Enes KARA’nın intiharı ve Sezen AKsu’nun şarkı sözleriyle ilgili tartışmalar; ortak normlarını kaybetmiş -belki de bunlar hiçbir zaman olmamıştı- bir toplumun nasıl “cemaatler”e bölündüğü gerçeğini gözler önüne seriyor. Peki bu cendereden çıkmak için kimlikleri aşan kapsayıcı bir söylem nasıl inşa edilebilir? Türkiye’de muhafazakarların toplumsal alanda zemin kaybetmeye başladığına dair emareleri analiz ettiğim  “Muhafazakârlığın Kışı Başlıyor-1” başlıklı yazımı, Bir sonraki yazımda kültürel/toplumsal hafıza ile bireysel hafıza arasındaki farka değinmeye ve muhafazakarları üşüten yeni iklimi analiz etmeye devam edeceğim…” diyerek bitirmiştim. Söz konusu yazı dizisine şimdilik bir virgül koyup, aynı rotadan ilerleyerek güncel iki tartışma (Enes Kara, Sezen Aksu) üzerinden Türkiye’nin içinde bulunduğu kısır döngüye ve bu döngüden çıkmanın yollarına odaklanacağım… Cemaat yurdunda kalan Enes KARA’nın intiharı ve ardından gelen Sezen AKsu’nun şarkı sözleriyle ilgili tartışma, Türkiye’de var olan veya kimileri tarafından sürmesi istenen derin kamplaşma gerçeğini bir kez daha su yüzüne çıkardı. Üstelik tartışmaların -aslında bir tartışmadan çok bir hengâme çıkarılarak- gri ve ortak alanların dışlandığı, bir tarafın “ak” diğer tarafın “kara” dediği bir karşıtlık zeminde yapılmasına dönük özellikle iktidar cenahında bir zorlamanın olduğu gözlenmektedir. Doğrusu Türkiye’nin “paralel topluluklardan oluşan bir ülke” görünümü de bu kutuplaşmanın ateşine rüzgâr taşımaktadır. Enes Kara olayından başlarsak… Tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara'nın sosyal medyadan yayınladığı video sonrası intihar ederek yaşamına son vermesi yeni tartışmaların alevlenmesine neden oldu. Enes Kara, videoda cemaat yurdunda kaldığını ve ağır bir baskı altında olduğunu ifade ediyordu. Muhafazakâr kesim ve hükümet olayı neredeyse görmezden gelerek geçiştirirken, seküler taraftan bazı kesimler ise cemaat ve tarikatların hukuken zaten kapalı olduklarını ihmal ederek, cemaatlerin ve tarikatların kapatılmasını çare olarak önerdi. Hukuken kapalı/yasaklı olan tekke, zaviye ve tarikatların kamusal alanda görünür olma durumlarını, buna yol açan tarihsel, sosyo-politik dinamikleri anlamadan, mevcut mevzuatın uygulanmasını talep etmek meseleyi çözmeyeceği gibi sorunları artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Kimliğinden bağımsız olarak herkesi ortaklaştıran temel değerlerin hepimiz için geçerli olmadığını; bu değerlerin olaylara, kişilere göre değişebildiğini ne yazık ki bir kez daha tecrübe etmekteyiz.
Enes Kara ve hemen ardından karşıt cepheden açılan Sezen Aksu tartışması… Bu iki örnek, ortak normlarını kaybetmiş -belki de bu ortak normlar hiçbir zaman olmamıştı- bir toplumun nasıl cemaatlere bölündüğünü gözler önüne sermektedir. Kimliğinden bağımsız olarak herkesi ortaklaştıran temel değerlerin hepimiz için geçerli olmadığını; bu değerlerin olaylara, kişilere göre değişebildiğini ne yazık ki bir kez daha tecrübe etmekteyiz. Çocuk haklarından, hayvan haklarına kadar tüm tartışmaların gelip dayandığı nokta, bunların aslında kimin çocukları ve kimin hayvanları olduğu çerçevesine sıkışmaktadır. Bütün olayların kimliğe bağımlı kılındığı bu söylem biçiminde yaşanmış olan şeyin bir önemi kalmamıştır artık. Burada önemli olan husus, yaşanmış olan şeyin kimliğe dayalı mevzi almada ve safları tahkim etmede nasıl manipüle edileceğidir. İşte Enes Kara ve Sezen AKsu örneklerinde tam olarak olan şey budur. Peki, hayalleri ve umutları olan ancak çaresizlik içinde intihar eden bir gencin ardından ortak değerleri olan bir toplumun yapması gereken şeyler neler olabilirdi? Ve Türkiye’de neler oldu? Bu sorulara verilecek cevaplar aslında olmamız gereken noktadan ne kadar uzak olduğumuzu göstermektedir. Bir gencin ölü bedeni bile ortak bir noktada buluşmamızı sağlayamazken, çeşitliliğini korurken ortak değerler etrafında birleşmeyi de başaran, “kimlikler hapishanesi”ne kendini sıkıştırmamış modern, demokratik bir toplum yaratma tasavvurumuzu nasıl güçlendirebiliriz? Elbette Türkiye’yi oluşturan sosyal grupların kendi “güvenli” mahallerinden çıkıp, sosyal temas alanları inşa etmeleri, diyaloga kendilerini açmaları gelecek için oldukça verimli alanlar yaratabilir. Her sosyo-kültürel grubun, farklı olan diğer bir grubu kendisi için tehdit olarak algıladığı bir iklimde ise ortak bir gelecek inşa etmek mümkün değildir. Kimlik eksenli bir siyasal kutuplaşma içinde uzun süredir debelenen Türkiye’nin Enes Kara ve Sezen Aksu olayları vesilesiyle daha da kutuplaştığını ve bu durumun son yıllarda sorunları çözmek yerine muhafazakâr kesimlerin korkularını artırarak kutuplaşma siyasetini körükleyen hükümetin işine geldiği de açık. Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan ve iktidarının, bu tartışmaları seküler kesimin dini yaşama ilişkin hazımsızlığının bir işareti olarak kurguladığı ve böylece muhafazakâr kesimde hükümetin özellikle ekonomi politikalarına ilişkin artan hoşnutsuzluğu bastırmak için kullandığı/kullanacağı aşikâr… Zira Erdoğan’ın muhafazakârlara ve ülkenin sair unsurlarına gelecek adına “satışa çıkaracağı” yeni bir projesi kalmamış görünüyor.
Erdoğan’ın “CE HA PE” söylemi sadece bir muhalefet partisinin adının aşağılanması olarak okunmamalıdır, bu söylem biçimi muhafazakâr toplumsal hafızada depolanmış olan geçmişe dair korkuların geri çağrılması için oluşturulmuş bir hafıza kodlama tekniğine işaret etmektedir.
Sosyal grupları ya geleceğe dair güçlü umutları ya da grubun dağılması durumunda başlarına gelebilecek tehlikelerden dolayı yaşadıkları korku bir arada tutabilir. Tarih sahnesine baktığımızda umudun olmadığı ya da azaldığı yerde, grupları bir arada tutmak için geleneksel olarak kullanılan taktik onları korkutmadır. Erdoğan’ın özellikle Cumhurbaşkanlığı rejiminden itibaren yaptığı şey tam olarak budur. Böylece Erdoğan hem kimlik siyasetini canlı tutmayı hedeflemekte hem de muhafazakâr kesimleri korkutarak olası iktidar kaybının sadece kendi kişisel iktidarının kaybı olmayacağını, esas olarak tüm muhafazakâr kesimlerin hedef alınacağını, onların (muhafazakârların) bilinçdışına yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda, “CE HA PE” söylemi sadece bir muhalefet partisinin adının aşağılanması olarak okunmamalıdır, bu söylem biçimi muhafazakâr toplumsal hafızada depolanmış olan geçmişe dair korkuların geri çağrılması için oluşturulmuş bir hafıza kodlama tekniğine işaret etmektedir. Enis Kara’nın intiharının oluşturduğu duygusal iklim bağlamında sosyal medyadaki seküler hesaplarda cemaat ve tarikatların yasaklanması talebiyle yapılan paylaşımlar mevcut Erdoğan ve iktidarının aradığı ve yaratmak istediği atmosferi, rejime sunmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla bu paylaşımlar ve söylemlerin, iktidar bloğundan kopmuş ya da kopmak üzere olan ancak henüz tarihsel nedenlerden dolayı CHP’ye ve onun içinde olduğu Millet İttifakı’na şüphe ile bakan geniş muhafazakâr kitlelerin korkularını artırabileceği göz ardı edilmemelidir.
Muhafazakârın misilleme olarak Sezen Aksu’nun şarkı sözlerini ana gündem haline getirme çabası, iktidarın “kimlikler cehennemi” iklimine duyduğu ihtiyacın ne kadar acil olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Diğer taraftan Enes Kara’nın intihar olayının yarattığı menfi havanın muhafazakâr kesimde olası etkilerini azaltmak için muhafazakâr hesaplarda ise adeta seküler gruplara misilleme olarak Sezen Aksu’nun 2017 yılında söylemiş olduğu bir şarkının sözlerinin ve bir devlet üniversitesinde görev yapan bir dekan yardımcısının Hz. Meryem yönelik yine yıllar önce söylemiş olduğu sözlerinin ana gündeme taşınması, iktidar cephesinin “kimlikler hapishanesi” iklimine duyduğu ihtiyacın ne kadar acil olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Sabah gazetesi gibi hükümete yakın medyada, bahse konu şarkının dahil olduğu albümün markete yeni çıkmış gibi yansıtılması, şarkı sözlerini ve Hz. Meryem’e yönelik ifadeleri paylaşan ilk hesapların İsmailağa cemaatiyle bağlantılı olması gibi göstergeler birlikte değerlendirildiğinde bunun spontane bir eylem olmaktan uzak olduğu ve manipülasyon amacı taşıdığı açıktır. Dışardan bakıldığında modern bir ulus gibi görünen Türkiye toplumu, aslında kendi içinde bir takım kolektif kimliklere bölünmüş cemaatler görüntüsü arz etmektedir. Cemaat kavramını burada geleneksel kullanımının dışında çıkarak, dinsel ya da seküler olduğuna bakmayarak sahip olduğu kimliği her şeyin merkezine koyan ve onu mutlak olarak gören tüm grup ve kesimleri tanımlamak anlamında kullanıyorum. Bu cemaatleşme olgusunu anlama uğraşında Jean Piaget’nin paralel” kavramı son derece işlevsel görünmektedir. Bilişsel psikolojinin önemli temsilcilerinden Piaget, çocukların bilişsel gelişim süreçlerini incelerken dikkatini bir husus çekmiştir. Erken çocukluk döneminde çocuklar yan yana oyun oynamalarına karşın kendi aralarında iletişime ve paylaşıma kapalılar. Bu dönemde yaptıkları konuşmaların amacı mesaj iletmek ve karşı tarafla anlaşma değil, kendi arzularını dışa vurmaktan ibarettir. Hep bir ağızdan konuşuyorlar ancak bu konuşmalar bağlantılı değildir. Bu konuşmalardaki ve etkinliklerde gündemler son derece birbirinden bağımsızdır. Piaget bu durumu “paralel” kavramıyla adlandırmıştır. Tabii Piaget’ye göre çocukların yaşamış olduğu bu durum belli bir dönemle sınırlıdır. Çocuklar süreç içinde biyolojik gelişim düzeylerine ve yaşantılarına bağlı olarak bu sınırlılıklarını aşıyorlar. Piaget’nin kavram setinden harekete edecek olursak, Türkiye’de kimliğe dayalı bu sosyal grupların kendi aralarındaki iletişimsizliği ve birbirlerine sağır olma hali çocukların içinde geçmek zorunda oldukları döneme benzemektedir. Sosyal grupların bu iletişimsizlik halini adlandırmak için “paralel topluluklar” kavramını kullanmak son derece isabetli görünmektedir. Piaget’ye göre çocukluk döneminde çocukların yaşamak durumunda oldukları bu paralel -bağlantısız- ilişkinin Türkiye’nin yetişkinlerini saran bir iklime dönüşmüş olması üzerinde ne kadar düşünsek azdır. Sosyal teoride “kimlik hapishanesi” olarak kavramsallaştırılan bu cendereden çıkmanın yolu, kimlikleri aşan, her kolektif kimlikteki yoksullara, mağdurlara ve madunlara yönelik bir söylem inşa etmekten geçer. Türkiye özelikle 1980’li yılların sonlarından başlayarak, küresel ölçekteki siyasal, sosyal, kültürel ve ideolojik dinamiklerin de etkisiyle, kimliklere hapsolmuş bir ülke görünümündedir. Sosyolojinin etnikleştiği ve dinselleştiği bu tarihsel dönemde siyaset kurumu da kimlikleri merkeze alarak sosyolojik alandaki bu kimliğe dayalı gruplaşmaları derinleştirmiştir; diğer taraftan sosyal gruplar da etnik ve dinsel kimliklerine uygun bir siyasetin kalıcı olması için tercihler de bulunmuşlardır. Sosyal teoride “kimlik hapishanesi” olarak kavramsallaştırılan bu cendereden çıkmanın yolu, kültürel ayrımlara dayanan kutuplaştırmayı derinleştirmek olmamalıdır, yapılması gereken şey toplumsal yapı sorunları etrafında kimlikleri aşan, her kolektif kimlikteki yoksullara, mağdurlara ve madunlara yönelik bir söylem inşa etmektir.