdürmüş ve ülkenin her yerine beton sığınaklar yapmış. Bizim ülkede de sıkça “parayı betona gömmekten” söz ederiz ama kelimenin hakkını vermek Enver Hoca’ya nasip olmuş; dağını, caddesini, parkını, ülkenin dört bir yanını dev beton mantarlarla doldurmuş.
Enver Hoca yönetirken de demir sopasını hiç eksik etmemiş, anayasaya ateizm koymak gibi sürreal işlere girişmiş, aşırı Stalinist kafasıyla Balkanlara “ateizm inancını” aşılamaya kalkmış.
Enver Hoca, tufaya düşmemek için denemesini de yapar, mühendisi inşa ettiği sığınağının içine koyup tepeden bombasını attırırmış. Sığınağı sağlamsa mühendis -yine kelimenin gerçek anlamıyla- yaşadı yoksa geçmiş ola. “Allah rahmet eylesin”miş, “toprağı bol olsun”muş, Enver Hoca’nın Arnavutluk’unda bunlara da yer yok çünkü ateizmi emreden anayasaya karşı gelmiş olursunuz, dahası Ramazan’da oruç tutmak, baklava yapmak gibi bir şekilde ibadet ettiğinizi anlarsa sizi derhal bir başka şehre sürdürüyormuş. Enver Hoca’nın bu sığınaklardan tam 173.371 tane yaptırdığı yazılsa da konuştuğum insanlar 6-700 binden açıyorlar kapıyı. Tam sayının ne olduğu aradaki dört kat farka rağmen hiç önemli değil çünkü Enver Hoca’nın saldığı korkunun dilden dile ne kadar güçlü geçtiğini gösteriyor. İşin en matrak tarafı, bu sığınakların hiçbirinin hiçbir zaman kullanılmaması! Delicesine sığınak yapımına Enver Hoca’yı iten tehdit hakikatte yok çünkü, bir paranoya eseri bütün yaşananlar ama bunu söyleyebilecek kimse de olmayınca, çıldırışın önü alınamıyor. Benim içini gezdiğim bu sığınakta İçişleri Bakanı’nın odası da yer alıyordu. Söylemeden geçmeyeyim, sığınakta jandarmanın tarihi, milislerin önemi gibi içinde bulunduğumuz yapıyla ilgisiz ne kadar konu varsa anlatılıyordu. “Sığınakta hayatın nasıl geçmesi düşünülüyordu?” sorusunun cevabı gezenlere bırakılmış ama 1913’le 1918 yılları arasında jandarma teşkilatının nasıl kurulduğuna odalarca yer verilmiş -hey yarabbi! Soğuk Savaş döneminde ülkenin bütün maddi kaynağını beton sığınaklara yatırır, yetişmiş insan kaynağına muhalif diye yapmadığını bırakmaz, bir de eğitim sistemini kendi ideolojine sadık insan yetiştirmek üzere değiştirirsen, gün gelir hayatını vakfettiğin bu sığınakları kalem tutacağı olarak hediyelik eşya dükkânlarında görürsün. Enver Hoca’yı, onun anladığı sosyalizmle geçen günleri hayırla anan bir tek Arnavut’a rastlamadım. Ucuz hediyelik eşyacıların tezgâhlarında, turistler için satılan fincanların üstü haricinde de hiçbir yerde fotoğrafını görmedim. Bir fincan, bir de sığınak şeklinde kalem tutacağı. Kırk yılın bütün mirası, 3-5 euro.