Parasal Savaş Sanatı: Yaptırımlar ve Ekonomik Mücadelenin Yeni Aşaması
Dominik A. Leusder
RUSYA’NIN UKRAYNA’YI İŞGALİNE BATI’NIN TEPKİSİNİN büyüklüğü, işgalin kendisi kadar şaşırtıcı oldu. Sisteme son derece entegre halde bir kapitalist ekonomi, benzeri görülmemiş bir hız ve kapsamda birkaç gün içinde finansal küreselleşme ağlarından koparıldı. Rusya’nın korkunç savaşı başlatmasından iki buçuk hafta sonra ülke tecrit edildi; dış dünyayla ekonomik bağları gün geçtikçe zayıflıyor.
Batı yaptırımlarının odaklandığı ilk alanın önemli Rus işadamları ile şirketlerinin varlıkları ve finansal işlemleri olması sürpriz teşkil etmedi. Aynı yaptırımlardan bazıları Rusya’nın 2014’te Ukrayna’ya gerçekleştirdiği ilk saldırının ardından hâlihazırda uygulanmıştı. Rusya’yı cezalandırmaya yönelik siyasi baskı artarken ABD, İngiltere ve AB, Rus bankalarının küresel bankalar arası mesajlaşma sistemi SWIFT’den çıkarıldığını duyurdu. Batı, Rusya’nın New York’taki bankalarla olan ilişkilerini durdurarak nihayetinde ülkeyi küresel dolar bazlı takas sisteminin dışına itti.
Küresel ödeme sisteminden dışlanma, yaptırımların tırmanmasında önemli bir adımdı. Ancak ABD ve AB enerji ile ilgili tüm işlemleri yaptırımlardan muaf tuttu: Rus gazı ve petrolü ülkeler arasında akmaya devam edecekti. Gerçek jeoekonomik kırılmayı oluşturan şey işgalden sonraki Pazar günü uygulamaya konan müteakip önlemlerdi: Rusya’nın yurtdışında tutulan yabancı rezerv varlıklarının dondurulması ve Rusya Merkez Bankası ile yapılacak işlemlerin tamamen yasaklanması. Gelişmekte olan piyasalarda döviz rezerv varlıkları merkez bankaları tarafından para birimlerinden kaçışı önlemek için kullanılır —açık piyasa işlemlerinde söz konusu para biriminin değerini desteklemeyi taahhüt ederek—. İşgalden sonraki Pazartesi günü piyasalar açıldığında, Batı, Rusya’yı merkez bankasının yurtdışındaki kurumlarda tuttuğu 630 milyar dolarlık döviz kazancının yarısından mahrum etti. Ruble bunun ardından dolar karşısında rekor seviyelere geriledi. Batılı firmalar Ruble’den göç etmeye başladı ve bu henüz sona ermedi. Son olarak, geçen Salı ABD, Rus petrolüne ithalat yasağı getirdi.
Bunun Rus siviller için taşıdığı kısa vadeli sonuçlar açıktır: satın alma gücünde çarpıcı bir düşüş; çok daha yüksek bir işsizlik; gıda, ilaç, araba ve ev aletleri gibi temel mallarda kıtlık. Peki ya sonra? İran ve Rusya’ya yönelik yaptırımların mimarı (terör ve mali istihbarattan sorumlu Hazine Müsteşarı olarak) CIA Başkan Yardımcısı David Cohen’in 2019’da belirttiği gibi, hedef rejim değişikliği ise zorlayıcı yaptırımlar işlemez. Gerçekten de İran’a karşı uygulanan ağır yaptırımlar ve ticaret önlemleri, bırakın hükümet değişikliğini, kalıcı herhangi bir davranış değişikliğine bile yol açmadı. Cornell Üniversitesi’nde görev yapan tarihçi Nicholas Mulder’ın yaptırımlar tarihi üzerine kaleme aldığı yakın tarihli The Economic Weapon (Ekonomik Silah) kitabı durumu daha kapsamlı biçimde ortaya koyuyor. Mulder, yaptırımların caydırıcılık veya zorlama ile pek de ilgisi olmadığını gösterdi: bir bütün olarak yaptırımlar düşmana, özellikle de sivil nüfusa karşı bir kuşatma, bir yıpratma savaşı teşkil ederler. İran örneğinde uzun süreli ABD yaptırımlarının insani sonuçları çok ağır oldu. Ekonomik büyüme zayıfladı, gelirler durağanlaştı ve gıda fiyatları yükseldi. Sonuç olarak gıda güvensizliği ve yetersiz beslenme —özellikle çocuklar ve kadınlar arasında— arttı ve bu, nüfusun büyük bir bölümünü kronik hastalıklara daha yatkın hale getirdi. Centre for Economic and Policy Research (Ekonomi ve Politika Araştırmaları Merkezi) tarafından yapılan bir tahmine göre yaptırımların tek başına Trump iktidarı tarafından yeniden uygulanması 2017 ve 2018’de kırk binden fazla ölümle sonuçlandı.
Batı’nın tepkisinin hızından veya bütünlüğünden bile daha şaşırtıcı olan, bunların genellikle olduğu gibi önceden değil, savaş tüm hızıyla devam ederken dayatılmasıydı. Bu yüzden bu yaptırımlar savaş alanındaki beceriksiz kasaplıktan ayrı değerlendirilemez. Putin’in buna karşı yükselen tepkisinin Rusya’nın nükleer cephaneliğini artırmak olması çok şaşırtıcı değil. Merkez bankasının dondurulması Putin’in canını Avrupa’nın Ukrayna’ya silah teslimatı yapmasından daha fazla sıktı.
Mali savaş gerçek bir savaştır ve riskleri çok büyüktür. Geçtiğimiz bir haftada, mali yaptırımlar, yakın gelecekte kaldırılmadığı durumda Rusya’nın yarı otarşik ekonomisini keskin ve kalıcı bir durgunluğa mahkûm edeceği neredeyse kesin olan önlemler haline geldi. Amaçları veya ömürleri ne olursa olsun bu yaptırımlar ülkeyi geri dönüşsüz biçimde değiştirecek.
BÜYÜK DÖNÜŞÜM KİTABINDA KARL POLANYİ, Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yüzyılda Avrupa’da yaşanan göreli barışı, ulusal çıkarları “barış çıkarları” ile aynı doğrultuya getirerek jeopolitik rekabetleri susturan “yüksek finans”ın amansız işleyişiyle ilişkilendirdi. Polanyi’ye göre barış ve ticaret parasal entegrasyon yoluyla birbirine zincirlenmişti. Belki de işgalden önceki kayıtsızlığı besleyen şey bu inançtı.
20.yüzyılın sonlarından itibaren küreselleşme daha da coşkulu biçimde alkışlanmaya başlandı. Hem budala (Tom Friedman ve Altın Kemerler teorisi) hem de sofistike (Paul Krugman) yorumcular uzun zamandır ekonomik entegrasyonun devletlerarası düşmanlıkların sebeplerini azaltacağı yönünde bir argüman sunuyorlar. Gerçekteyse finansal küreselleşmenin son on yıllarını mevcut çatışmanın başlangıç aşamasından başka bir şey olarak görmek oldukça zor.
Mevcut uluslararası para sistemi, küreselleşmenin bu romantik liberal portresinin çılgınlığını herhangi bir silahlı çatışmadan daha fazla gözler önüne serdi. Rusya’ya yönelik yaptırımlar finansal küreselleşmenin son yıllarda daha belirgin hale gelen dip akıntısının bugünkü en açık tezahürü: merkez bankacılığı sistemi aracılığıyla jeopolitik baskı. Son on yılda, parasal savaş olarak adlandırılabilecek bu türden finansal baskıların yıkıcı bir etki yaratmak için kullanıldığı birkaç örnek oldu.
Elbette bu baskı yöntemi yeni değil. Ancak merkez bankasının dondurulması yönündeki olağanüstü adım, parasal mücadelenin yeni bir aşamasında olduğumuzu gösteriyor. Nazi Almanyası bile uluslararası para sisteminden tamamen sürgün edilmemişti. İngiltere Merkez Bankası ile Reichsbank arasındaki ilişkiler 1940’lara kadar devam ederken Uluslararası Ödemeler Bankası Alman Merkez Bankasının savaş boyunca takas ve ödeme sistemlerine erişmesine izin vermişti.
Merkez bankası rezervleri neredeyse kutsaldır; ancak daha 2015’te yeni parasal savaşın ana hatlarını görebiliyorduk. Avrupa borç krizinin ileriki aşamalarında iflas etmiş Yunanistan’ın sosyalist hükümeti ülkenin kreditörlerini temsil eden kurumların oluşturduğu troyka ile karşı karşıya kaldı: IMF, Eurogroup (Avrupa maliye bakanları konseyi) ve Avrupa Merkez Bankası. Krizin doruk noktasında Avrupa Merkez Bankası Yunanistan Merkez Bankasına yönelik “acil likidite yardımını” durdurdu ve bu, Yunanistan’da bankaların kapanmasına ve nakit çekimlerinin sınırlandırılmasına yol açtı. Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in finansal terörizm olarak tanımladığı bu hareket, çok önemli bir referandum öncesinde alacaklılar tarafından seçmenleri etkilemeye yönelik yapılan oldukça küçümseyici bir girişimdi.
Avrupa Merkez Bankası’nın gücü parasal yetki alanıyla sınırlıyken ABD Merkez Bankası’nın erişimi küreseldir. Bunun nedeni, çok geniş bir açık deniz dolar borç havuzunun varlığıdır. Kriz anlarında dünyanın dört bir yanındaki yatırımcılar gezegenin en önemli para biriminin güvenilirliğine ihtiyaç duyduğunda ve dolayısıyla dolar cinsinden varlık sıkıntısına neden olduğunda merkez bankaları finansal sistemlerini desteklemek için dolar rezervlerine bel bağlarlar. Büyük “istihkâm” bilançolarının yokluğunda, bu, onları FED’in dolar takas hatlarına bağımlı hale getirir. Bu takas hatları bir tür iyi niyettir ve iyi niyet esirgenebilir. Covid-19 krizinin getirdiği sarsıntılarda birçok ülke finansal sistemlerinin çökmesini önlemek için dolar likiditesi talep etti. Ancak bundan yararlananlar sadece ABD’nin müttefikleri oldu.
Bu türden bir baskının en bariz örneği Rus işgalinden sadece aylar önce gerçekleşti. Kalan ABD kuvvetleri Afganistan’dan çekildikten sonra Taliban ortaya çıkan boşluğu doldurmak için harekete geçti ve ABD’de tahminen 7 milyar dolarlık rezervi olan merkez bankası dâhil olmak üzere ülkenin kurumlarının kontrolünü ele aldı. Biden iktidarı rezervleri derhal dondurdu ve alaycı bir biçimde yarısını 11 Eylül kurbanlarının ailelerine dağıttı. Asya’nın en fakir ülkesi olan Afganistan, kendisini milyonlarca ölümle sonuçlanabilecek yıkıcı bir kıtlığın içinde buldu.
KÜRESELLEŞMENİN DESTEKÇİLERİ her zaman küresel ticaret ve finans sistemine entegrasyonun başlı başına bir zafer olduğunu savunmuştur. Ancak yukarıda sıraladığımız örneklerin gösterdiği şey, Batı’nın devletleri zorlama yeteneğinin, entegrasyonlarının bir fonksiyonu olarak arttığıdır. Rusya küresel ekonominin merkezi bir düğümü haline geldiği, artık daha savunmasız olduğu ve kırılganlığını azaltmak için çeşitli adımlar attığı ölçüde bu dinamik Vladimir Putin için de geçerlidir. Çin’in ve diğer gelişmekte olan ekonomilerin hızlı büyümesi, Putin’in 1999’da ilk kez devlet başkanı olmasından sonraki yirmi yılda Rusya’nın ihracat sektörünü güçlendiren talebi —petrol, gaz, alüminyum, nikel, paladyum, buğday ve mısır talebi— yarattı. Tüm gelişmekte olan ekonomilerde olduğu gibi devlet, Rus firmalarının döviz kazançlarının bir kısmını kamu kasasında biriktirmesini sağladı. Bu, bütçenin sert bir şekilde dengelenmesiyle birlikte gerçekleşti. Ülkenin siyasi ve teknokrat seçkinleri rublenin çöktüğü ve Rusya’nın borcunu ödeyemediği 1998 mali krizinden sonra büyük bir ders aldı. Bunlar, sonunda savaş sandığı ve istihkâm bilançosu olacak şeyin kökenleriydi.
Bu dönemde küresel finansın evrimi de söz konusu birikim sürecini hızlandırmış olabilir. Rupert Russell, ilgi uyandıran yeni kitabı Price Wars’ta (Fiyat Savaşları) tezgâh üstü türev piyasasının ortaya çıkışının ve emtia endeksi fonlarının yaratılmasının, fiyatların kendilerini arz ve talep dinamiklerinden büyük ölçüde ayırmasıyla birlikte emtia piyasalarını aşırı hızlandırdığını savunuyor. Petrol ve gazın istikrarsız varlıklara dönüşmesi Rusya’ya büyük fayda sağladı. Bunun şiddetli çatışmalara neden olma eğilimi, hem tampon rezervlere hem de savunmaya yönlendirilen yüksek fiyatlı petrol alımlarından doğan beklenmedik kazançların bir fonksiyonu olarak arttı. 2008’de Gürcistan’ın ve 2014’te Ukrayna’nın işgalinden önce petrol fiyatlarında uzun süreli yükselişler yaşanmıştı. Bu son çatışmada da durum buydu.
Putin’in emellerini desteklemek, hem Avrupa hem de Amerika’daki hidrokarbon bağımlılığının şiddetlenen bir eğilimiydi. Özellikle Almanya ve İtalya konut ısınması ve imalat endüstrileri için Rus gazına bağımlıdır. Dünyanın en büyük petrol ve gaz üreticisi olmasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri de açık deniz rafinerileri için gerekli olan ağır Rus ham petrolünü ithal ediyor. İran ile bu konuda anlaşma yapılsa bile Körfez ülkelerinden gelen ham petrol daha hafif olduğu için Rus petrolünün şimdilik bilinen bir ikamesi yoktur. Bu bağımlılık, benzin fiyatlarının iktidara halk desteği konusunda oynadığı kilit rol ile birleşerek Demokratların yaklaşan ara seçimler için hâlihazırda zayıf olan beklentilerini daha da zayıflatıyor. Biden’ın Salı günü ABD ve İngiltere’nin Rus petrol ithalatını durduracağına dair yaptığı şaşırtıcı açıklama, potansiyel olarak yüksek bir siyasi ve ekonomik maliyet taşıyor. Avrupa için de maliyet muhtemelen kabul edilemeyecek kadar yüksek.
Küreselleşme Putin’in militarizminin ve Rusya’nın komşularına karşı giderek şiddetlenen düşmanca tutumunun temelini oluştururken, aynı zamanda ülke ekonomisini de ölümcül şekilde bağımlı hale getirdi —Almanya ve Çin gibi diğer ülkelerden gelen net talebe; çoğunlukla Avrupa’dan olmak üzere makine, ulaşım ekipmanı, ilaç ve elektronik gibi önemli malların ithalatına; ticareti finanse etmek ve yürütmek için küresel dolar sistemine erişime bağımlılık—. Bu, Henry Farrell ve Abraham L. Newman’ın silahlaştırılmış karşılıklı bağımlılık teorisini yorumlamanın bir yoludur: Rusya’nın ticaret fazlasını yaratan ve Putin’e manevra alanı veren finansal küreselleşmenin mantığı, bugün Putin aleyhine çevrilen ekonomik ve finansal silahları da yarattı.
Bu kırılganlık Putin’in ekonomik strateji kavrayışına da yansıyor. 2014’ten bu yana geçen dönemde Rusya Merkez Bankası, rezervlerinin önemli bir kısmını dolardan arındırmaya çalıştı ve ekonomi genelinde ödenmemiş dolar yükümlülükleri azaltıldı. Rusya mevcut çatışmaya hazırlanmıştı. Ama Rusya’nın hamlelerinde aynı zamanda dünya merkez bankalarında tutulan döviz rezervlerinin kutsallığına olan inanç da etkiliydi. Eğer böyle bir kutsallık gerçekten var olduysa, bir gecede yok edildi.
PEKİ RUSYA KRİZİNİN ULUSLARARASI ALANDAKİ ETKİSİ ne olacak? Dolar gibi kilit para birimlerinin durumu önemli bir sorudur. Bu konudaki argümanlardan biri, yabancı merkez bankalarında tutulan rezervlerin herhangi bir şekilde “para” olarak kabul edilememesi durumunda (yani kolaylıkla değişim veya değer saklama aracı olarak kullanılamadığı durumda) doların kendisinin “parasallığının” tehlikeye girebileceği yönünde. Dolar, bildiğimiz şekliyle finansal küreselleşmenin temel direklerinden biridir: ticaret büyük ölçüde dolar cinsinden faturalandırılır ve küresel para piyasası sabit bir dolar cinsinden varlık akışına dayanır. Bu da tam olarak doların ölümünü imkânsız kılan şeydir. Finansal sistem, yatırımcıların kısa vadeli kaprislerine değil, sağlam ve uzun vadeli kurumsal gerçeklere dayanmaktadır: açık bir sermaye hesabı, son derece liberal ve entegre finansal piyasalar ve ABD hazineleri gibi referans varlıklarda derin, likit piyasalar. Çin hâlâ sermaye kontrolleri uygularken, Avrupa doğru yönde atılan son adımlara rağmen henüz yeterli bir güvenilir Euro varlığına sahip değil. Ve küresel finansal sistem şimdiye kadar krizi oldukça iyi atlatıyor gibi görünse de Rus petrodolarlarının kaldırılması aslında tam tersi bir sonuca yol açabilir: riskten kaçınan yatırımcıların daha şimdiden dolara yöneldiği bir zamanda dolar varlıklarının kıtlığı bu para biriminin konumunu daha da sağlamlaştırıyor.
Finansal savaş tehdidi —ve finansal sürgünden kaçınmanın ön koşulu olarak Batı ile jeopolitik uyum içinde olmak gerektiği algısı— gerçekten de diğer para birimlerini dolara göre daha çekici hale getirebilir, ancak durumun sistematik olarak nasıl değişeceğini görmek zor. Şimdiye kadar savaşın doları zayıflattığını ve ABD’nin “kurallara dayalı uluslararası düzenden” ayrılan herhangi bir devletin ekonomisini işlevsizleştirme kabiliyetini baltaladığını gösteren herhangi bir şey yok.
Bununla birlikte politik anlamda uzun vadeli sonuçların öngörülmesi daha zordur. Mevcut ekonomik ve finansal karşılıklı bağımlılıkların çözülmesi olası değil. Ve bunlar küreselleşmenin son günleri de değil. Ancak doux comerce (tatlı ticaret) —paranın barış konuştuğu, barışa yürüdüğü ve barış istediği fikri— kavramı oldukça doğru ve geçerli.
Küreselleşmenin medenileştirici gücüne dair iyimser vizyonun başarısız olduğu konusunda en güçlü kanıtlar Avrupa’da, özellikle de Almanya’da görülüyor. Savaşın kesin sonuçları çoğu ülke için hâlâ belirsiz olsa da Almanya’nın küresel ekonomi içindeki özgün yeri ve kurumları ile siyasetinin bu özgünlüğü ne ölçüde yansıttığı dikkati hak ediyor. Ekonomik entegrasyon güçlerinin Rusya gibi ülkeleri küresel sistemdeki “sorumlu paydaşlara” dönüştüreceği fikri hiçbir ülke açısından geçerli değil. Bu nedenle son otuz yıldır Alman güvenlik ve savunma politikasının temeli, hem NATO gibi çok taraflı bir güvenlik ittifakının üyesi hem de Avrupa Birliği’nin fiili lideri olarak yükümlülüklerini yerine getirmek için yardım ve diplomasinin yeterli olduğuydu. Almanya’nın belalı geçmişi tarafından şekillendirilen dizginleme kültürü tamamen ihmale dönüştü. Angela Merkel’in uzun görev süresi boyunca Almanya, GSYİH’sının en az yüzde 2’sini can çekişen ordusuna yatırma taahhüdünü hiçbir zaman yerine getirmedi. Şansölye Olaf Scholz’un işgalden sonraki Pazar günü yaptığı ve bir defaya mahsus 100 milyar Euroluk bilanço dışı savunma fonu ile yeniden yüzde 2 taahhüdünde bulunduğu konuşması bu nedenle Almanya’nın onlarca yıllık politika konsensüsünden vazgeçemeyeceğine inanan gözlemcileri korkuttu. Görünüşte bu, Alman siyasetinde ciddi bir kırılmadır.
Ancak Almanya’nın savunma vergilerinden kaçınması ülkenin borçlanma maliyetlerinin düşük olduğu bir dönemde, ekonomi genelinde kamu ve özel net yatırım seviyelerini yükseltmedeki büyük başarısızlığın her daim bir parçasıydı. Birincil suçlu, sağlam kamu maliyesinin bütçeyi dengeleyen ve talep “aşırı” hale geldiğinde onu azaltan katı mali kurallar gerektirdiğine dair kuşkulu görüşe bağlı olan, çokça kötülenen maliye politikası konsensüsüydü. Bu taahhüt aslında hem Almanya’da (borç freni denen şey biçiminde) hem de Avrupa genelinde (İstikrar ve Büyüme Paktı) yasalara dökülmüştü. Sonuçta Almanya’da ve Avrupa’nın bütününde çok ihtiyaç duyulan üretken yatırımlar azaldı. Almanya’nın yenilenebilir sektörünün genişlemesi yetersiz kaldı ve ısı pompaları gibi önemli altyapılara yapılan yatırımların hiçbir zaman uygun ölçekte gerçekleşmemesi nedeniyle Rus gazına olan bağımlılık arttı. Rus hidrokarbonlarının serbest akışına olan bu bağımlılık, merkez bankası yaptırımlarında herhangi bir net jeopolitik hesabın var olmama nedenini açıklıyor: enerji işlemleri için muafiyet getirme zorunluluğu başka alanlarda daha güçlü tepkiler verilmesine yol açıyor.
Avrupa bloğunun stratejik özerkliği hakkında dile getirilen herhangi bir söylem, enerji ve savunmaya yönelik büyük yatırımları engelleyen mali kuralları değiştirme taahhüdü olmaksızın içi boş kalıyor. AB liderlerinin 10 Mart’ta Versay’da gayri resmi bir zirve düzenlemesinin ardından, söz konusu amaç için euro cinsinden borç ihraç ederek büyük bir ortak fon oluşturma önerisinin sunulabileceği bildirildi. Bu, pandemi önlemi olarak tasarlanmış, ortak yükümlülüklerle desteklenen 2 trilyon dolarlık acil durum paketinin onaylanmasından sadece bir yıl sonra gerçekleşti. Söz konusu ortak fon oluşturulursa, bu, euronun dolara göre durumunu da kapsayan olağanüstü sonuçlar doğurabilir. Ancak geçmiş yıllarda kesinlikle sonuçsuz kalan birçok AB zirvesinin olduğunu biliyoruz. Avrupa’nın “kurucu babalarından” biri olan Jean Monnet ünlü bir konuşmasında “Avrupa kriz dönemlerinde yaratılacak ve bu krizler konusunda benimsenen çözümlerin toplamı olacaktır” demişti. Euro bölgesindeki on beş yıllık kriz ve yeni kurumsal yapılanmanın ardından ne tür bir Avrupa’nın inşa edildiği ve şu anda karşılaştığı zorlukla yüzleşip yüzleşemeyeceği net değil.
TÜM KRİZLER, İÇİNDEN TÜREDİKLERİ SİSTEMLERİN yapılarını açığa vurur. Aynı şekilde mali savaş da, ağırlıklı olarak olumlu bir küreselleşme vizyonuna dayanan Avrupa projesinin eksikliklerini büyük ölçüde ortaya koydu. Almanya ve AB’nin güvenlik, enerji ve maliye politikasının farklı bir seyir izlemesi artık daha olası. Ancak altta yatan siyasi ve kurumsal dalgalanmalar henüz sona ermedi. Bu nedenle söz konusu engellerin üstesinden gelmek için koalisyonlar ve entelektüel bir fikir birliği oluşturma çabası da sona ermemeli. Avrupa siyasetinin ne ölçüde değişeceği hâlâ önemli bir sorudur.
Daha geniş bir çerçeveden bakıldığında Avrupa siyasetinin değişip değişmemesiyle ilgilenme gerekçemiz açık değildir. Hem Avrupa maliye politikasının ayrıntıları hem de küresel finansal sistemin olası bir yeniden düzenlenmesi, finansal yaptırımların reel ekonomi üzerindeki şiddetli etkilerine kıyasla ikincil öneme sahip görünüyor. Yükselen emtia fiyatları en çok gelişmekte olan ülkeleri vuracak ve bu, yaygın enflasyon, durgunluk ve işsizliği tetikleyebilecek daha da sert bir küresel para politikası sıkılaştırma döngüsünü tetikleyebilir.
Muhtemelen en vahim sonuç, tarım ürünlerinde yaşanacak bir kıtlıktır. Ukrayna ve Rusya dünya buğdayının üçte birini tedarik ediyor; arpa, mısır ve ayçiçek yağının başlıca ihracatçıları. İki ülke Mısır’ın buğday ithalatının yüzde 85’ini, Yemen’inkinin yüzde 45’ini ve Lübnan’ınkinin yüzde 50’sini sağlıyor. Bütün bu ülkeler hâlihazırda gıda kıtlığından, toplumsal huzursuzluktan ve sıradan vatandaşların satın alma gücünü azaltan ve gelirlerinde gıdaya harcadıkları payı artıran para birimi devalüasyonlarından mustarip. Yaklaşan gıda krizi sadece savaşın kendisinden kaynaklanmıyor. Yaptırımlarda tarım ürünleri muaf tutulmasına rağmen pek çok ülke Rus firmalarıyla iş yapılmasını yasakladı. Rus ekonomisiyle bağlarını koparan çok sayıda şirket arasında, nakliye konteynırlarını göndermeyi reddeden ve dolayısıyla buğday ve diğer malların Afrika ile Orta Doğu’ya akışını bozan uluslararası nakliye devleri var. Bu şekilde parasal savaş, pandeminin ardından ortaya çıkan politik-ekonomik-çevresel çoklu krizi sert bir şekilde keskinleştiriyor.
Ama şimdilik bu yükü üstlenecek olanlar sıradan Ukraynalılar ve Ruslar. Ukraynalılar, uzun süreli vahşi bir şiddetle ve olası Rus boyunduruğu ile karşı karşıya kalırken Rusya’nın ayrıcalıklı bir hammadde ihracatçısı olarak yoğun bir avantaj elde etmesi düşüncesi Putin’in milliyetçi-irredantist hırslarının kıyılarında karaya oturmuş gibi görünüyor. Ve 1998 krizini izleyen dönemdekinden farklı olarak Çin talebi krizin etkilerini süresiz olarak yumuşatamayacak. Ruble, düşecek yeni uçurumlar bulmaya devam ettikçe vatandaşlar acı çekecek; artık açıkça despotik olan liderlerse yerlerinde kalacak. Putin’in bir zamanlar komünizm hakkında söylediği bir şeyi tekrarlamak gerekirse: Rusya, küreselleşmenin ana akımından çok uzakta bulunan bir çıkmaz sokağa sürüklendi.
(Bu yazı https://www.nplusonemag.com/online-only/online-only/the-art-of-monetary-war/ adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir.)
Bunlar da ilginizi çekebilir