Gökçer Tahincioğlu, mahkeme tutanaklarına dayanan ama inandırıcı olmayan resmi anlatıyı da inandırıcı olsa da duyumdan öteye gitmeyen gayriresmi anlatıyı da sorguluyor. İlk kez bu kitapta yayınlanan fişleme belgesinden öğrendiğimize göre, Sabahattin Ali devletin yakın takibindeymiş. Görüştüğü herkes fişlenmiş.

Benim anne tarafım Makedonya göçmenidir. Üsküp’e bir saat kadar uzaklıkta, yalçın bir yamaca kurulmuş, iki yakasını bağlayan köprülerinin sayısı caddelerinden fazla olan Kratova diye bir köyden çıkıp gelmişler. Bu bilgiyi verme sebebim şu: Resmi anlatıda, Sabahattin Ali’nin katili olarak hüküm giyen Ali Ertekin’in de bizim köyden olduğunu öğrenince, ailenin en yaşlılarına “Ertekinler” soyuna dair bir bilgi olup olmadığını sormuştum. Tabii Kratova’da kimse yok artık, üstelik anneannemin annesi ninemin bile köye dair bir hatırası olmayınca -zaten ben bu bilgiyi onun vefatından sonra öğrendim- Ertekinlere dair hiçbir bilgi edinemedim.

Gökçer Tahincioğlu’nun Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm adlı romanının çıkacağını öğrenince büyük bir merak duydum, kitapçılara geldiği gün de alıp okumaya başladım. Bu roman, Sabahattin Ali üstüne yazılan pek çok kitaptan ayrılıyor çünkü ilk defa gün yüzüne çıkan belgeler sayesinde Tahincioğlu cinayete dair sağlam bir tez öne sürüyor.

Belgeleri sonraya bırakıp öncelikle kitabın türüne değinmek ve bazı eleştiriler yöneltmek istiyorum. Gökçer Tahincioğlu, Sabahattin Ali cinayetini roman formatında anlatmak istemiş. Buraya kadar bir sorun yok. Ama bu metin, bence bir romana dönüşmemiş. Dönüşmediği ölçüde de metne zarar vermiş. Romanı kabaca özetleyeyim: Ablası öldürülmüş bir gazeteci var, iki cinayeti de araştırıyor, arada şehirler üzerinden bir paralellik de kuruluyor, sonra çeşitli belgeler ışığında Sabahattin Ali cinayetini gazetedeki köşesinde anlatıyor. Bir kere, ablanın cinayetiyle Sabahattin Ali cinayeti arasında şehirler haricinde -o da çok zorlama- hiçbir yakınlık yok. Ablanın cinayeti başka bir romanın konusu olabilecek öğeler taşıyor ama bu metin, o yan öyküyü içine alamıyor. İkinci husus, anlatıcının -gazeteci- kadınlarla olan meselesi. Bu yan hikâye de romana dair bize hiçbir şey anlatmıyor.

Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm aslında çok emek verilmiş, titiz çalışılmış bir araştırma kitabı. Ama Gökçer Tahincioğlu neden roman formatında yazmış, anlayamadım. Bu kitabın çok önemli bir tezi var: Yeni açıklanan belgeler sayesinde Sabahattin Ali cinayetinin çözülmesine bir adım daha yaklaştığı. Zaten arka kapakta da basın bülteninde de, yazarın verdiği söyleşilerde de hep bu özelliği öne çıkarılmış. Kitabın tezini gölgede bırakacak, ikinci plana düşürecek her şeyi metnin dışına çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu metne aşk hikâyeleri ve başka cinayet öyküleri eklemek, Sabahattin Ali cinayetine dair okuyucunun kafasının karışmasına yol açıyor. Hangisi kurmaca, hangisi araştırma belli olmuyor. Geçerken değinilen, Konca Kuriş’in ya da Gar Katliamı’nın da bu metinde yeri yok. Bunların önemsiz olduğunu söylemiyorum ama bu kitabın iddiasında önemsiz hâle geliyorlar.

Tahincioğlu, Sabahattin Ali’nin çeşitli karakterlerini de romanın içine almış. Anlatıcı onlarla karşılaşıyor, görüşüyor. Ama bunlar hep bu kitabın iddiasından götürüyor. Misal, Maria Puder’in kızıyla karşılaştığı sahne. Öyle bir anda, öyle bir diyalog başlıyor ki aralarında, okuyucuya geçmiyor. Diyalog, başından sonuna kadar, kurgulanmış bir metin olduğunu hissettiriyor. Hayatın doğal akışına aykırı bir konuşma geçiyor anlatıcıyla yeniden yaratılan karakter arasında. Karakter olduğunu hepimizin bildiği bu isimlerin karikatür görünümü esasen bir sorun teşkil etmeyebilirdi ama bu kitap, özünde bir roman olmadığı için, onların yaşamasına da fırsat vermiyor.

Yazı dizisini okuduktan sonra kitap bitiyor aslında. Sabahattin Ali cinayetine dair çok önemli bir iddia ortaya atıp belgeler yayınlarken, “Son” başlığı verilen bölümde yer alan anne, kedi, ablanın mezarı gibi olaylar hiçbir yankı uyandırmıyor. Bu kitabın en büyük kusurunun “türü” olduğunu düşünüyorum. Karşımızda asla bir roman olmaması gereken, sansasyonel belgelere sahip başarılı bir araştırma kitabı var. O yüzden, ben bu kitabı bir roman olarak değil, bir araştırma kitabı olarak değerlendirmek istiyorum. Makalenin devamında romanın isimsiz anlatıcısı yerine, doğrudan Gökçer Tahincioğlu diyeceğim.

SABAHATTİN ALİ’Yİ KİM ÖLDÜRDÜ?

Gökçer Tahincioğlu, Filiz Ali haricinde Ali Ertekin’in ailesiyle de görüşmüş. Ayrıca cinayeti anlatan kitapları da okumuş. Açık kaynaklardaki bilgileri, yeni yayınladığı belgelerle meczederek Sabahattin Ali’nin nasıl öldürülmüş olabileceğine dair ciddi bir tez ileri sürüyor.

Neydi resmi anlatı? 1948 yılındayız. Savaş bitmesiyle Soğuk Savaş dönemine geçilmiş. Türkiye’deyse rejimi demokrasiye çevirme çabasının ortasındayız. 1946’nın sahte seçimlerinde iktidarını devam ettirmeye başaran CHP, 1950’de iktidarı Demokrat Parti’ye devredecek.

Tek Parti iktidarında, sürekli hapse girip çıkan ve kendini büyük baskı altında hisseden Sabahattin Ali, Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Arkadaşlarıyla bir kaçış planı yapar. Ali Ertekin adındaki bir insan kaçakçısı, önce onu, sonra da arkadaşlarını aynı güzergâhtan sınırın öte tarafında geçirecektir. Sabahattin Ali ile Ali Ertekin Kırklareli’nden Bulgaristan’a doğru bir orman yolundan yürümeye başlarlar. Bir yerde soluklanırlar. Sabahattin Ali, bu esnada ne kadar azılı bir komünist olduğunu anlatmaktadır. Kaçakçının milliyetçi duyguları galeyana gelir ve sopayla vurarak öldürür.

Karşımızda asla bir roman olmaması gereken, sansasyonel belgelere sahip başarılı bir araştırma kitabı var. O yüzden, ben bu kitabı bir roman olarak değil, bir araştırma kitabı olarak değerlendirmek istiyorum.

Resmi olmayan anlatıysa Sabahattin Ali’nin işkencede öldürüldüğü ve sonra bu cinayetin kılıfına uydurulduğudur. Ali Ertekin katil değildir, cinayeti üstlenen biridir. Başrolünde Ali Ertekin’in oynadığı bir senaryo yazılmış ve Sabahattin Ali cinayeti faili meçhule terk edilmiştir.

Tahincioğlu, mahkeme tutanaklarına dayanan ama inandırıcı olmayan resmi anlatıyı da inandırıcı olsa da duyumdan öteye gitmeyen gayriresmi anlatıyı da sorguluyor. İlk kez bu kitapta yayınlanan fişleme belgesinden öğrendiğimize göre, Sabahattin Ali devletin yakın takibindeymiş. Görüştüğü herkes fişlenmiş. Yani, Sabahattin Ali’nin attığı ve atacağı her adımdan devlet haberdarmış. Bu bize şunu gösteriyor, eğer devlet cinayeti önlemek isteseydi, önlerdi. Önlemediğine göre, cinayetin önünü açmış demektir. O yoldan geçenler her kimse -resmi anlatıya göre Ali Ertekin veya gayriresmi anlatıya göre işkenceciler- devletin gösterdiği hedefe yürüdüklerinin bilincinde olmalılar.

Sağlamasını yapmak da çok kolay: İşin içinde devlet yoksa, bu çaptaki bir cinayetin üstü kapatılamazdı. Tahincioğlu da benzer düşüncede: “Sabahattin Ali kaçma planı yaparken, kamyon aldığında, Urfa’da kaçmayı aklından geçirdiğinde, Ali Ertekin’le buluştuğunda, sonrasında adım adım, saniye saniye izleniyordu. Bu belgeler bunu açıkça ortaya koyuyor.”

Devlet deyip duruyorum da bunun Tek Parti dönemi olduğunu söylemezsem eksik kalır. Devletin başında da Milli Şef var. Sabahattin Ali cinayetinin emrini veren o değilse bile üstünün örtülmesindeki baş sorumlu İsmet Paşa’dır. İsmet Paşa isteseydi bu cinayet faili meçhul kalabilir miydi? Niye istemedi? Bence katilin kim olduğunu bulmaktan daha önemli bir soru bu. İsmet Paşa, Sabahattin Ali gibi dünya çapında bir yazarın ve devrinin çok önemli bir entelektüelinin öldürülmesini neden görmezden geldi?

Sabahattin Ali, sınırı geçmeyi başarırsa, Ali Ertekin’e yeşil mürekkeple üç nokta koyduğu bir pusula verecektir. O da bunu Berber Hasan’a -daha sonra adını Orhan diye değiştirmiş- götürecektir. Berber Hasan da kaçma sırasının kendilerine geldiğini bildiren bu pusulayı Rasih Nuri İleri’yle Faruk Sayar’a… Üç noktalı bu pusula, Ali Ertekin tarafından Berber Hasan’a verilince girişimin başarılı olduğu sanılıyor. Aylar boyunca haber gelmese de bu hayra yoruluyor. Ta ki, çobanlar cesedi bulana kadar.

Ceset bulundu ama Sabahattin Ali’nin işkencesi bitmedi. Adli Tıp’a götürüldükten sonra kafasını kestiler. Yetmedi, kafatasını bir yere, başsız bedeni başka yere gömdüler. Yine yetmedi, Sabahattin Ali’nin mezarının nerede olduğunu da kimselere söylemediler. Kitapta şöyle yazıyor: “Cenaze çıkarılıp otopsi yapıldı, ardından kemikler bilinmeyen bir yere gömüldü.” Bir mezarı olmadı Sabahattin Ali’nin, hâlâ da yok. Milli Şef’in bilgisi ya da örtük onayı olmadan ölüsüne dirisine bunca eziyet edilebilir miydi?

Ceset bulundu ama Sabahattin Ali’nin işkencesi bitmedi. Adli Tıp’a götürüldükten sonra kafasını kestiler. Yetmedi, kafatasını bir yere, başsız bedeni başka yere gömdüler. Yine yetmedi, Sabahattin Ali’nin mezarının nerede olduğunu da kimselere söylemediler.

Tahincioğlu, otopsiye dair şüpheleri yazmış: “(…) cesedin birçok yeri çürümüştü. Kol kemikleri bulunamamıştı. Ağzındaki dişler dökülmüştü. (…) Ali Ertekin sınıra çok yakınken Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü söylemişti ama ceset sınırdan 35 kilometre uzaklıkta bulunmuştu.”

Cesedi, Sabahattin Ali’nin yakın arkadaşları Mehmet Ali Cimcoz ile Aziz Nesin teşhis etmiş. Kitaptan devam ediyorum: “Bu iki isim cinayeti herkesten önce öğrendi ancak konuşmamaları konusunda uyarıldılar. Cinayet bu teşhisten yaklaşık 10 gün sonra basına yansıdı.”

AZİZ NESİN AJAN MIYDI? Cinayeti araştıran gazetecilerden biri olan Kemal Bayram Çukurkavaklı, Sabahattin Ali’nin Markopaşa’yı birlikte çıkardığı Aziz Nesin’le yaptığı söyleşiye kitabında yer vermiş. Bu kitap, 1978’de yayımlanmış. Gökçer Tahincioğlu, “çok tartışılan söyleşi” için ortaya bir soru atıyor: “Çukurkavaklı’ya oldukça ters yanıtlar veren, Sabahattin Ali’nin devlet tarafından öldürülmesi için hiçbir neden olmadığını söyleyen, bildiklerini kendinin yazacağını söyleyen Nesin’in sözleri şüpheli görülüyor.”

Böyle bir cinayet karşısında Aziz Nesin’in ifadesi şüpheli görülüyorsa bunun bizi bambaşka bir yere götürmesi kaçınılmazdır: Sivas Katliamı. Yine bu kitaptan öğrendiğime göre, baba mesleğini sürdüren Alev Çukurkavaklı, babasının kaldığı yerden cinayeti araştırmaya devam etmiş ve Aziz Nesin’i adıyla sanıyla ajanlıkla suçlamış. Bu iddia doğruysa, Sivas Katliamı’na dair bütün bildiklerimizi gözden geçirmemiz gerekir.

Tahincioğlu, Aziz Nesin’in ajan olduğunu doğrulayabilecek somut bir veri olmadığını ifade ettikten sonra şüpheyi büyüten bir söz söylemekten de geri duramıyor: “Sabahattin Ali’nin ölümünden sonra bildiklerini yazacağını söylemesine rağmen ölene kadar böyle bir yazıyı kaleme almadığını söylemek mümkün.”

Aziz Nesin sıradan biri değil. Kültür hayatımızı çok derinden etkilemiş bir yazar. Bir gün, Aziz Nesin’in devlete çalıştığını ve on yıllar boyunca hepimizi aldattığını kanıtlayacak bir belge ortaya çıkarsa, kendi adıma topluma dair inancımı tamamıyla yitireceğimi söyleyebilirim. Gökçer Tahincioğlu, Aziz Nesin’in bu cinayete dair bir kitap değil, “yazı” yazmadığını vurguluyor. Şeytan Ayetleri’ni çevirecek kadar cüretkâr ve son derece velut bir yazarın, cinayete kurban edilen, katilinin iki sene sonra elini kolunu sallaya sallaya hapisten çıktığı, başkaca kimsenin suçlu bulunmadığı arkadaşı için bir tek yazı dahi yazmamasını, bildiklerini anlatmaması nasıl izah edeceğiz?

Sabahattin Ali’nin cesedini teşhis eden iki kişiden biri o çünkü. Diğeriyse, Mehmet Ali Cimcoz. Eğer kitapta bu kadar rahatlıkla yazılmasaydı, Cimcozların devlete çalıştığına dair bir şeyler duydum, demezdim -iğrenç bir iftira olduğunu umuyorum. Oysa, Tahincioğlu, herkesin bildiği bu sırrı da açıklamış: “Avukat Mehmet Ali Cimcoz ve eşi Adalet Cimcoz için de bu iddia ortaya atıldı ve çok sayıda kişi bu iddiayı, ‘Biz de duyduk,’ diye destekledi. Ancak bununla ilgili de bir kesinlik ya da kanıt yok.”

Sabahattin Ali’ye karşı devletin safını tutacağına kendimi ikna edemediğim için Aziz Nesin’in külliyatını karıştırmaya karar verdim. Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim’e elimi atar atmaz, en uzun bölümün Sabahattin Ali olduğunu gördüm. Aziz Nesin, başkaları için birkaç sayfayla yetinirken Sabahattin Ali’ye altmış küsur sayfa ayırmış.
Sabahattin Ali’ye karşı devletin safını tutacağına kendimi ikna edemediğim için Aziz Nesin’in külliyatını karıştırmaya karar verdim. Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim’e elimi atar atmaz, en uzun bölümün Sabahattin Ali olduğunu gördüm.

“Dostum Sabahattin Ali” diye başlayan yazıya, 1970 öncesi yazıldığı, muhtemelen bir dergide veya gazetede yayımlandığı ama saptanamadığı dipnotu düşülmüş. Aziz Nesin, bu yazıda, “çok feci ölüm” diye andığı cinayete ve Sabahattin Ali’nin son günlerine dair ayrıntılı bilgiler veriyor: “Sabahattin Ali işsiz ve parasızdı. Onun büyük bir bunalım ve geçim sıkıntısı içinde olduğunu başkalarından duyuyordum. Kendisini içkiye verdiğini söylüyorlardı. Gerçekten bir ziyaretime gelişinde onu içkili gördüm. Çok umutsuz görünüyordu. Ne işi ne parası vardı.”

Bütün bunların yanında, Sabahattin Ali yine mahkûm olmak ve üçüncü kez hapse girmek üzeredir. “Çok ağır koşullar altında yaşayan Sabahattin Ali’de Türkiye’den kaçma isteğinin o zamanlarda uyanmış olduğunu sanırım.” İki ay kadar sonra Sabahattin Ali, Aziz Nesin’i bir kez daha ziyaret etmiş, bir kamyon aldığını ve nakliyeciliğe başlayacağını söylemiş. “Bidaha onu göremedim. (…) Sabahattin Ali’yi çok aradım, bulamadım. Gören bilen de yoktu. 1948 Mayısının bigünü evime gelen polis savcılıktan istendiğimi söyledi. Gittim. Savcı, bir paket içinden ince altın çerçeveli bir gözlük çıkardı. Gözlüğün çerçevesi ve camları kırıktı.”

Aziz Nesin, Sabahattin Ali’nin gözlüğünü görür görmez tanımış. Savcı, hemen arkasından bir dolmakalem, Puşkin’in Almanca bir kitabı ile yeşil mürekkeple yazılmış bir defter göstermiş. Yeşil mürekkepli elyazısını görünce, Aziz Nesin bunların da Sabahattin Ali’ye ait olduğunu belirtmiş. Sonra, kan içindeki elbiseyi teşhis etmeye gelmiş sıra. Böylece, arayıp da bir türlü bulamadığı Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü öğrenmiş.

Aziz Nesin, “Son Anı” başlıklı yazısında Sabahattin Ali’yle son görüşmesini de uzun uzun anlatmış. Bu yazı da Yansıma dergisinde yayımlanmış. Sabahattin Ali’yi çok yakından tanıdığı için ona dair yazacağı bir yazının ister istemez çok geniş olacağını söyledikten sonra şöyle diyor: “Bu denli geniş yazma olacağı bulamadığımdan, ölümünden hemen sonra, o zaman yayımlamakta olduğum Baştan adlı haftalık gazetenin Sabahattin Ali özel sayısındaki yazım dışında, bugüne dek Sabahattin için hiçbişey yazmadım.” Bu özel sayı -18 Ocak 1949- için Sabahattin Ali’nin arkadaşlarından yazı istemiş ama kimse cesaret edememiş. Aziz Nesin haricinde bir tek Rıfat Ilgaz’la Mustafa Uykusuz’un Sabahattin Ali yazıları yayımlanmış. “Ölümünün üstünden zaman geçtikçe Sabahattin için yazmanın tehlikesi daha da arttı. O sıralarda Baştan kapatılmıştı. Yazacak yerim kalmamıştı.” Gene de yetinmemiş, Gelincik adlı bir dergide, Ayvalık’ta bulunan bir dişhekiminin Sabahattin Ali’ye dair gönderdiği “yazıları, notları, belgeleri, ziyan olmamaları, unutulmamaları için, günü gelince değerlendirilir, yararlanılır umuduyla, hiç de uygun yerin olmayan Gelincik’te imzasız olarak yayımladım.” Genel gözetim altında bulunduğu Bursa’dan İstanbul’a döner dönmez “bulabileceğimi sandığım her yerde Sabahattin’i aradım,” dedikten sonra devam ediyor: “Ortalarda yoktu. Tanıdıkları nerde olduğunu bilmiyordu. O sıralarda kamyonculuk yapıyordu.” Aziz Nesin, arkadaşını bulmak için ilginç bir yönteme başvurmuş. Sabahattin Ali’nin Markopaşa’da yazdığı başyazıyı, Baştan dergisinde yayımlamış. “Sabahattin Ali’nin kişiliğini bildiğimden, Baştan gazetesinde onun bir yazısını yayımlarsam dayanamaz, ortaya çıkar diye düşündüm; Türkiye’nin neresinde olursa olsun ya gelir ya bir haber ulaştırırdı.” Haber gelmeyince, ikinci yazısını da yayımlamış. “Günle, haftalar geçti; Sabahattin’den haber çıkmadı. Yazısı yayımlansın da ondan haber çıkmasın, olacak şey değildi.” Aziz Nesin, 14 Şubat 1976 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Sabahattin Ali’yi Unutturmamak” başlıklı bir yazı daha yayımlamış: “Ne yazık ki Sabahattin Ali’den bize günlüğü, anıları, özyaşamöyküsü, mektupları kalmadı. Oysa çok iyi biliyorum, yeşil mürekkepli kalemiyle günlük tutardı. Ölümünden sonra savcının bize tanımamız için gösterdiği terekesi arasında bu not defteri de vardı. Ne oldu bu deftere? Kırılmış piposu, parçalanmış gözlüğü, damalı spor giysisi nerededir?” Cinayet haricinde de yasaklı hale getirilen, basının hücumuna uğrayan Sabahattin Ali’nin edebi yönü için de adım atmaya karar vermiş. Baştan’daki özel sayıda, geliri Aliye ve Filiz Ali’ye bırakılmak üzere “Sabahattin Ali ve Hikâyeleri” diye bir kitap neşredileceği ilan edilmiş. Kitabın niye çıkmadığını da anlatıyor: “Bu çalışmaya başlamıştım bile. Ama hemen söylenti yayılmıştı ve bu söylenti Ankara’dan Sabahattin’in çok yakınlarından geliyordu: Aziz Nesin, Sabahattin Ali’nin sırtından para kazanacak!”

Peki, gelelim Kemal ve Alev Çukurkavaklıların yazdıklarını nasıl yorumlamamız gerektiğine. Bunu da Aziz Nesin’in Çetin Altan’a gönderdiği bir mektupta bulabiliriz. 11 Ağustos 1980 tarihli bu mektup da elimdeki kitapta yer alıyor.

Nihat Erim, bir suikast sonucunda öldürülmüştü -19 Temmuz 1980. Aziz Nesin, Nihat Erim hakkında bir yazı yazmış ama yazı yayımlanana kadar suikast gerçekleşmiş. Dolayısıyla, Aziz Nesin’in Erim’in sağlığında yazdığı yazı bir anda ölümünde sonra yazılmış gibi görülmüş. Çetin Altan da Aziz Nesin’e sitem etmiş, “sağlığında yazsaydı” demiş. Aziz Nesin, bu hususu tashih etmeye çalışıyor. Konunun Sabahattin Ali ile ne ilgisi var demeyin, baştan sona onunla alakalı.

Aziz Nesin, Çetin Altan’a mektubunda şöyle yazıyor: “Ben senin gibi ve pekçokları gibi, Sabahattin Ali’yi devletin (yada hükümetin) öldürttüğüne inanmıyorum. Sen Nihat Erim’in sözlerini bana ilettiğin zaman da inanmamıştım, hâlâ da inanmıyorum. (…) Herhangi bir hükümetin bir insanı öldürtmesi için bu cinayetin bir mantığı olması gerekir; tabii hükümet açısından bir mantık… Sabahattin Ali’yi hükümetin öldürtmesi için hiçbir mantık yok.”

Böylece, Aziz Nesin’in devlet tarafında durup durmadığını daha iyi anlayabileceğimiz bir yere gelmiş bulunuyoruz. “Ancak benim bu kanımı allak bullak eden bişey oldu. Senin bana Nihat Erim’in sözlerini iletmenden aşağı yukarı yirmi yıl sonra Faruk Erem (…) senin bana anlattıklarını aynen anlattı. (…) Faruk Erem bana bunu iletince dehşete kapıldım. Ne senin Faruk Erem’in bu anlattığından, ne Faruk Erem’in senin bana yirmi yıl ince anlattığından haberi vardı. İlginç değil mi olay? Birbirinden habersiz iki ayrı kişi bir olayı aynen anlatıyorlarsa, o olayın gerçek olması gerekir.” Buradaki konu, cinayet emrini Nihat Erim’in verdiği iddiasıdır.

Çukurkavaklı’nın iddiasının aksine, Aziz Nesin, Sabahattin Ali üstüne yazmış. Dergisinde özel bir sayı bile çıkarmış. Yasaklıyken kitaplarını yayımlamaya da çalışmış.

Yine bu mektuptan öğrendiğimize göre, Kemal Çukurkavaklı, Haluk Yetiş’le birlikte Vakıf’ta Aziz Nesin’i ziyarete gelmiş. “Kemal Çukurkavaklı, Sabahattin Ali’nin ölümü konusunda onunla dostluğu olanlarla konuşup, sözlerini ses bandına alıyormuş; sonradan bu konuşmaları derleyip kitap yapacakmış. Ne güzel, ne kolay kitap sahibi olmak! (…) Bu Kemal Çukurkavaklı bizamanlar benim yayınevimin postane işlerini görürdü. (…) Kendisine Sabahattin Ali ve ölümü üzerine hiçbişey söylemeyeceğimi, çünkü bu konuyu kendim yazacağımı söyledim. Çok üsteledi. Sanki ben yapmam gereken bir görevden kaçıyormuşum gibi bir davranışa girdi. Bir yazardan kendi yazacağı konuyu istemek ne demek? Gitti. Kitabı çıktı. Yalan yanlış şeyler yazmış. Biraz da beni suçlayarak…”

Bu mektuba kadar bilmediğimiz bir şeyi öğreniyoruz: “Bak Çetin, sana bişey söyleyeyim: Ben Sabahattin Ali’yi sevmem. Bana göre iyi insan değildi. Bana da çok büyük kötülükleri olmuştur. Belki de onun için bugüne dek yazmayışım, yazamayışımın nedeni budur. Ama Çetin, çok çok önemli bir yazardı. Çok değerliydi. Büyük yazardı diyemiyorum çünkü büyük yazar olmaya yaşamı yetmedi.”

Çukurkavaklı’nın iddiasının aksine, Aziz Nesin, Sabahattin Ali üstüne yazmış. Dergisinde özel bir sayı bile çıkarmış. Yasaklıyken kitaplarını yayımlamaya da çalışmış.

ŞOFÖR SALİM’İN İKİ İFADESİ

Gökçer Tahincioğlu, cinayeti işleyen ya da üstlenen Ali Ertekin’e dair bazı hususların altını çiziyor: Bir, Ertekin, MİT -o günkü adıyla MAH- ile yakın ilişki içindedir. İki, bazı komünistlerden bilgi alması için MİT tarafından Sultanahmet Cezaevi’ne yerleştirilmiştir. Üç, İstanbul Emniyeti’nden “haber elemanı” olarak para almıştır. Dört, yine devlete çalıştığı bilinen bazı kişilerle sürekli temas hâlindedir. Beş, cinayet mahalline götürüldüğünde, cesedi gömdüğü yeri bulamamıştır.

Sonuncusunu bir şekilde izah etmek mümkün. Hafızadır şaşar, hele ki bunca stres ve korku içindeyken. Ama diğer maddelerle birlikte düşünüldüğünde bu izah yeterli bulunamaz.

Tahincioğlu, herkesin ihmal ettiği bir kişiyi öne çıkarıyor: Şoför Salim. Hayatına dair yazılan herhangi bir kitapta dergileri üst üste kapatılan Sabahattin Ali’nin maişet derdini çözebilmek için nakliyecilik yapmaya karar verdiği yazılır. Bir kamyon satın almıştır. Bu kamyonu, muhtemelen, kaçmak için bir paravan olarak düşünüyordu. Daha büyük bir planın parçasıydı herhalde. Sabahattin Ali böylece şehirler arası gelip gidişlerini bir şekilde anlaşılır kılarak takibi gevşetmeye çalışıyordu.

Şoför Salim, ifadesinde, Kırklareli’ne giderlerken yoldan Ali Ertekin’i aldıklarını söylemiş. Sabahattin Ali ile Ali Ertekin arasında belli ki bir mizansen hazırlanmış: Güya peynir alacaklar da Ali Ertekin de aracı da, çiftlikte peynir kalmamış da, yollar çok çamurmuş da, kamyon o yollardan gidemezmiş de… Bunun üzerine Sabahattin Ali de kamyondan inip Ali Ertekin’le birlikte peynirciyle bizzat görüşmek üzere bir çiftliğe gidiyor. Dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkıyor Sabahattin Ali ama Salim’in de endişelenmemesi, dahası polise haber vermemesi lazım.

Sabahattin Ali, gitmeden önce şoförüne anlamsız bir laf ediyor: “Eğer gecikirsem sen başka yük bul taşı. Sonra hesaplaşırız.” Altı üstü bir çiftliğe giden biri, Kırklareli’nin çamuru içinde, elinde kilolarca peynirle şehre dönecek ama kamyoncuyu başka işe koşacak. Sadece bu bile işin içinde bir iş olduğunu göstermeye yeter bence. Ama biz Şoför Salim’in ifadesinden devam edelim.

Salim gece olunca bakmış kimse yok, orada kalmış. Sabah da kimse gelmemiş. Merak etmemiş hiç. Önce Babaeski’ye bir şey taşımış, derken odunla Lüleburgaz’a gitmiş, oradan İstanbul’a tuğla getirmiş. Dört-beş gün sonra bir pusula geliyor. Sabahattin Ali, pusulada Mehmet Ali Cimcoz dahil kimseye nerede olduğunu kimseye söylememesini istiyor, aksi takdirde ölebileceğini yazıyor. Salim, ilk ifadesinde “Mehmet Ali Cimcoz’a giderek Sabahattin Ali birlikte İstanbul’a döndüğümüzü söyledim,” diyorken, ikincisinde biraz detay vermiş. “İlk ifade verişimde bu ciheti açıklamadığım için müteessirim. Sebebi de yazı ile maruz kaldığım bu tehdittir. Hatta bundan evvel iki-üç defa beni çağırıp izahat istenildiği zamandan evvel koktuğum için Sabahattin Ali’nin bu pusulasını yakmıştım. Pusulayı yakmış olmam da ilk ifademde şimdi söylediğim hususları saklamama amil olmuştur. Kusurumun affını dilerim.”

Buradaki gidiş-geliş detaylarının önemi yok. Ama Gökçer Tahincioğlu bu ifadedeki çok önemli bir detayı yakalamış: “Yaptığımız tüm araştırmalar gösteriyor ki, Sabahattin Ali’nin Şoför Salim’e böyle bir not göndermiş olma ihtimali yok. Zaten Sabahattin Ali göndermişse, Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü senaryosu doğrudan çökmüş demektir.”

Buradaki en büyük açmaz, Sabahattin Ali’nin üç noktalı şifre pusulayı nasıl olup da Ali Ertekin’e verdiğidir. Bu pusula Rasih Nuri’ye ulaşmasa, Sabahattin Ali’nin başına bir iş geldiği -öldürülmüş, yakalanmış ya da kaçırılmış olabilirdi- ortaya çıkacaktı çünkü. Bu pusulayı, sınırı geçtiğini zanneden Sabahattin Ali mi vermişti yoksa yazarın güvendiği bir arkadaşı, yolculuğa çıkmadan önce bu şifreyi Ali Ertekin’e mi söylemişti? İlk akla gelen, “Sabahattin Ali’nin sınırı geçtiğini düşünerek Ali Ertekin’e bu notu verdiği tahmin ediliyor,” olsa da ben böyle düşünmüyorum.

Otobiyografilerin ortak özelliği, yazanın asla suç işlememesi, suçların hep ve mutlaka etrafındakiler tarafından işlenmesidir. Bölügiray, bu cinayeti en ince detayına kadar nasıl öğrenmiş peki?

“Birileri, Sabahattin Ali ile ilgili olarak zaman kazanmak istiyordu,” diyor Tahincioğlu. “Öldüğünü gizlemek kolaydı. Ancak ölmemişse, o sırada hayattaysa ve Bulgaristan’a kaçmamışsa, Türk sorgu makamlarının elindeyse bunun bir süre gizlenmesi gerekirdi.” Devamını da Tahincioğlu’ndan dinleyelim: “Bu pusulayı getirenler, Salim’i korkutup susturmak istediler ve başardılar. Salim, günler sonra Cimcoz’a gittiğinde olanı biteni ayrıntılı anlatmadı. Sabahattin Ali’nin dönmediğini söyledi.” O esnada da Sabahattin Ali’nin geride bıraktığı mektuplardan biri Cimcozlara, öteki de ailesine ulaşmıştır. Sevenleri adında endişe edecek bir şey kalmamış gibidir.

Peki, madem Ali Ertekin kaçakçılıkta bu kadar başarılıydı, neden Rasih Nuri ve Faruk Sayar peşi sıra kaçmadılar? Ertekin tövbekâr olmadığına göre…

BİR BAŞKA TANIKLIK Emekli asker Nevzat Bölügiray’ın Geçmişte Geleceğe adlı hatıratından da bu kitap sayesinde haberdar oldum. Gökçer Tahincioğlu, kitaptan uzun bir bölüm alıntılamış. Bölügiray, hatıratında, Kırklareli’nde, tam da Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü 1948 senesinde, ama kasım ayında, Bulgaristan’a kaçmaya çalışan bir sosyalist bir üniversite hocasının, devlet tarafından çok benzer bir şekilde öldürülüşünü ayrıntılarıyla anlatıyor. “Bu çaresizlik içinde susmaktan başka bir olanak yoktu ve ben de sustum; bugüne dek ilk kez burada açıklıyorum bu olayı.” Ayrıca, kendisinden rütbeli olan asker arkadaşları, bu cinayetin ilk olmadığını, daha önce üç kişinin de aynı şekilde öldürüldüğünü söylüyorlar. Bu benzerlikler, Tahincioğlu’nu bu kişinin Sabahattin Ali olup olmadığı konusunda haklı bir kuşkuya düşürüyor: “Sabahattin Ali, ölüm yolculuğuna 29 Mart 1948’de çıktı. Bölügiray, sözü edilen olayın bir kasım günü yaşandığını söylüyor. Aynı yılın sonunda Ali Ertekin cinayeti çoktan itiraf etmişti ve çobanlar da aylar öncesi Sabahattin Ali’nin cesedini bulmuşlardı.” Üstelik, ayrıntıyı yine Tahincioğlu fark etmiş, “Sabahattin Ali, Markopaşa’yı çıkarmadan önce Devlet Konservatuvarı’nda çalışıyordu. Bir üniversite hocasıydı.”

Nevzat Bölügiray’in genç bir subayken ölüme gidişini gördüğü kişi Sabahattin Ali miydi, isim vermediği için bunu bilmeye imkân yok. Daha önce öldürülen üç kişiden biri olduğu da iddia edilebilir.

Benim dikkatimi çeken husus ise başka. İnsanlar kendi hayatlarını anlatırken bazı şeyleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak çarpıtırlar. Yanlış hatırlamak, bunların en masumudur. Ama bazı konulara dair yalan söylerler, bazı konularıysa tamamen görmezden gelir, yok sayarlar. Bazı konulardaki suskunluklarını da tek şahit kendileri olduğu için tanık gösteremeyeceklerine bağlarlar. O yüzden, ben otobiyografileri bağlamı içinde değerlendirmek, olduğu gibi kabul etmemek gerektiğini düşünürüm. Ne tesadüf ki, Nevzat Bölügiray da “ertesi gün erkenden eğitime” çıktığını söyleyerek cinayetin işlendiği anlarda orada olmadığını belirtme ihtiyacı duymuş.

Otobiyografilerin ortak özelliği, yazanın asla suç işlememesi, suçların hep ve mutlaka etrafındakiler tarafından işlenmesidir. Bölügiray, bu cinayeti en ince detayına kadar nasıl öğrenmiş peki? Ertesi akşam, Üsteğmen Fevzi, gazinoda iştahla yemeğini yerken masasına buyur ettiği Nevzat’a anlatmış. Şöyle yazıyor Bölügiray: “İhbar etsem bunu nasıl kanıtlardım? Olayı sadece bana anlatmışlardı, bu nedenle başka tanık gösteremezdim. Ayrıca öldürme olayı Türk topraklarında değil, Bulgar topraklarında işlendiği için cinayeti nasıl kanıtlardım?” Hmmm.

UNUTULAN YILLAR’DAN BİR DETAY Niyazi Berkes’in Unutulan Yıllar adlı anılarından Sabahattin Ali’ye dair pek çok şey öğrenebiliriz. Ama ben sadece bir detayın altını çizmek istiyorum.

Berkes, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün Özel Kalem Müdürü Süreya Anderiman’la arasında geçen bir görüşmeyi anlatıyor. “Milli Şef’in düşmesinden sonra Tokyo’ya Büyükelçi olarak sürülmüş sonra eşi ile birlikte orada intihar eden” Anderiman, yakın bir tanışıklığı olmadığı halde Niyazi Berkes’i çaya davet etmiş. Berkes, bu davetin niye olduğunu anlamamakla beraber davete icabet etmiş.

Gerisini Berkes’ten dinleyelim: “‘Niyazi bey, dedi ansızın, bu memlekette yaşanmaz. Kaçın kaçın, kaçmaya bakın. Yazık olur size’ dediğini kulaklarım duyunca kafamın arkasındaki o düşünceler kayboldu, kendime geldim. Ne demekti bu ‘Kaçın’? sözcüğü? Normal yollardan pasaport, vize filan isteyip ‘gitmek’ mi, yoksa Türkçedeki ‘kaçmak’ eyleminin gerçek anlamı mı?”

Berkes, Anderiman’a “kaçmak” derken ne kastettiğini sorar ama beklediği açıklıkta bir yanıt alamaz. Anderiman’la görüşmesini arkadaşlarıyla değerlendirdiğini yazıyor Berkes. “Böyle bir zamanda, bir cumhurbaşkanı özel kalem müdürünün sözünün manası üzerinde durduk. ‘Dikkat,’ dedik, birbirimize; bizim ‘kaçmamızı’ isteyen bir ‘yer’ var.” Başlarına neler gelebileceğini de tartışmışlar: “Ya kaçırtıp bir daha içeri sokmayacaklar ya kaçmaya kalkarsak yakalatıp bir rezil edecekler ya da daha kötü bir düşünce var. (…) Çok geçmedi, Sabahattin Ali’nin ölümü haberini aldığım zaman bu konuşma aklıma geldi ve tüylerim ürperdi.”

Anderiman’ı intihara götüren sebepleri, yaşadıklarını, nelere şahit olduğunu bilemiyorum. Ama Berkes’e bu ülkenin yaşanamaz bir hâle geldiğini ve kaçması gerektiğini söylerken samimi olduğunu düşünüyorum.

ASLINDA NE OLDU?

Artık sözü Gökçer Tahincioğlu’na bırakabilirim. “Sabahattin Ali, Ali Ertekin tarafından sınıra kadar götürüldükten sonra sorgulanmak üzere yakındaki bir binaya kaçırıldı. Burada kısa olmayan bir süre sorgulandığına kuşku yok. Hatta o dönem Kırklareli’ndeki bir cezaevine gönderildiğine yönelik tanıklıklar da var. Ancak sorgunun burada yapılmadığı da ortada. İstihbaratın bölgede kullandığı bir çiftliğin varlığı biliniyor.”

Demek ki, Gökçer Tahincioğlu’nun bulgularından anlaşılan, resmi anlatıdaki katil, esas katil değildir. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin, Sabahattin Ali’yi kaçırıp amirlerine teslim eden kişidir. Tahincioğlu, Sabahattin Ali’nin sorgulanmasının sebebinin örgütsel bağlantıları olduğu kanaatinde ama Sabahattin Ali’nin TKP dahil hiçbir örgüte dahil olmadığını bilmeyen de yok gibi. Gene de fişleme belgesine bakınca, Tahincioğlu’nun haklı olduğunu düşünebiliriz.

Tahincioğlu’nu dinleyelim. “Sabahattin Ali’nin kaçmak isteyen arkadaşlarının olduğu bilgisi istihbarat tarafından biliniyor. Ama bu arkadaşlarının kim olduğu bilinmiyor. İstihbaratın bunu bilmesi elzem.”

Burada bir soru takılıyor aklıma. Devletin adım adım takip ettiği birinden bu bilgiyi istemesinin bir anlamı olmalı. Basit bir akıl yürütme bizi hemen o kişilere götürecektir: Pusula kime verildi? Berber Hasan’a. Berber Hasan kim? Cevabı kitaptan bulabiliriz: “Sovyet Konsolosluğu’na mektup yazarak, onlara hizmet etmek istediğini söylemişti. Üstelik Sovyetler Birliği Konsolosluğu gibi bir yere yazılan mektubun mutlaka kontrol edileceğinin herkes tarafından bilindiği bir dönemde.” Berber Hasan’ın görevli olarak hapse girmesinin gerektiği bariz. O da hapse girmek için sosyalist kahramanlık destanı içeren bir bahane yaratmış. Tesadüfün böylesi, Sabahattin Ali ile de on yedi aylık hapis cezasını çekerken tanışmış. “Berber Hasan, kararnameye göre, Ali Ertekin’e insan kaçakçılığı için müşteri bulan kişiydi.” Yani, Berber Hasan, devletin yabancısı değil. Kaçacak kişilerden biri de Rasih Nuri, Hasan’ın pusulayı götüreceği kişi. Bilinmiyor olması düşünülemez.

Şimdi biraz spekülasyon yapacağım. Bu belgelerden benim anladığım, Sabahattin Ali’yi muhbir konumuna düşürmek istedikleri. Eğer Sabahattin Ali sorguda çözülüp -devletin zaten bildiği- isimleri verseydi, solun simge isimlerinin hışmına uğrayacak ve belki de bedelini canıyla ödemeyecekti. Aziz Nesin, bu cinayetin bir mantığı olmadığını söylüyor ama devletin en tepesindeki birileri de aynı günlerde, Berkes’i uyarmaktan vazgeçmiyor.

Tahincioğlu, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünün duyurulmasıyla “birilerine mesaj verilmek” istenmiş olabileceğini söylüyor. Bunu da Soğuk Savaş’ın Amerika ile Sovyetler kamplaşmasına bağlıyor. Böylece, iki kutuplu dünyada, Türkiye de hangi tarafını ilan etmiş oluyor.

29 Mart’ta Ali Ertekin’le Bulgaristan sınırına doğru yürümeye başlayan Sabahattin Ali’nin cesedi, çobanlar tarafından bulunuyor. Tarihlerde tutarsızlık var. Kitaptaki yazı dizisinde iki ayrı tarih görüyoruz: 17 Haziran 1948 tarihli tutanağa göre, cesedin 5 Haziran’da bulunduğu tespit edilmiş. Oysa, yazı dizisinin sonunda 16 Haziran yazıyor. Aziz Nesin de tarihi ısrarla bir mayıs günü diye verdiği için 5 Haziran daha kuvvetli bir ihtimal gibi gözüküyor. Ceset, Aziz Nesin’le Mehmet Ali Cimcoz’a teşhis ettiriliyor. Aralık ayında Ali Ertekin gözaltına alınıyor. Kamuoyu ise bu cinayeti 12 Ocak 1949 tarihinde öğreniyor. Dört sene hapis cezasına çarptırılan Ali Ertekin, cezanın yarısını yatıp çıkıyor. Cinayete dair başka hiç kimse suçlanmıyor. Adli Tıp’ta cesedin kafası kesiliyor. Kemiklerin nereye gömüldüğü de saklanıyor. Yazara bir mezar yeri dahi verilmiyor.

Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm, ortaya ilk defa çıkan belgeler sayesinde, cinayetin arkasındaki sis perdesini aralamaya ve bizi hakikatle yüzleşmeye davet eden bir çalışma.