Rövanşizm miti takriben ne zaman biter?
20 yıldır popülist bir siyasi retorik olarak kitleleri hınç duygusu üzerinden mobilize etmek için kullanılan mağduriyet söylemi ve pompalanan paranoya üzerinden yaratılan mitin sonu gelmiyor.
İktidarın gittikçe zayıfladığı ve yeni bir yönetimin iktidarı ele alma ihtimalinin gittikçe güçlendiği bugünlerde yeniden bir rövanşizm tartışması da ortaya çıkmış halde. Son günlerde iktidara gelecek olanların yeniden bir rövanş peşinde olabileceği endişelerini dillendiren birçok kişi oldu. Bunların en önde geleni ise yakın zamana kadar AKP’de siyaset yapmış ancak son dönemde kendi partisini kurmuş Ali Babacan oldu. Babacan üzerinden fitili yeniden ateşlenen ve aslında Türkiye’deki temel bir paranoyaya işaret eden “gelenler rövanş peşinde” korkusu daha da belirgin biçimde belli muhafazakâr figürlerin söylemlerinde belirmeye başladı.
Peki Babacan bu tartışmayı neyin üzerinden tetikledi? Tüm kanıtlar İBB’nin 30 Ağustos’ta yaptığı kutlamalara, oradaki “vals” performansına ve bu etkinliğin tetiklediği duygulara işaret ediyor. Babacan, milli günlerdeki kutlamalarda dindar vatandaşlara göndermeler yapıldığını ve buna pabuç bırakmayacaklarını belirtiyor. Ancak burada göndermenin ne olduğu konusunda gayet muğlak bir pozisyon çizmeye devam ediyor. Hatta bunun daha da ötesine geçip, bugün eleştirdiği Erdoğan’ın aşırı popülist ve kutuplaştırıcı söylemlerini mimikleyecek biçimde “azgın azınlık” terimini toplumsal grupları tanımlamak için kullanıyor.
MAĞDURİYETİN BİTMESİ İÇİN DAHA NE OLMASI GEREKİYOR?
Ancak insan sormadan edemiyor. Birden insanlar Türkiye bir değişime doğru giderken bu bayatlamış tartışmayı alevlendirmeye, 28 Şubat’a göndermeler yapmaya neden gerek duydu? Babacan’ın bu muğlak ve neye işaret ettiği tam olarak anlaşılamayan ve başkaları tarafından da muğlaklığı giderilemeyen bir paranoyayı dillendirmesi ve böylelikle kitleleri tetiklemesi muhafazakâr pratiğin bir kısmının hala geçmişin paradigmasından çıkamadığını gösteriyor. AKP siyasi retoriğinin de sürekli diline pelesenk olmuş 28 Şubat, azgın azınlık, rövanşizm gibi terimlerin AKP’den kopup yeni bir siyasi parti oluşturduğunu iddia eden gruplar tarafından neredeyse birebir kopyalanması da yeni oluşumların gerçekten ne kadar “yeni” olduğu sorusunu beraberinde getiriyor. Kısacası, 20 yıldır popülist bir siyasi retorik olarak kitleleri hınç duygusu üzerinden mobilize etmek için kullanılan mağduriyet söylemi ve pompalanan paranoya üzerinden yaratılan mit bir türlü yok olmuyor. Burada da artık şunu sormak elzem hale geldi: Mağduriyetin bitmesi için ne olması gerekiyor?
Özellikle sağ siyasette kitleleri korku ve paranoya üzerinden bir araya getiren, endişelerine oynayan pratiklere çokça rastlamak mümkün. Kitleleri bir “kurban” olduklarına ikna etmek ise yine çokça gözlemlenebilecek bir taktik. Özellikle dünyada sağ popülist siyasetin önde gelen Trump, Orban, Modi, Le Pen gibi liderleri kendi kitlelerine yine bu söylemlere başvurarak ulaşıyorlar. Erdoğan’ın ve AKP’nin de siyaseti bundan pek farklı değildi. Yani burada her şeyden önce, Türkiye’de yaşanmış mağduriyetlerin ötesinde, mağduriyeti gerçek olsun ya da olmasın sürekli biçimde bir araç olarak kullanma meyline sahip olan bir siyasi tarz var. Kitlelere pompalanan paranoya ve korkuyla, kitlelerin kendilerini “mağdur” olarak görme psikolojisini besleyen ve yeterince uzun sürerse patolojik hale dönüşebilecek bir dinamik sadece Türkiye’ye has değil. Bunu belirtmemin sebebi, Türkiye’deki mağduriyet hikayesini sürekli buraya has kılmaya çalışarak kitleleri mağduriyetine ikna etmeye çalışan muhafazakâr kitlenin hiç de orijinal bir vaka olmadığı...
Gözlemlenen bu benzer dinamikler ise bu kitlelerin “mağduriyet” söylemlerinin hakikiliğini sorgulamaya sebep oluyor. Eğer birçok yerde muhafazakâr kitleler benzer mağduriyet söylemlerini dillendirirken kendi ülkelerine has bir mağduriyet yaşadıklarını iddia ediyorsa burada bir gariplik vardır. “Elimizden bir şeyleri aldılar/almaya çalışıyorlar”, “bizi tahakküm altına almak istiyorlar”, “kültürümüzü yok etmek istiyorlar”, “hayatlarımıza müdahale edecekler ve kendimiz olmamıza izin vermeyecekler”. Kitleler kendi ülkelerinde bu tarz paranoyaları kafalarında döndürürken ne kadar haklı olduklarını hissetseler bile aynı söylemlerin farklı ülkelerde sürekli karşımıza çıkması muhafazakâr siyaset hakkında daha büyük bir örüntüyü ortaya koyuyor. Bu kitleler de ironik biçimde genellikle hep toplumda aslında çoğunlukta olan ve ulusal kültürdeki baskın unsuru oluşturuyorlar. Bu duygular da yeterince beslenince kitleler patolojik biçimde içinden çıkamadıkları bir kurban psikolojisine gömülebiliyorlar ve bir mağduriyet miti ortaya çıkabiliyor. Yine ironik biçimde, kendileri bir kurban psikolojisine gömüldükleri için birçok başka mağduriyeti görmezden gelebiliyor, basite alabiliyorlar. Hatta böyle bir patoloji başlı başına toplumda yeni mağduriyetler yaratabiliyor.
EZİCİ ÇOĞUNLUĞUN KORKUSU SAMİMİ Mİ, PATOLOJİK Mİ?
Bu tür bir mağduriyet psikolojisine bürünen kitlelerin toplumda genellikle bir çoğunluk oluşturması da birçok şeyi anlatıyor. Zaten çoğunlukta olan bir grubun “bir şeyleri” yitirme endişesinin hakiki bir kaygıya mı yoksa toplum içerisinde kendine yarattığı ayrıcalıklı konumu yitireceği daha demokratik bir toplumun oluşabileceği endişesine mi dayalı olup olmadığı tartışmaya açık. Ancak hem toplumda çoğunluğu oluşturup baskın kültür haline gelebilmişken hem de bir türlü bitmeyen mağduriyetler zincirinin baskısı altında olduğunu iddia etmek, bir miktar ayrıcalıklı birinin şımarık biçimde eşitlenmeyi kabul etmemesini andırıyor. Bundan öte, halihazırda baskın kültür haline gelmişken hala bir “kurban” olduğunu düşünebilmek, yukarıda da bahsedilen bitmeyen bir patolojinin ürününe benzemeye başlıyor.
Patolojilerin yoğurduğu, verdikçe daha çok isteyen, bir türlü ihtiyaçları giderilemeyen, bir türlü doymayan, hiç sona ermeyecek ve sönümlenemeyecek talepkâr bir kitle ortaya çıkıyor. Ve evet, kitleler korkularında samimi olabilir. Ancak bu kitlelerin korkularının illaki gerçek dünyada bir karşılığı olduğu anlamına gelmez. Uzun süre beslenmiş paranoyalar ve korkular psikolojide artık kronik hale gelerek bir patolojiye dönüşebilir. Bu noktada da gerçeği doğru okuma kabiliyeti yitirilir, meselelere bu paradigma üzerinden yaklaşma alışkanlığı bir türlü aşılamaz ve her yerde paranoyayı tetikleyecek unsurlarla karşılaşılır. Gerçekten yaşanmış mağduriyetler çözülse bile hiçbir zaman var olmamış ve yitirilmiş bir geçmişe olan bir arzu devam eder. İstediklerini elde etmiş olsan bile elinden “bir şeyler” alınmış, alınıyormuş ya da alınacakmış gibi hissetme hali bir türlü bitmez.
Evet, Türkiye tarihi birçok mağduriyetle ve acıyla dolu. Ve bu acıları sadece tek bir kesim de yaşamadı. Birçok toplumsal grup farklı acılarla karşılaştı. Ancak şunu sormakta fayda var. Geçmişteki hataların ve mağduriyetlerin giderildiği, hatta kendini mağdur olarak tanımlayan bu kitlenin ülke üzerinde hem siyasi hem de kültürel olarak ağır bir tahakküm kurabildiği bir devri yaşamışken artık hala mağduriyet psikolojisinden neden kopulamıyor? Neden artık bazı şeylerin bittiği ve çözüldüğü kabullenilemiyor? Ve garip biçimde neden belli mağduriyetlerin çözüldüğünü kabullenmekte en çok zorlananlar bu mağduriyetleri giderilen ve 20 yıldır iktidarda olan toplumsal gruplar? Nedir bu bitmeyen rövanşizm korkusu? Ne gibi bir mağduriyet yaşamaktan korkuyor bu kitleler? Gerçekten başörtüsü gibi bir meselenin hortlayacağına mı inanıyorlar mesela? Eğer mesele buysa bu kitlelerin gerçekliği okuma becerisinde büyük bir körlük olduğu aşikâr. Çünkü başörtüsü meselesi Türkiye’de çözülmüştür ve artık bu konuda gelebilecek herhangi bir engellemeye karşı topyekûn karşı duracak bir topluma sahibiz. Bunun dışında da işaret edilen mağdur edilme ve rövanşizm riskinin neyi ifade ettiği muğlaklığını koruyor. İnsanlar dini kimliklerini mi saklamaya zorlanacak mesela? Bunun ne kadar uçuk bir korku olduğunu belirtmeye gerek yok.
Seküler-muhafazakâr çatışmasının geçmiş kodlarından kurtulamayan, miadı dolmuş bir paradigma üzerinden siyaseti yorumlamaya çalışmanın Türkiye’yi bugün içine düştüğü kamplaşma iklimine yeniden sokmaktan başka bir fonksiyonu yok. Küçücük bir 30 Ağustos etkinliğinde yapılan gösterilerden aşırı derecede ileriye giden, belli kitlelerin paranoyasını besleyecek çıkarımlar yapmak, bugünün Türkiye’sinin gerçekliğinde yaşamamak anlamına geliyor. 20 yıldır iktidarda olan ve ülkeye ağır bir muhafazakâr kimliği dayatmaya çalışan, tüm gücü eline geçirmiş bir yönetimin deneyimi üzerine hala muhafazakâr kitlelerin endişelerinin öncelikli bir mesele olması gerektiği talebini dayatmak ise artık samimi korkulardan çok, toplumdaki ayrıcalıklı bir konumun yitirilmesi korkusuna dayanıyor gibi gözüküyor. 20 yıl geçti, birçok mağduriyet giderildi. Ancak mağduriyet psikolojisi giderilemedi. Ama artık bitti. Türkiye eskisi gibi değil ve bunu muhafazakâr kitlelerin de kabul etmesi gerekiyor. Mağdur hissetme psikolojisi hayatta insanlara güçlü bir amaç ve anlam sunabiliyor ve bunu terk etmek zor. Başörtüsü sıradanlaştı, muhafazakarlık sıradanlaştı. Bu mağduriyetin beslediği macera devri bitti.
EŞİTLENME VAKTİ, MUHAFAZAKARLAR AYRICALIKLARDAN VAZGEÇMELİ
Artık muhafazakâr kesimlerin geçmişteki mağduriyetlerinin giderildiği ve bunun da ötesine geçerek bu kitlenin ülke üzerinde gereksiz derecede ağır bir kimliksel tahakküm kurduğu ayrıcalıklı bir kesimin yeniden yaratıldığı bir devirde yaşıyoruz. Geçmiş mağduriyetlerin giderilmesiyle ve üstüne de yaratılan tahakkümle birlikte Türkiye’deki belli kitlelerin bir lale devri yaşadığı doğrudur. İçinde bulunduğumuz devir, muhafazakâr kesimlerin yaşadığı gittikçe groteskleşen bir şölene benziyor. Bu rüya hali ve rüyadaki Türkiye tahayyülü ise gerçeği yansıtmıyor. Sorunun da bir nebze bundan kaynaklanma ihtimali var zaten. Gerçeklerle bağı kopuk bu rüyanın bitmesinden korkuluyor olabilir. Ayrıcalıklı hisseden, sürdürülemez ama keyifli şölenlerini yaşayan kitlelerin ayrıcalıklarını yitirip diğer vatandaşlarla eşitleneceğine karşı bir korkusu var. Şu anda her yere sirayet etmiş, laiklik ilkelerini hiçe sayan, laik ve demokratik bir ülkede kabul edilemeyecek bir dini tahakküm ülkeye hâkim.
Ancak geçmişin getirdiği travmalarla bu devrin bitişinde kendilerini yine mağduriyetler yaşayacaklarına inandırmaları, bugünü olağan, normal ve tüm vatandaşların eşit biçimde toplumsal alanda var olabildiği bir devir olarak gören çarpık bir algıya dayanıyor. Kusura bakmayın ama tekil bir Sünni muhafazakâr kimliğin her yere dayatıldığı bugünün Türkiye’si, Türkiye’nin gerçek kimliğini yansıtmaktan çok uzak. Türkiye’nin “gerçek” kimliği buymuşçasına bir algıya gömülüp iktidar değişimiyle Türkiye’nin “gerçek” kimliğinin bir avuç “azgın azınlık” seküler tarafından baskılanacağı paranoyasına teslim olmak yine aynı patolojiye teslim olmak demektir.
Türkiye’de var olan farklı kimliklerin kamusal alanda yeniden görünür hale gelmesi toplumda elde ettikleri konumlarını kaybedecekleri paranoyasını tetikliyor. Ancak burada kaybedilecek bir hak falan yok. Tek olacak şey, zaten olması gerektiği gibi, ayrıcalıkların yitirilmesi ve herkesin eşit bir vatandaş olarak kamusal alanda var olabilmesi. Muhafazakâr kültürün tahakkümüyle ortaya çıkan Türkiye’yi, Türkiye’nin “gerçek” yüzü olduğuna kendinize ikna ederseniz, bu tahakküm bittiğinde ortaya çıkacak Türkiye’de gerçekçi olmayan bir biçimde yeniden ezilen bir kesime geri itileceğiniz korkusuyla yaşarsınız. Ancak buradaki sorun bu “gerçekliği” yanlış okumak. Bugünkü Türkiye, Türkiye’nin “gerçek” hali değil ki. Sadece bu illüzyona inanılmış halde. Haklarını yitirmek ile muhafazakâr tahakkümün getirdiği konforlu şölen havasının bitmesi başka şeyler. Kimseden bir hakkın geri alınacağı falan da yok. Tek mesele şu: 20 yıllık macera bitti. Artık eşitlenme vakti. Hep birlikte eşit yurttaş olarak bu ülkede var olma vakti.
20 yıldır birçok acı yaşamış toplumsal grup varken, muhafazakâr kesimlerin hala ayrıcalıklı bir muamele görme arzusu sağlıklı bir psikolojiye işaret etmiyor. Bu bitmeyen mağduriyet mitinde hala giderilmesi gereken sorunların ne olduğu belli değil. Ayrıca bir noktadan sonra da şu soruyu sormak gerekiyor. Gerçekten en büyük mağduriyetleri bu toplumun çoğunluğunu oluşturan Sünni muhafazakâr kitleler mi yaşadı bu ülkede? Diğer tüm mağduriyetler unutuldu mu? Yani birçok azınlığın, Alevilerin, Kürtlerin yaşadıklarına rağmen, 1980 darbesinde işkencelere maruz kalmış sosyalistlere rağmen, 20 yıldır kendi toplumsal kimliğini temsil eden siyasi grubun iktidarda olmasına rağmen, hala bu grubun en yüksek sesle korkularını, paranoyalarını belirtmesi ve mağdur hissetmesi bu kitlelerin gerçekle bağı hakkında ne anlatıyor? Evet azınlıktaki gruplar (Kürtler, Aleviler vs.) da belli mağduriyetlerin yarattığı travmalara haklı olarak sahipler ancak muhafazakâr kitlelerin bir kısmının hala başvurduğu derecede ağır bir mağduriyet haykırışında bu grupların bile daha az bulunması biraz garip değil mi? Bu insanların ve diğer toplumsal grupların sorunlarını ne zaman konuşmaya başlayabileceğiz?
LAİKLERİN AMACI 28 ŞUBAT’A DÖNMEK DEĞİL, DEMOKRATİK TOPLUM
Bu devrin bitmesiyle 28 Şubat’a geri dönüşün yaşanacağını düşünmek gerçekçi olmayan ve yıllarca beslenerek oluşturulan bir paranoyanın ürünü. Eğer sosyal medya mecralarının köşelerindeki ağlarda yeterince vakit geçirilirse birkaç gün içinde devrim yaşanacağı ya da şeriatın getirileceğine inanmak da mümkün hale gelebilir. Ancak sosyal medya Türkiye’deki kitlelerin gerçekliğini yansıtmıyor, yansıtamaz. Orası referans alınarak gerçekliğin tahlili yapılamaz. Korkular bu sanal aleme göre kurgulanamaz. Korku içerisinde olan grupların neyden korktuklarını net biçimde dile getirmesi gerekiyor. Neyin rövanşı alınacak? Neyin mağduriyetinden korkuluyor? Erdoğan yıllarca rövanşizm miti üzerinden kitlelere korku siyasetini dayatarak hınç üzerinden onları mobilize etti. Yine aynı yöntemler mi devam edecek?
Bugünkü rüyanın bitişini doğal olan belli hakların yitirilişi olarak algılamak sağlıklı bir gerçeklik okumasına dayanmıyor. Evet, bugün yaratılan tahakküm bitince farklı toplumsal grupların kamusal alanda hak ettiği görünürlüğü kazanabildiği bir toplum hayal ediliyor. Evet, geçmişte muhafazakâr kitleler de kamusal alanda hak ettikleri görünürlüğü elde etmeyi talep ediyordu. Ama artık bu meseleyi aştık ve ötesine geçerek bu kimliğin ağır bir tahakkümüne mahkûm edildik. Talep edilen şey ise herkesin kamusal alanda hak ettikleri görünürlüğü elde edebildikleri hakiki bir demokratik toplum. Ve evet, devletin zedelenmiş kurumlarının onarılması talep ediliyor. Ayaklar altına alınan laiklik ilkesinin hiçbir vatandaşı dışlamayacak şekilde tesis edilmesi talep ediliyor. Çünkü laiklik ilkesi yok sayılarak yaratılan bir Türkiye’nin nasıl bir faciaya yol açtığını 20 yıllık bu deneyimin sonunda görmüş bulunuyoruz.
Buradaki laiklik talebi bir kimliğin kamusal alanda baskılanmasıyla değil, muhafazakâr tahakkümün baskıladığı laik ilkelerin yeniden yönetim pratiklerinde görünür hale gelmesiyle alakalı. Seküler bir toplum tahayyülünün yaratılabilmesiyle ve farklı kimliklerin dini baskılar altında kalmadan özgürce kamusal alanda kendileri gibi var olabilmesiyle alakalı. Buradan da bir intikam ya da rövanş çıkmaz.
“Geçmişteki hataların ve mağduriyetlerin giderildiği, hatta kendini mağdur olarak tanımlayan bu kitlenin ülke üzerinde hem siyasi hem de kültürel olarak ağır bir tahakküm kurabildiği bir devri yaşamışken artık hala mağduriyet psikolojisinden neden kopulamıyor?”
Eğer mesele demokratik olarak ağır bir gerileme yaşamış, yolsuzluğa gömülmüş, denetleme mekanizmaları tahrip edilmiş, sivil özgürlükleri baskılanmış, birçok farklı göstergede dünyadaki en kötü sıralara gerilemiş Türkiye’nin bu hale gelmesine sebep olanların son 20 yılda yaptıklarını düzeltmekse bu da bir rövanş meselesi değildir. Toplumsal ve siyasi anlamda tahrip edilmiş bir ülkeyi onarmak için adımlar atmak ve bu 20 yıllık devirde yaşanmış hukuksuzlukları ve haksız biçimde mevki ve kazanç elde etmiş olanları ortaya çıkarmak bir rövanş peşinde koşmak olarak görülüyorsa bu hem Türkiye’nin bugünkü vurduğu dip noktayı hem de yaşanılmış hukuksuzlukları göz ardı etmek anlamına gelir. Bu da adaletsizliğe onay vermektir. Her şey çok normalmiş de olağan bir siyaset içerisinde yeni bir iktidara geçiş yapılıyormuş, Türkiye’de şu anda ağır bir baskı rejimi yokmuş gibi pembe bir hikâye kurgulamaya gerek yok. Birçok yanlış yapıldı ve bu yanlışları konuşmak da ne ayıptır ne de bir toplumsal gruba kasti olarak baskı yapmaktır. Mesele de zaten herhangi bir toplumsal grubun yaşamıyla, kimliğiyle alakalı değil, yapılan yanlışlarla ve bu yanlışları yapanlarladır.
Muhafazakâr kitleler 20 yıllık bir iktidarın ardından, Türkiye’nin geldiği noktayı ve ülkeyi bu noktaya getirenlerin kim olduğunu anlayarak ülkedeki diğer toplumsal grupları anlamakla yükümlüdür. 20 yılın sonunda farklı toplumsal gruplar yavaş yavaş yeniden görünür hale gelirken ilk işarette korku ve paranoyaya gömülmek yerine, gerçek Türkiye’nin kimliğinin ne olduğu ve iktidarın bu kimliği ne denli baskıladığını, kamusal alanda suni bir tahakküm yarattığını sorgulama sorumluluğu yine bu muhafazakâr kesimin üstündedir. Ve hatta Türkiye’nin bugüne gelmesinde aynı kitlelerin nasıl bir sorumluluğu olduğu konusunda özeleştiri vermesini istemek de gayet doğaldır. Bu bir intikam ya da rövanş talebi değildir. Sadece gerçeğe bir çağrıdır. Artık 1990’larda değil 2020’lerde yaşıyoruz. Rüya bitti, ayrıcalıklar devri bitti, Türkiye’yi iliklerine kadar tüketen lale devri sona eriyor, artık eşitlenme zamanı. Eşit yurttaşlar olarak yaşayacağımız laik ve demokratik bir Türkiye’yi inşa etme zamanı. Bunu söylemek bir rövanş talebi değildir. Gerçeğe dönemediğimiz sürece sürekli kısır bir döngüye takılıp kalma riskine sahibiz.
Peki o zaman soralım: Seküler kesimlerin gittikçe daha dar alanlara sıkıştırılmasını, kamusal alanda görünürlüğünün yok edilmesini, yaşam pratiklerinin gittikçe görünmez kılınmasını ve bu ülkenin “yabancıları” haline çevrilmesini, devlet kurumlarının laik yapısının bozulmasını, Kürtlerin, Alevilerin ve diğer toplumsal grupların yaşadıkları sıkıntıları, ekonomik eşitsizlikleri, cemaatlerin toplumda yarattığı tahribatları ve topluma ödettiği bedelleri, kadınların yaşamı üzerinde gittikçe daha sert biçimde kurulmak istenen hükümdarlığı, Türkiye’nin demokratik gerilemede dünyadaki en önemli örneklerden biri haline gelmesini, ve muhafazakar tahakkümün tüm bunlarda oynadığı rolü ne zaman konuşabileceğiz? Tüm yurttaşların baskılanmadan kamusal alanda eşit biçimde görünürlüğe sahip olabildiği laik ve demokratik bir Türkiye’yi kurmaya hazır mısınız? Rövanşizm miti takriben ne zaman biter?
Bunlar da ilginizi çekebilir