Prof. Dr. Osman Can: "AKP'nin Gezi'de radikalleşmesini, MKYK'da gözlerimle gördüm"
Söyleşinin dünkü bölümünde Anayasa hukukçusu Osman Can’ın HDP’ye açılan kapatma davasına ilişkin görüşlerini aktarmıştık. Bugünkü geniş bölümde ise AKP’nin otoriterleşme sürecini, devletin kişileşmesini, Can’ın bu süreçteki gözlemlerini, eleştirilerini ve özeleştirilerini okuyacağız.
Biraz AKP’den bahsedelim. Kurulduğunda gömlek değiştirdik dedi. Geldiğimiz noktada üzerinde nasıl bir gömlek var, nasıl bir değişim yaşandı?
Bu soruya vereceğim cevap belirli ölçülerde sübjektif olabilir. 2012-15 arasında o partinin sözüm ona yönetim organında (MKYK) oldum, karar organında oldum. Dolayısıyla kararlarda benim dahlim var. Bunu dediğimiz zaman o partinin kararlarında bu kurulların etkisi olduğunu, kararların kurullarda alındığını varsayıyoruz.
Peki değil miydi yani kararlar o kullarda ortaya çıkmıyor muydu?
Bir dönem biraz öyleydi, MKYK’da, tabii sağ cenaha mensup bir partide mümkün olduğu kadar, müzakere ve itirazlar yapılıyordu. Bu itirazlar üzerine pek çok kararın değiştiğini gözlemledim, hatta bunda etkili de olduğumu düşünüyorum. Sonlara doğru özellikle olağanüstülük havası esmeye başlamasıyla ki bu da Gezi ile başladı denebilir, çünkü hem meşruiyet zafiyeti ortaya çıktı, hem başarıya ve ahlaki üstünlüğe dayalı özgüven zedelendi, hem de kaygı egemen olmaya başladı. Bu süreci kararların yukardan belirlenmesi ve alt kurumlarca şeklen onaylanması takip etti.
GÖMLEK DEĞİŞTİRMİŞLERDİ, HALBUKİ ARTIK BİR GÖMLEKLERİ YOK…
İtiraz etmediniz mi?
Ben ve benim gibi birkaç insan itiraz etti, partinin ve siyasi dilin reforme edilmesi gereğini dile getirdi ama bir şey değişmedi. Kaygıya bağlı safları sıklaştırma psikolojisi daha etkili oldu. Söylemler radikalleşti, parti kendini bir anlamda korumaya aldı. Sonra 17-25 Aralık oldu. Benim de içinde olduğum bir grup bu dil ve üslubun hatalı olduğunu ifade ettik ama liderin arkasına sığınanlar çoğunlukta idi. Yine de tüm bu sorunların temelinde anayasal düzenin merkezi ve demokratik olmayan yapısının bulunduğu ve bu konuda çalışmalara başlanması gerektiğini savunduk, girişimlerde bulunduk. Bu gidişat iyi değil diyenler daha sonra havlu attılar, mekanizmanın dışında kaldılar.
Şimdi geldiğimiz noktada partinin üzerinde bir gömlek yok. Parti kurulduğunda biz yeni bir gömlek giydik dendiğinde, yeni bir kadronun, dünya görüşünün, politik programın tanımı yapılıyordu. Ben artık şimdi ortada bir gömlek olduğunu düşünmüyorum. Çünkü ortada artık bir kadro yok, dünya görüşü yok, politik program yok. Ortada bir siyasi partiyi tanımlayan, karakterize eden unsurlar yok. Ortada karizmatik bir kişi var, bir de bu kişinin karizmasından yararlanan, bunun karşılığında politik destek veya sadakat sunan farklı farklı gruplar var.
Bu açıdan bir partiden bahsetmek mümkün değil. Yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik bir şekilde işleyen bir yapılanma var. Burada gömlek değiştirmeden çok kişiselleşmeden bahsetmemiz gerekiyor. İktidarın kişiselleşmesi ve bir kişinin iç dünyasına bağlı hale gelmesi daha doğru bir tanımlama olur.
DEVLET 2015-2017 ARASINDA KHK’LARLA KİŞİLEŞTİ
Parti yok bir kişi var. Peki devlete ne oldu? Eskiden bu kadar kırmızı çizgisi olan devlete ne oldu?
Devlet 2017 ile birlikte daha doğrusu 2016’da KHK’larla başlayan bir dönüşüme uğradı. KHK’larla sistemde çok ciddi değişiklikler yapıldı ve bunların hepsi anayasaya aykırıydı. Bazıları ilkesel olarak anayasaya aykırı olmasa bile bazı konuların KHK’larla düzenlenmesi anayasal olarak mümkün değildi.
Bütün bu değişim olağanüstü şartlarda gerçekleştirildi ve dolayısıyla bireysel veya örgütlü olarak kimsenin itiraz etme şansı yoktu. 2015 Kasımında fiili olarak başlayan kişiselleşme ve otoriterleşme 2017’de anayasa değişikliği ile birlikte devlete egemen olmaya başladı.
Özellikle 2015 Temmuz-Ağustos’unda başlayan güvenlikçi bakış, devleti de partiyi de birlikte dönüştürdü. Yönetim kişiselleşmeye başladı. Devlet de buna uyum sağladı kısacası.
ERDOĞAN VE DEVLET: “KAZAN KAZAN” DEĞİL, “KAYBET KAYBET”
Erdoğan-devlet eklemlenmesi kazan-kazan formülü mü?
Hayır tam tersine bir kaybet-kaybet durumu söz konusu. Bugün geldiğimiz noktada kimse kazanmadı. Ülke kaybetti. Yeni sistemler her şeyin bir kişi ve onun çevresinde dar grubun inisiyatifine ve talimatına kalınca her şey çöktü, çökmeye de devam ediyor.
Bakanlıklar artık çalışmıyor, bakanlıklar politika üreten merkezler olmaktan çıktı. Devletin her kademesindeki kurumlar ve görevliler saray hiyerarşisine göre çalışıyor.
Devlet şu an kişisel bir kararı, duyguyu ya da duygusal savrulmayı yansıtan, bu kişisellik yansıtan atmosferde kamu kaynaklarını paylaşan grupların filtreleyemeyen gücünün etkin olduğu bir yapı haline dönüştü. Böyle bir yapıda tabii iki öngörülebilirlik olmaz. Böyle bir yapıda öngörülebilir olan tek şey, hiçbir şeyin öngörülemez olduğu ve hep birlikte kaybediyor olduğumuz gerçeğidir.
Bu öngörülemezlik içinde HDP de kapatılabilir mi?
Ben yine de zannetmiyorum. Kapatılmamalı da… Demokrasiyi önemseyen hiçbir siyasi grup bu konuda çekimser davranmamalı ve itiraz etmeli.
Çünkü HDP’yi kapatınca ülke daha demokratik olmayacak. Ki zaten değil. Bu açıdan demokrasinin kendini korumasından söz edebilmek için, demokrasinin kendini koruma argümanıyla haklı göremeyiz. Kendisi demokratik olmayan bir sistem demokrasinin kendini koruması gerektiğinin arkasına sığınırsa ahlaki değildir, kabul edilebilir de değildir.
Çok iyi niyetli, çok cömert değerlendirmelerle birlikte Türkiye yarı demokrasi, en iyi ihtimalle yarı demokratik olabildi. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye artık demokratik olmayan, özgür olmayan ülkeler liginde. Dolayısıyla şu an devletin herhangi bir siyasi partiyi kapatırken demokrasinin kendisini koruması gerektiği argümanına sığınması çok ciddi paradokstur, kabul edilebilir değildir. Bizler de böyle bir tartışmanın tarafı olmamalıyız.
HDP’YE KAPATMA DAVASI HUKUKLA İLGİLİ DEĞİL
Düşünsenize AİHM artık Türkiye hakkında 18. maddeyi uygulamaya başladı. Yani devlet elindeki yargı imkanını demokrasi ya da başka bir şeyi koruma amacıyla değil, meşru olmayan çıkarlar için kullanıyor tespitleri var ortada.
HDP’nin kapatılması meselesi demokrasi, hukukun üstünlüğü veya insan haklarının korunması ile değil, devletin bekasıyla, milletin birliği ile de ilgili değil. Bana daha çok karar vericilerin anlık politik hesaplarıyla ilgili gibi geliyor.
Demokrasi kendisini nasıl korur?
Bu konu çok önemli ve ben kitapta da bu konuyu uzunca tartışıyorum. Bir demokrasi ancak demokratikse kendini koruyabilir. Bunun yolu da salt siyasi partilerin varlığından değil o partilerin demokratik olmasından yani parti içi demokrasilerini işletmesinden geçiyor. Türkiye’nin önceliği bu olmak zorunda.
Parti içi demokrasisi işleyen partiler demokrasiyi korur ve geliştirir. Ben dahil olmak üzere pek çoğumuz, sistem, AYM vs. bunu önemli görmedik. Hatta AYM, parti içi demokrasinin ortadan kalkmasının sorumlularından biri.
DEMOKRASİ İÇİN ÜÇ YASA DEĞİŞİKLİĞİ ŞART
Nasıl?
Parti içi demokrasiyi zorunlu kılan pek çok yasal unsur Partiler Kanunu’ndan çıkarıldı. AYM bunlar anayasaya aykırı değildir dedi. Partiler kendi iç işleyişlerini düzenleme hakkına sahiptir dedi. Oysa Anayasa partilerin işleyişinin demokrasi ilkesine uygun olması gerektiğini açıkça belirtmişti. AYM parti içi demokrasiyi demokrasiyle ilişkilendirmedi maalesef. Bu da kanımca siyasi partileri de zaman içinde demokrasi için gereklilikten demokrasiye tehdide dönüştürdü.
Demokrasinin yeniden inşası tartışmasını önce siyasi partilerin iç işleyişine kadar öne çekmek gerekiyor. Siyasi partilerin eğer parti içi demokrasisine uyma zorunluluğu yoksa sistemi anayasal çerçevede demokratik olarak kursanız bile o demokrasi çöker. Kendisi demokratik olmayan bir yapının ülkeyi demokratikleştirme beklentisi bedeli ağır ödenen bir yanılgı olabiliyor. O yüzden parti içi demokrasi demokrasinin korunmasının başlangıç noktası ve anahtarıdır.
Tam da bununla bağlantılı olarak, parti içi demokrasiyi kurmadan sırf parti kapatılmasını usulen zorlaştırmakla demokrasiyi mümkün kılamayacağımızı düşünüyorum. Bu şekilde demokrasiyi de korumuş olmuyoruz. Aksine demokrasiyi çökertebiliyoruz. Bu yüzden parti içi demokrasiyi kurmayan, kurmamakta direnen siyasi partilerin demokrasi ilkesine temel esasları itibariyle aykırı olduklarını kabul edip kapatılması gerektiğini savunuyorum artık.
LİDERİN DEĞİL ÜYELERİN PARTİSİ OLMALI
Nasıl işleyecek parti içi demokrasi?
Üyelerin katılımı, kurullarda, kararlarda iradelerinin işlemeye başlaması, üyelerin veto yetkisi, kararların ve parti programının aşağıdan yukarıya katılımcı ve çoğulcu yöntemle belirlenmesi ve parti liderinin sadece bu şekilde ortaya çıkan parti iradesini temsil etmesiyle. Kurul ve karar mercilerinin lidere göre değil, liderin bu kurul ve mercilerinin iradesiyle oluşturulması ve bu iradeye tabiİ olmasıyla. Ki bu da ancak tüzüğün bu mekanizmaları koruyacak şekilde oluşturulmasıyla mümkün. Bunu sağladığımız zaman o parti zaten demokratik olur onun içinden demokrasiyi kaldıracak bir iradenin çıkması oldukça güç olur.
Demokrasinin taşıyıcı kolonlarını güçlendirirsiniz o bina çökmez. Ama parti içi demokrasi yoksa sadece binanın çatısına ya da kapısını kapatmış olursunuz. Demokrasi ilkesi veya iddiası tabela veya aksesuar olmaktan öte anlam ifade etmez.
O zaman anayasa değişikliğinden önce siyasi partiler kanunu mu?
Tartışmasız. Hayat, deneyimler üzerinden bir şeyler anlatır, ders verir insana. Gençken dünyayı kurtarma iddiasındayız. Belli bir yaşa geldiğimiz zaman biz kendi basit bir alışkanlığımızı bile değiştiremiyorsak, dünyayı nasıl değiştirebiliriz ki deriz. Deneyim işte böyle bir şey. Dünyayı, Türkiye’yi, anayasal düzeni değiştirme iddiasını birinci sıraya koymayın.
Bir partinin de demokrayi koruması, hedeflemesi ve ülkeyi demokrasi ilkesine göre yönetmesi, öncelikle kendisinin kurumsal olarak demokratik olmasıyla mümkündür. İlk önce parti içi demokrasiyi mümkün ve zorunlu kılacak siyasi partiler kanununu değiştirin.
Yeterli mi?
Değil. Bununla birlikte seçim kanunu ve TBMM iç tüzüğü mutlaka değişmeli. Bunları yapın anayasayı değiştirme ihtiyacı kaçınılmaz olarak dayatır ve bu ihtiyaç üstelik tüm partilerin ortaklaşacağı bir ihtiyaç olur. Yani istemeseniz de değişir zaten.
Parti içi demokrasinin işlemesi sorumlu bireyleri zorunlu kılmıyor mu? Yani aidatını düzenli ödeyen, siyasete doğrudan katılan bireylere…
Haklısınız. Ancak hemen şunu ifade edelim, Türkiye’de sistem sorunları hızlı bir şekilde çözmek üzerine kurulmuş, bu amaçla her yetki merkezde toplanıyor. Karar alan, uygulayan, prosedüre vs takılmayan bir yapı arzulanıyor. Bu neyi getiriyor? Bu şunu getiriyor, bir yerlerde bir otorite vardır, siz meseleyi ona yansıttığınız zaman o çözer. Bu yukarıdan aşağıya yansıtılmış ve siyasi partiler de bunu uyum sağlamış. Tabi vatandaş da uyum sağlamış. Böyle olunca bu iradenin denetlenmesi talebi lükse dönüşüyor, siyasetçiler de denetlenmeyi halkın iradesinin frenlenmesi olarak görüyor, bazen haklı da olsa, vesayet vs diyebiliyor.
Birilerini seçiyoruz, o birileri bizim adımıza karar alıyor ve uyguluyor. Peki doğru kararı mı alıyor, onu nasıl uyguluyor? İşte bu soruları sormak, peşinden gitmek bizlerin görevi.
Tabii burada
ÜÇ YASA DEĞİŞMEDEN SİSTEM DEĞİŞMEZ, ANAYASA YAPILMAZ, NEDİR ONLAR?
Buyrun…
Türkiye’de sistem çok merkeziyetçi. Ve son yıllarda bu daha fazla tahkim edildi. Yetki dağılımı yok. Her şey merkezde toplandığı için sorunun çözümü merkezde. Merkezdekine söyleyeceksin o yapacak. Onun yapmasını bekleyeceksin. Sistemin merkeziyetçi yapısı bireylerin vatandaşlık sorumluluğu almamasına yol açıyor.
Sistemi merkeziyetçi olmaktan çıkardığınız andan itibaren bu mekanizmanın başka bir şekilde çalıştığını göreceğiz. O yüzden AB’de yerel yönetimler özerklik şartı önemli. Yerel demokrasinin, yerel yönetimlerin güçlenmesi önemli.
Nasıl olacak bu?
Vatandaşın sorumluluk alması ve talep etmesiyle. İşte başlangıç noktası pekâlâ parti içi demokrasi ve katılım. Parti içi demokraside tabanın etkisi arttıkça aşağıdan yukarıya değişim başlar.
Nasıl Türkiye’de parti içi demokrasiyi bütünüyle ortadan kaldırıp partiyi kişisel bir hale getirdikten sonra bir sonraki aşamada devlet o hale geldiyse aynı yolu takip edebilirsiniz. Parti içi demokrasiyi inşa et, yerelleşmeyi parti içinde güçlendir, zorunlu kıl devlet buna göre değişir, anayasa da buna göre değişir.
Muhalefet partileri parlamenter sisteme geçiş ve takip eden süreçte yeni anayasa istiyor…
Parlamenter sisteme dönüş önemli. Bana kalırsa yeni anayasa yapılana kadar bahsettiğim üç stratejik adım yani siyasi partiler kanunun, seçim kanunu ve TBMM iç tüzüğünün değişimi de gündeme alınmalı.
Muhalefette böyle bir irade görüyor musunuz?
Başka çaremiz yok. Muhalefet şu an mevcut yapının, mevcut iktidarın el değiştirmesine odaklanmış vaziyette. Bir sonraki adım sistemi değiştirmek olmalı, o ana kadar yol haritasını netleştirmek gerek.
İlk adım parti içi demokrasinin işletilmesi. Böyle bir konu şimdilik muhalefet partilerin gündeminde yok. Ön seçimi seçim kanunu ile birlikte zorunlu hale getirmediklerinde, siyasi partiler kanunun ve TBMM iç tüzüğünü demokratik katılıma göre oluşturmadıklarında parlamenter sisteme geçmiş oluruz ama yine eksik olur. Bu sefer tek kişi olmayabilir belki ama birden fazla lider olur, yine demokrasiyi inşa edemeyiz.
Bu yüzden bu üç yasadaki demokratik değişim anayasaya göre daha öncelikli. Siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM iç tüzüğü değiştirmezseniz yeni anayasa yapılabileceğine ihtimal vermiyorum. Anayasa için büyük ittifaklar ve Meclis’te 400 üzerinde sandalye gerekli. Oysa bu adımlar yasayla ilgili ve basit çoğunlukla gerçekleştirilebilir.
Parti içi demokrasiyi zorunlu hale getirip seçim kanununu ve TBMM içtüzüğünü değiştirdiğiniz zaman zaten AKP, mevcut hali ile işleyemez duruma gelir. CHP, MHP, İYİ Parti böyle işleyemeyecek. Böyle işlemediği yerde yeni, demokratik çağdaş çoğulcu bir anayasa yapalım sözü hepsinin ortak sözü haline gelir.
Muhalefet partileri iki yıl içinde parlamenter sisteme geçeceğiz diyor, bu mümkün mü?
Mümkündür ama bunun ön şartı bu üç yasada değişikliktir. Bu yapıldığında Cumhur İttifakı paydaşları da hızla çözülecek ve onlar da dahil, Türkiye kazanacaktır.
ÖNCELİĞİM HEP YENİ ANAYASA OLDU, MEĞERSE…
Milletvekili olduğunuz, parti yönetiminde olduğunuz zaman bunları söylediniz mi, bu ısrarla?
Açıkçası bu kadar önemli olduklarını son yıllarda yaşadıklarımızda idrak ettim. O zaman önceliğim sadece yeni anayasa idi.
Benim AKP içinde üç yıllık siyasi geçmişimde gözlemlediğim, Venedik Komisyonu çalışmalarında farkına vardığım şey bu üç yasanın hayati olduğu. Büyük büyük laflar, büyük lokmalar yerine gerçekten açlığını giderecek yavaş yavaş küçük küçük lokmalarla başlamak gerekiyor. Açlığınızı giderdiğinizde büyük yüklerin altına daha rahat girebilirsiniz.
AKP’YE KATILIRKEN PARTİ TÜZÜĞÜNÜ OKUMAMIŞIM
Bu söylediğiniz bana geçmişi hatırlattı. Kendi adıma konuşursam siyasi iktidara destek verdiğimiz dönemde önceliğimiz yapısal değişim, demokratikleşme oldu. Ama bu süreç içinde aşağıda en basit madenlerin işletilme izni bakanlıktan alınıp, başbakanlığa verildi. Bunun ağır sonucunu Soma Faciası ile gördük. Yolsuzluk konusunu, ekonomik kayırmacılığı vs. ya farkına varmadık ya da önemsemedik. Özetle büyük hedef bizi fazlasıyla meşgul etmiş… Ne dersiniz?
Benzer durum söz konusu. Elbette o konuda hatalarımız çok açık. Ben de kendi adıma konuşursam, AKP’nin yapma iddiasında olduklarına baktım, CHP’nin ve diğer partilerin yapma iddiasındakilere baktım. Partilerin ancak iktidarda olduklarında güçlü olduklarında, sorunları çözebileceğine inandım veya Türkiye’nin gerçeği böyle deyip esas gerçeğe gözümüzü kapattık. Olmadı. Yaşayarak gördük.
Şimdi o yüzden öncesine bakıyorum. Yani parti içi demokrasi tüzükle sağlanmış, kurumsallaşmış mı, işliyor mu, işlemiyor mu? Eğer parti içi demokrasi işlemiş olsaydı, parti iktidar olunca vaat ettiklerinden vazgeçemezdi. Partinin içinde kıyamet kopardı. Şimdi ıskaladığımız şey o.
Şimdi geri dönüp düşündüğümde AKP’ye katıldığımda parti tüzüğünü baştan sona okumadığımı fark ettim. Önemsememişim, benim büyük hatam mesela. Öyle bir Türkiye’de yaşıyoruz ki sürekli mazeretler, gerekçeler ve bahanelerle demokrasi için yaşamsal olanları erteliyoruz, bir bakıma ehven-i şer diyoruz, olağanüstü durum var, onları bir geçelim hele diye gerekçe üretiyoruz, çünkü yeni anayasa önemli, oraya gidiyoruz, çözüm süreci önemli diyor, oraya gideceğimiz hayalini kuruyoruz. Oysa bunlardan çok önce temel meselelere bakmamız gerekiyor.
DEVA’DAN DAVET GELDİ, TÜZÜĞÜ GÖRMEK İSTİYORUM DEDİM
Temel mesele derken…
İşte AKP’ye girdiğimde yeni anayasa konusunda etkili olmak dışında bir şeye bakmadım, parti tüzüğüne bakmadım, parti içi demokrasiye gerekli önemi vermedim, ‘muhafazakar partiler zaten lider eksenlidir’ ezberini sorgulamadım. Parti tüzüğü demokratik ve katılımcı mı, değil mi? Parti tüzüğü her şeyi zaman içinde getirip lidere bırakıyorsa zaten gerisini unut.
Son dönemde Deva Partisi’nden bir davet oldu. Şartlarımdan bir tanesi tüzük meselesiydi. Ben tüzüğü göreceğim. Tüzük öyle bir şekilde olmalı ki lider veya grup hiyerarşisine imkan vermemeli ve hiçbir grubun diğerini tasfiye etme imkanı olmamalı. Bunlar için kurumsal güvenceler olmalı. O tüzüğü de göremeyince de yollarımız ayrıldı.
İşte benim AKP’ye girdiğimde atladığım nokta burası. Bu da benim hatam.
DÜNKÜ MANTIĞIMLA BUGÜN DE MUHALEFETE EVET DİYORUM
Siyasi iktidar yeni bir anayasa diyor. Yeni anayasa ne getirebilir?
Bu anayasa ancak var olanın tahkim edilmesine yarar. Ya da muhalefetten gelen eleştirileri taktik yönden dikkate alan kısmı makyajlar yapabilir. Ama temel anti demokratik yapı ortadan kalkmayacak, yok böyle bir şey. Çünkü partide lider anayasa değişikliği lazım dediğinde, alttaki kişi ve kurumlar da hizaya girip lazım diyorsa arzulanan şeyin demokratik olması imkansızdır.
Böyle bir değişiklik talebini demokrasi adına ciddiye almak mümkün değil.
ÇÜNKÜ TÜRKİYE DEVLET OLMA VASFINI KAYBETTİ
AB’den Türkiye’ye sert bir Türkiye raporu geldi. 10 ülke büyükelçisi Osman Kavala içini çağrı yaptı. Aralık ayında Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden çıkarılma olasılığı var. Nasıl okumalı bütün bunları?
Türkiye’nin bütün kaderini tek kişinin psikolojisine, onun ruhsal dalgalanmalarına getirip bağlıyorsanız başınıza her şey gelir.
Açıkçası bu hal, tamamen irrasyoneldir ve dibe vurmadır. 2018’de hayata geçen anayasa değişikliği önceki anayasalarda kısmen var olan iç tutarlılığı, politik öngörülebilirliği, ideolojik öngörülebilirliği, kırmızı çizgileri ortadan kaldırdı. Şu an devlet politikası anlamında bir kırmızı çizgiden bahsedebilir miyiz? Nedir kırmızı çizgilerimiz? Olduğunu düşünmüyorum.
Açıkçası Türkiye’de, devlet olma özelliğini kaybetmiş, devlet olma iddiasını kaybetmiş bir yapı var. Çok karamsar bir şey bu ama realiteyi görmek gerekiyor.
GÜLEN CEMAATİ’NİN DE BU OLAĞANÜSTÜ DURUMA ETKİSİ BÜYÜK
Son dönemde yine Yetmez Ama Evet tartışması var. Eleştiriler devam ediyor. Ne dersiniz bu konuda?
Tarihsel süreçler bir şekilde kendi nedensellik ilişkileri içerisinde ilerliyor. “Şöyle olmasaydı, böyle olur muydu?” dediğimiz şey spekülasyon olur. Ama Türkiye’yi bugüne getiren olağanüstülük hali. Siyasi iktidar bu hali kullandı. Buna yol açan ne diye baktığımız zaman karşımıza cemaatin yargıya hâkim olmasının etkisi çok büyük. Cemaati yargıdan temizlemek bir olağanüstülüğe yol açtı. Sürekli, acil ve hızlı bir şekilde kararlar almak ve uygulanmak durumunda kalındı. CHP bile samimilerse biz de destek veririz diyordu.
Ancak aynı olağanüstülük, bir süre sonra her şeyin mazereti oldu ve çok şeyi mahvetti. Şimdi buna yol açan FETÖ’cüler, “bakın, biz ne kadar haklıydık” diyorlar. Hayır onlara iki defa suçlu.
Belki de şunu eklemek gerek…
Neyi?
Referandumda geçen HSYK seçimleri ile ilgili değişikliği CHP AYM’ye götürmeseydi ve AYM’den o iptal kararı çakmasaydı bu olağanüstülük olmayabilirdi. Çünkü o zaman yargıya cemaat hakim olmayacaktı. Cemaat yargıya hakim olmadığında da, politik gerekçelerle rahat bir şekilde yargı içinde operasyon yapma imkanı olmayacaktı. Ama artık biliyoruz ki, onların derdi yolsuzluk değil, başka bir şeydi. Ama bunu operasyon olarak yapmalarına imkan sağlayan şey AYM’nin o iptal kararıydı bu çok net.
BUGÜNKÜ AKLIM OLSAYDI ÜÇÜNCÜ CEPHE AÇARDIM
Neden “hayır” değildi peki?
Bir hukukçu olarak hayır demek için gerekçemiz ne olacaktı? Bunu kendime çok sordum. “Parti içi demokrasinin olmadığı yerde partilerin demokrasiyi inşa etme iddiası geçerli değildir, ben o yüzden hayır diyorum” mu diyecektim?
Muhtemelen yine o nedenle de hayır demeyecektim. Kimse o nedenle hayır demedi zaten. Herkes ideolojik gerekçelerle pozisyonunu ortaya koydu. Şimdi düşündüğüm zaman hukuki gerekçelerden çok politik değerlendirmelere göre karar verdim. Ben ve benim gibiler, “bir demokratikleşme ihtimali olabilir ve bu da değerlidir” diyerek oy verdik. Gerçek şu ki, bir coşku vardı, demokratikleşme coşkusu, bir hayal ve özlem vardı.
Nitekim şimdi de muhalefete olan desteğimiz de aynı gerekçeyle.
Nedir o?
Muhalefetin demokratikleşme doğrultusunda attığı adımları da, yine demokratikleşme ihtimali nedeniyle değerli görüyor ve destekliyorum. Bu bir bakış açısı, belki yaşam tarzı, belki de hayatı anlamlandırma biçimi.
Ama bugünkü aklım olmuş olsaydı muhtemelen orada üçüncü bir cephe açmaya çalışırdım.
GÖREMEDİĞİMİZ ŞEYLER OLDU
Ne cephesi?
Tamam böyle bir anayasa değişikliği süreci başlatıyorsunuz, bunu destekliyoruz ama çok hızlı bir şekilde az önce bahsettiğim üç değişikliği de yapın. Ondan sonra sizi destekleyeyim. Önce siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve meclis iç tüzüğü değiştirin. Parti içi demokrasiyi zorunlu hale getirin, mecliste muhalefeti denetimde etkili hale getirin bu değişikleri o zaman desteklerim derdim. Göremediğim şey bu oldu. Bu da benim hatam. Keşke bugün savunduklarımı onu o zaman görseydim.
Ama hayat, öğretiyor.
Bunlar da ilginizi çekebilir