Kadınlar, kendi cinslerini ötekileştirmedikleri, yukarı tırmanmak için üzerine basmadıkları, daha “iyi” hissetmek adına karşısındakini daha “kötü” hissettirmeye çalışmadıkları bir çağ gelirse şayet, işte o zaman “kadının varoluş sancısı” bir nebze dinmeye başlayacak…

Bazı coğrafyalarda bazı konuların “siyaset üstü” olması anlaşılabilir bir durumdur; örneğin “eğitim” dendiği zaman Finlandiya’da hangi siyasi görüş iktidara gelirse gelsin, rutinde sanmıyorum ki bir değişiklik olsun. Finlandiya örneğini ülke ile alakalı özel bir araştırmam veya ülkeye özel bir ilgim olduğundan değil, tamamen “Beyaz Zambaklar Ülkesi” okumam üzerinden verdim. Veyahut sağlık konusunda herhangi bir ülkede değişen iktidar ile paralel şekilde “Haydi şimdi şehir hastaneleri diye bir şey kuralım ve bunları işletelim.” diye bir proje olur mu, yılların hastaneleri ve personeli yeni hastanelere taşınmak zorunda bırakılır mı, onu da sanmıyorum.

Bizde “siyaset üstü” dendiğinde akla gelen ilk kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bile son yıllardaki değişimi ve dönüşümü, akla ikinci sırada gelen hukukçuların değişimi ve dönüşümü ile yarışır hâle geldi denilebilir. Bu haftaki ağacımın dalından çok uzaklaşmadan aslında benim dikkat çekmek istediğim konu “siyaset üstü” değil, tam tersine ve maalesef ki “siyaset altı” kalan, Türkiye’de kadının varoluş sancısı üzerine şekillendi.

Türkiye’de kadın olmak ve kadın olmanın verdiği “hayata 1-0 geriden başlamışlık” durumu, Türkiye’deki hiçbir siyasi hareket veya parti tarafından gerçek bir mesele gibi ele alınmamış ve bu durum hasır altı olmak gibi “siyaset altı” olarak kalmış, zaman zaman-ki o zamanlar hep sandığa yakın zamanlardır-nüksetmiş, sahiplenilmiş, “yanındayız”lar, “yalnız değilsiniz”ler havada uçuşmuş fakat sonrasında yine “siyaset altı”na itilmiştir.

Hatta o kadar acı ki, günümüz Türkiye’sinde kimi siyasetçiler, sanatçılar veya sanat yaptığını düşünenler ve diğerleri tarafından kadın, gündeme gelme aracı olarak bile kullanılmaktadır. “Gündeme gelme aracı” olarak diyorum çünkü örneğin geçtiğimiz hafta Afyonkarahisar-Sandıklı İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Çöl’ün, Şarkıcı Gökçe için söylemiş olduğu “Bu ilçeye giremez.” şeklindeki beyanının gerçek hayat akışında gündeme gelme çabasından başka bir karşılığının olduğunu düşünemiyorum, düşünmek istemiyorum. “Gündeme gelme” durumunun işaret ettiği ilk hadise de tabii ki yaklaşan yerel seçimler.

Zannediyorum Mustafa Çöl Beyefendi yereldeki unvanını muhafaza edebilmek adına hem LGBT hem de “kadın”a haddini bildirerek bir taşla iki kuş vurmuş olduğunu düşünmektedir; haklıdır da. Çünkü dediğim gibi kadın, bu coğrafyada “siyaset altı”dır. İhtiyaç anında başvurulan gündem, prim, alkış, mevki, makam aracıdır. Düşünün ki bir ilçe belediye başkanı ilçeye kimin girip kimin giremeyeceğine karar verebiliyor; Sayın Mustafa Çöl Beyefendi’nin aynı çıkışı herhangi bir erkek kişiye karşı göstermesini de merakla ve sabırla bekliyorum, bir kadın olarak. Vazgeçtim, bir insan olarak. Benzer şekilde “tatlı su siyasal İslamcılığı” tartışması bir yana, yine geçtiğimiz hafta bir grup kadının “alkolsüz” olduğunu üstüne basa basa belirttikleri şampanya ile yaptıkları bir kutlama videosu izledik. Üzerine biraz derince düşünüldüğünde grubun erkeklerden oluşması hâlinde bu kadar da gündem olmayacağı aşikâr. Sorun kadınların türbanlı olmalarına kadar getirildi; kadının “Bir Müslümana yakışmayacak şekilde” eğlendiği şeklinde ve “madem o kadar Müslümanlar, bu şekilde eğlenenleri kınıyorlar kendileri neden yapıyor?”, “Millet fakirlikten kırılıyor onlar parti yapıyorlar.” gibi eleştiriler aldılar bolca, sanki kimse düğün-dernek yapmıyor da 2023 yazında yalnızca bu kadın grubu “Bride to be” yapmışçasına. Paragrafın başında da dediğim gibi, tüm “biz-onlar” önyargısından bağımsızca düşünüldüğünde yine görüyoruz ki eğlenen grubun tek suçu “kadın” olmak. Ben şahsen hayatımda eğlendiği için linçlenen ne Kemalist erkek gördüm ne faşist erkek ne komünist erkek ne siyasal islamcı erkek ne de başka bir x parantezinde kategorize edilebilecek erkek. Ama ne zaman ki biz kadınlar biraz depomin salgılamayagörelim, “Olmaz, günah.”landık, ayıplandık. Ve bu haftanın kanımca en seviyesiz ve aslında bu yazıda yer vermekten bile utandığım beyanı Serdar Ortaç’tan geldi kadınlarla ilgili. Şimdi burada kelimesi kelimesine yer verip biraz daha sulamak istemiyorum o gündemi fakat, kadın bedeni üzerinden yapılan ve son zamanlarda duyduğum en korkunç yorumlardan biriydi diyebilirim. İşte kadın böyledir; sarılıp yatarken, dizinde ağlarken, uğruna şarkılar yazarken iyidir ama ne sebeple olursa olsun hayatınızdan gittiği anda iki organdan ibarettir kimi için. “Sanatçı” dediğimiz ve ruhunun inceliğine güvendiğimiz, yıllarca şarkıları ile bizi belki de zaman zaman ağlatmış ama çokça coşturmuş olan birinin bile günün sonunda “kadın”ı betimlerken kullandığı tabirlere bakınca, gri duvarlar arasında “siyaset” yapan zatların “kadın”ı kendi hayat dinamiklerinde koydukları yeri çok da ayıplayamıyorum, çok üzgünüm ki.
Umuyorum ki on yıllar belki de yüz yıllarca sürecek olan bu bilinçlenme süreci sonunda geriye bakar ve son derece haklı bir şımarıklıkla “Bir zamanlar bu ülkede kadınlarla ilgili ne kadar çağın gerisinde demeçler verilmiş.” der, güler geçeriz.

Yine en başa dönersek, biz toplum olarak maalesef kadın konusunda oldukça iki yüzlüyüz. Canımız istediğinde kadın toplumda her şeyin üstünde, kadına şiddete zinhar hayır; fakat şarkımızda, örneğin “Türk pop müziğinin en büyük kadın savunucularından biri” dendiğinde akla ilk gelen kişi olan Gülşen’in “Kendini bana vurdurtmasın” sözünü veya Ajda Pekkan’ın “Sevdiğim adam aldatıyor kandırıyor başka kız dostlarıyla dolaşıyor, vazgeçemem ben hiç ondan.” Sözünü rahatlıkla melodileştiriyoruz. “Kadın”ı siyasetin altının da altına sokan ve her türlü şiddeti yeniden üreten bu “sanat”lar sanırım kadına karşı yapılan iki yüzlülüğe çok yerinde örneklerdir. Erkeklerin kadına yaptığı her türlü şiddet eleştirisinden kadının kadına yapılan her türlü şiddete bir şekilde ortak olmasına evrilen bu haftaki ağaç dalım, uzamasından en çok ürktüğüm dalım sanırım fakat biz ve bizim gibi coğrafyalarda kadın her zaman her koşulda bu iki yüzlülüğe kurban edilmeye devam edileceği gerçeği de var, şüphesiz.

Bu yazının erkek eleştirisinden, kadının kadına yapılan şiddete farkında olsun olmasın, odun atmasına doğru evrilmesi tabii ki tesadüf değil. Çünkü genelde her hastalıkta olduğu gibi panzehir yine zehirde. Yani kısaca, kadınların bu “siyaset altı” olma durumunu kotaracak olanlar yine kadınlar. Kadınlar, kendi cinslerini ötekileştirmedikleri, yukarı tırmanmak için üzerine basmadıkları, daha “iyi” hissetmek adına karşısındakini daha “kötü” hissettirmeye çalışmadıkları bir çağ gelirse şayet, işte o zaman “kadının varoluş sancısı” bir nebze dinmeye başlayacak; çözümün birinci basamağı erkeği eğitmekte değil, kadında bu bilinci oluşturmakta, naçizane fikrim.

Umuyorum ki on yıllar belki de yüz yıllarca sürecek olan bu bilinçlenme süreci sonunda geriye bakar ve son derece haklı bir şımarıklıkla “Bir zamanlar bu ülkede kadınlarla ilgili ne kadar çağın gerisinde demeçler verilmiş.” der, güler geçeriz.

--

*Alternatif rock grubu Kurban’ın Yosma isimli eserden alıntıdır.