Liyakat meselesi, Türkiye’nin elit/ezik yarılmasını ve yarasını dağlayan en temel ve önemli bir konu olduğundan, vasat popülist klişeler ötesinde titizlikle ele alınmayı hak ediyor.
Son yıllarda, belirli bir partiye, cemaate, sosyal kesime bağlı, fakat yeterince ehil olmayan kişiler ile kadrolaşma eğilimleri daha sık konu edilir oldu. Son Merkez Bankası Başkanı ve Maliye Bakanı atamaları ile görünürdeki liyakatsizlik meselesi ayyuka çıktı. KPSS’de başarılı sonuçlara rağmen haksız elemeler,
nepotizm, sahte diplomalı kamu çalışanları ve yöneticileri problemi tekrar gündeme geldi.
Fakat bu önemli konuyu da popülist
vasatlık ile ele alıp, yine araçsal siyaset malzemesi olarak çabuk tüketmemeli elbette. Zira dile getirilişi oldukça yüzeysel ve ikicil nakarat şeklinde: “Liyakat mı, sadakat mı?”
Oysa bu keskin ya/ya da yarılmasının ötesine geçerek, bazı kavramsal ve pragmatik ayıklamaları yapabilmeli. Argümanları enine boyuna irdelemekten özellikle de belirli bir tarafın işine yarar endişesi ile imtina edilmemeli.
Dolayısı ile umalım ki bu toplumcu görev yazısı da zihinlerde “’liyakatsizlik sebep, vasatlık sonuç’ mu, yoksa ‘vasatlık sebep, liyakatsizlik sonuç’ mu?” gibi yeni bir sarmal tartışmasına yol açmasın. Hele hiç bir konunun münazara ve müzakere edilemeden hemen münakaşaya dönüştüğü şu mevcut konjonktürde.
LİYAKAT VE
MERİTOKRASİ
Liyakat en basit anlamda, hem bir göreve en uygun, ehil veya layık olan kişinin getirilmesi, hem de işlerin layıkı ile yapılması demek. Sözcük dilimize Arapça’dan geçme ve “lyk” kökünden gelme. Zengin dilimizde “merit” olarak da kullanılıyor.
Meritokrasi de nitekim, erkin, yönetsel sorumluluk ve yetkilerin kişilerin kendi başarı ve yetilerine göre paylaştırıldığı bir siyasi yönetim sistemi. Yani görev dağılımlarının insanların cinsiyet, sosyal statü, para, din, mezhep, ırk, etnisite, memleket, parti, cemaat veya başka kimlik göstergelerine bakılarak yapılmadığı. Bunların tercih veya eleme sebebi olmadığı.
Öte yandan, liyakat bağlamında kayırmacılık gibi ahlaki ve başka sosyal psikolojik etki meseleleri tarihte oldukça eski. Fakat meritokrasi terimi literatüre 1950’lerin ikinci yarısında girdi. Yani nispeten yeni. Üstelik, pek çok düşünür ve toplum bilimci tarafından kavram matah bir şeymiş gibi tartışılmadı.
Örneğin Arendt meritokrasinin, eşitlikçi demokrasinin eşitlik ilkesi ile en az oligarşiler kadar çeliştiğini savundu. (bkz. 1) Sıklıkla avantajlı, seçkin veya başarısı tescillenmiş bireylerin sürekli olarak eşitsiz sistemi döndürmeleri ile toplumsal adaletsizliğin pekiştiği, uçurumun büyüdüğü ve başka ek toplumsal sorunlar doğurduğu vurgulandı.(Bkz. 2)
“Merit” olarak görülen, “değer” verilen kıstasların muğlaklığı birincil engel olarak gösterildi. Dolayısıyla da gücü elinde bulunduranlarca kolaylıkla keyfiyete ve suistimale yol açtığına dikkat çekildi.
“Meritokrasi efsanesi” veya “liyakat tuzağı” ile sosyal Darwinizme, “radikal” ve “kar topu” eşitsizliğe, yani sonuçta kaçınılan “mediokrasi çıkmazına” veya “popülist vasatlığa” varıldığı tartışıldı. Ayrıca yaratılan rekabetçi ortamda, hem yetenekli ve başarılı olanlar, hem de diğerlerinin yol açtığı yepyeni psikolojik ve toplumsal sorunlar söz konusu edildi.
VASATLIK VE POPÜLİST DEMOKRASİ
Dolayısıyla bu noktada, liyakat kavramının iyi bir şey olarak iş görebilmesi için başka bazı hususların da altını hızlıca çizelim.
Öncelikle, topluma hakim vasat liyakat anlayışından ve popülist pratiklerinden vaz geçmeli.
Bunların başında da toplumsal başarıyı ve demokratik ilerlemeyi bireyler ve onların kişisel beceri veya yeteneksizlikleri ile açıklamak geliyor. Çünkü bu önemli yapısal yetersizlikleri gölgeler ve sistemik arızaları örter.
Dolayısıyla kişilere ve onların makama layıkı ile yerleştirilmelerine odaklı dar tanımlar ve biçimsel göstergeler bırakılmalı. Onun yerine kolektif ilkelerde, bütüncül fikirlerde, yapıcı önerilerde, elbette entelektüel ürünün ve ilişkisel performansın kalitesinde liyakat aranmalı.
Weber’ci bürokrasi anlayışında liyakat ilkesi esastır. Fakat bunun devamında bireylerin yeteneklerini belirleyen popülist istatistiki yöntemlere gereksinim duyulur. Merkezi ve nesnel standart testler de yüceltilir.
Oysa bu testlerle, ezbere dayalı alan bilgisi ve mekanik işler dışında akademik veya iş başarısı için gerekli olan pek çok insani özellik ölçülemez veya saptanamaz. Örneğin, kavramsal çözümleme, eleştirel ve çok boyutlu düşünme, yaratıcı ve hızlı problem çözme, etik inisiyatif alma, ironi ve mizahla soyutlama, dinamik koşullara zamanlı uyum, iletişim ve ilişkisel perspektif becerileri gibi vasıflar. Bunlar özellikle de yönetim yetkisi ve sorumluluğu gerektiren pozisyonlar için son derece önemli ve gerekli yetilerdir.
Yani ÖSS, KPSS gibi standart test uygulamaları ile uzmanlaşmış psikolojik değerlendirmeleri karıştırmamak gerekir. İkincisi hem kişinin ve hem de işin niteliklerini çok yönlü ele alarak en iyi eşleştirmeleri hedefler.
Fakat ister standart, nesnel veya isterse bireyselleştirilmiş, öznel yöntemler kullanılsın, buradaki en temel üç mesele şunlar: Geçerlik, güvenirlik ve otoriteye güven sorunu. İlk ikisini toplumdaki entelektüel sermayenin niteliği belirler. Üçüncüsü doğrudan kolektif siyasetin kalitesine bağlı.
Nitekim bizimki gibi popülist araçsal demokrasilerde bugün her üçü de vasat veya vasat altı düzeydedir.
TÜRKİYE’DE LİYAKAT VE SİYASET
Türkiye 2022’ye eğitimden iş tecrübesine kadar
fırsat eşitliğinin, şeffaflığın, adaletin, hesap verebilirliğin, profesyonelliğin ve siyasi güvenin olmadığı bir toplum olarak girdi.
Eskiden beri de zaten geleneksel, cemaatçi, merkeziyetçi ve otoriter diye betimleniyor.
Devlet veya özel sektör pek fark etmeksizin, eğitim ve diğer kurumlarının toplam kalite düzeyleri benzeşik değil. Ayrıca tabela yüksek okullar “üniversite” diye pıtrak gibi açılıyor. Para, torpil, sosyal ağlar ile diplomalar, dereceler bol keseden saçılıyor.
Özgeçmişlerdeki prestijli kurumlar bile tek başlarına artık hiç bir şey ifade etmiyor. Zira,
düşük akademik kalite sebep, yüksek sahte akademik kariyer enflasyonu sonuç!
“Örgün eğitim” yapılanmaları dışında ve
kolay erişilebilir “yaşam-boyu eğitim” olanakları son derece yetersiz.
Devlet veya özel sektördeki görevlerin
geçerliği yüksek iş analizleri yapılmıyor.
Bunların ne tür insani donanım ve beceriler gerektirdiğinin
formel veya enformel dökümleri yeterince güvenilir değil.
Zamana uygun ve somut geribildirimler ışığında
sistematik yenilenmiyor. Bunlar göreve talip olanlar veya kurum çalışanları tarafından
şeffaf olarak bilinmiyor.
İşe alımlarda veya yükseltmelerde adaylar arasında bu
becerilerin öznel fakat olabildiğince yansız, geçerli psikolojik değerlendirmeleri söz konusu bile değil.
Kısacası, ülke buram buram entelektüel, toplumsal ve siyasi vasatlık kokuyor.
Liyakatsizliğin baş aktörlerinden medya bunun hem üreticisi, hem de hızla meşrulaştırarak bulaştırıcısı.
Kamusal makamlara en “liyakatli” kişilerin seçilmesi şöyle dursun, olanlar yerlerinden oluyor.
Kayırılan, sadık ve şahsen güvenilen kişilere önemli makamlar ödül veya ikram olarak teslim ediliyor.
Kısacası, akademideki “kör değerlendirme” gibi, her türlü “etiket gösterge” etkisinde kalmaksızın doğrudan ürünün kalitesine bakılabilmeli. “Yeterince iyi” insani ve kurumsal gelişme kapasitesi geçerliği ve güvenirliği denenmiş yöntemlerle belirlenebilmeli. Toplumsal yapı ve sistemler güçlü ve sürdürülebilir kılınmalı.
Tüm bunlar sağlanmadan “liyakat” söyleminin dillere dolanması son derece anlamsız, işlevsiz, hatta trajikomik!
Türkiye hala insana ve insan-toplum ilişkisel psikolojisine yabancı. Hatta artık ondan, yani tanımadığından ürküyor. Tamamen bir alacakaranlık kuşağına girmiş durumda. Kuşku artık sadece kendinin ötekilerinden değil, kendinden tereddüt boyutlarında.
Nitekim iktidar ve muhalefetin liyakat ve siyaset anlayışlarındaki temel fark da burada:
İktidar merit olarak, “faiz sebep-enflasyon sonuç” gibi tüm bilinen sebep-sonuç dizgelerini tersine çevirecek retorik beceriyi ve halkı ikna yeteneğini önemsiyor. Ezber bozucu ve kendine-topluma zarar verici hamleler ile konfüzyon, tereddüt ve şaşkınlık yaratıyor. Gücünü böyle tazelemeyi benimsiyor.
Muhalefet ise iktidarın zaten en başından beri tahrip etmek istediği kişisel seçkincilik yaklaşımını öne çıkarıyor. Bireysel liyakatı savunarak onun seçkin düşmanlığını tahrik ediyor.
Cumhuriyet’in “elitler/ezikler yarılmasını ve yarasını” dağlıyor. Seçimi kazandıktan sonra kadrolara işinin ehli ve tecrübeli kimselerin getirileceği ezberini tekrarlıyor.
Böylece de tabii
Türkiye’de seçimi kazanmaktan tutun da, seçimden önceki toplumsal dönüşüm tasarımlarına kadar, masadaki tüm konuların yetkin veya erdemli bireyleri aşan, yani geniş ve yapısal-sistemik tanımlı bir “liyakat meselesi” olduğu kolaylıkla göz ardı edilebiliyor.
Buyrunuz, popülist vasatlık ve liyakat konusundaki pozisyonunuza kendiniz karar veriniz.
--
- Hannah Arendt (1954) “The crisis in education”.
2. Jo Litter (2018)
Against Meritocracy: Culture, power and myths of mobility. New York: Routledge.
Editör: TE Bilisim