Bir önceki hafta açıklanan enflasyon raporu, bu rapora ilişkin sunum ve TCMB yönetimine yapılan atamalar piyasalarda büyük bir coşku ile karşılanmış; ancak takiben bir hafta içinde medyaya yansıyan haberlere konu yurt içi ve uluslararası analiz ve yorumlarda izlenen politikalara dönük bazı çekincelere yer verilerek ‘dahası’ talep edilmeye başlanmıştır.
SÖNEN COŞKUCoşku ile karşılanan bir önceki haftadaki gelişmeler atılması gereken doğru adımlar olmakla birlikte, ihtiyaç duyulan tedbirlere göre oldukça zayıf kalan, icraat ve politika uygulaması niteliği taşımayan, sadece beklenen tedbirlere dönük bir sinyal hüviyetinde olan gelişmelerdir. Enflasyon tahmininin daha gerçekçi ve ciddi olması elbette TCMB’nin saygınlığına dönük olumlu bir gelişmedir; ancak güncellenen enflasyon tahmininin gereğine uygun hareket etmek de fiyat istikrarını öncelediğini iddia eden bir kurumdan beklenmektedir.
Benzer şekilde atamalar olumlu karşılanmıştır; ancak bu atamaların içerdiği belirtilen ehliyet ve liyakatın gerektirdiği kararların da alınması talep edilmektedir. Piyasa, makyajı ve icraatı ayırabilecek kabiliyete ve donanıma sahip iken, ekonomi yönetimi ise attığı adımların nasıl algılandığını, sinyal ve icraatin ayrı konular olduğunu, sinyalin yandığı gibi söneceğini ve icraate dönüşmediği müddetçe birkaç günlük etkiler doğuracağını bilip bilmediği konusunda tereddütler doğurmaktadır. Ekonominin çarkları sadece beklenen yabancı sermaye üzerinden dönmemektedir.
Dolayısıyla, geniş anlamda iktisadi aktörler, günlük kullanımıyla piyasalar elbette aldıkları sinyalleri fiyatlamakta, olumlu-olumsuz tepkiler göstermekte; nihai olarak ihtiyaç ve uygulama arasındaki uyumun derecesine odaklanmaktadır. Bir işaret fişeğinin aniden parlayıp aynı süratle sönmesine benzer şekilde, ekonomi yönetiminin verdiği sinyal ve yönlendirmeler de bir alev gibi insanların zihnini harekete geçirmekte, ancak kısa bir süre sonra bu sinyal ve yönlendirmenin gereğine uygun adımların atılıp atılmadığına bakılmakta, kafaların bir kenarında tutulan soru işaretleri işaret fişeği hızında yükselmekte ve güneş misali zihnin merkezinde asılı kalmaktadır.
Geçen haftaki coşkunun ardından doğal olarak “sadede gelelim” moduna geçilmiştir. TCMB’nin kredi piyasasını sıkılaştırıcı ya da selektif kredi politikasını hedefleyici adımları, aşağıda işaret edilecek önemli bir konu haricinde, yerindedir. Ancak “%17,5’luk politika faizi, %30’lar dolayındaki TL’ye cazibe kazandırmayan mevduat faizi, belirli bir kesime hitap eden borsa haricinde TL’yi önceleyen bir ürünün bulunmadığı finansal piyasa ortamı, aylık %10’a ulaşan resmî enflasyon, ithalatın ihracatı giderek daha fazla ezdiği ve Temmuz’da 12,4 milyar USD, ilk 7 ayda 73,6 milyar USD’ye ulaşan dış ticaret açığı, negatif 50 milyar USD dolayında swap sonrası net rezervler, %7’leri aşması muhtemel bütçe açığı, tutarı, kalıcılığı ve ne vereceği-alacağı belirsiz bir sermaye girişine odaklanan bir ekonomi yönetimi”nin unsur ve aktörlerini oluşturduğu, yoksulluğun damgasını vurduğu bir panoramanın tepesinde asılı bulunan soru işaretlerini indirecek ve aşama aşama güneşi yükseltecek bir anlayışın yokluğunda, birkaç günlük heyecan doğurucu adımların süratle sönmesi doğaldır.
Hâlihazırda para ve kredi piyasasında bazı sıkılaştırıcı ve doğru adımlar atılmıştır; kabul edilmelidir ki bu adımlar meselenin ağırlığına göre tüy sıklet, çözümün netliğine göre oldukça fludur. Enflasyon dinamikleri öylesine bozulmuştur ki, eğer politika faizi enflasyondan kopuk şekilde düşük düzeyde tutulacaksa, başta piyasa faizlerinin (kredi-mevduat-tahvil) keskin şekilde artması, yapısal reformların hayata geçirilmesi ve gerçekten enflasyonla mücadele sürecine geçilmesi gerekmektedir.
Hayatla henüz tanışmamış çocukların, bihaber oldukları ısrarlı hataların ve inatların faturasını ödemesi nasıl kabul edilemeyecek bir durumsa, bu çocukların kendilerine ait olmadığı hâlde kendilerine ödetilen faturanın gelecekte hesabını sormasını beklemekte o kadar meşru bir durumdur.ENFLASYONLA GERÇEK MÜCADELE
Son iki senedir Türkiye’nin yoksullaşma ve bölüşüm bakımından büyük bir kriz yaşadığını, ekonominin taraflarını, piyasayı ve parasal aktarım mekanizmasının faktörlerini ve aktörlerini, bunların tepkilerini anlamamakta ısrar eden ekonomi yönetiminin piyasa oyuncularının hamleleri karşısında boşa düştüğünü ve giderek saldırganlaştığını ve girdiği girdap içinde savrulduğunu sürekli olarak vurguladık.
Bu nedenle son iki senedir ‘ödendikçe bakiyesi artan bir fatura’ bu ülkenin insanına kesilmiş, okul çağındaki çocuklar günlük öğünlerini karşılayamaz duruma düşürülmüştür. Bedeli kısmen ödendikçe bir faturanın kalanı (bakiyesi) azalır; ama Türkiye’nin faturası ödendikçe artmaktadır.
Eğer ekonomi yönetimi rasyonel olduğunu ve bu işi bildiğini iddia ediyorsa enflasyonla samimi ve olması gerektiği gibi mücadele etmelidir. Bu nedenle Ağustos ayı Para Politikası Kurulu toplantısından itibaren para otoritesi üzerine düşeni yapmalıdır. Aksi hâlde enflasyon raporu ve diğer olumlu karşılanan gelişmeler etkisini kaybedecek ve piyasa kendi adımlarını atmaya başlayacaktır. Maliye bacağında ise kamu harcamalarının azaltılması için tasarruf genelgeleri yayımlamanın ötesine geçilerek, hangi kalemlerden ne kadarlık tasarruf yapıldığı halka beyan edilmelidir.
İllüzyon ve algı yaratarak sorunlarla yüzleşme sürecinin uzatılması sadece tükenen ve üzerinde tepinilen halkın bataklığa savrulması anlamına gelecektir. Çocukları aç olarak okula giden bir memleket diye başlanan cümlenin tamamlanmasına bile gerek yoktur. Hayatla henüz tanışmamış çocukların, bihaber oldukları ısrarlı hataların ve inatların faturasını ödemesi nasıl kabul edilemeyecek bir durumsa, bu çocukların kendilerine ait olmadığı hâlde kendilerine ödetilen faturanın gelecekte hesabını sormasını beklemekte o kadar meşru bir durumdur.
Bu nedenle ekonomi yönetimi son derece radikal adımlar atmalı ve her tarafa çekilen ‘kademeli geçiş, sonuçları görmek’ gibi kılıflarla süreci ertelememelidir. Önceki yazılarımızda ısrarla ve defalarca teknik bir dille açıkladığımız üzere ‘kademeli geçiş’ reel ekonomiye (üretici ve tüketici) bir katkı sunma özelliğine sahip değildir. Bir noktada, kademeli geçiş kabul edilse dahi, bu geçiş hâlihazırda yapıldığı şekilde olmamalıdır.
Bir kez daha soralım; politika faizinin düşük tutulması reel sektöre hangi katkıyı sunmuştur? Ucuz krediye erişimi olan az sayıdaki kuruluş haricinde geniş kesimler ne tür bir fayda elde etmiştir? Politika faizi düşük ise neden tüketici ve sıradan şirketlerin maliyeti beklenen enflasyon düzeyindedir? Bu politikalar iktisadi düzenin taşıyıcı kolonu olan sanayi sektörüne hangi faydayı sağlamıştır? %17,5’luk bir politika faizi kademeli bir geçiş ise, mesela %22,5’luk bir faiz ne tür bir geçiştir?
Önceden belirttiğimiz üzere, hâlihazırdaki politikalar enflasyon üzerinden geniş kesimleri ezip geçerken sadece bankacılık sektörüne bir süreliğine fayda sağlanmaktadır. Bankacılık sektörünün artan ve birikmiş ve orta vadede ödenmesinden kaçınılmayacak sorunları bulunmakta olup, mevcut araf hâli sürdürülürse Türkiye’de her kurum ve sektörün yediği darbeden daha büyüğünü bankacılık sektörü alacaktır; bu durum ayrı bir yazının konusudur.
Bankacılık sektörünün artan ve birikmiş ve orta vadede ödenmesinden kaçınılmayacak sorunları bulunmakta olup, mevcut araf hâli sürdürülürse Türkiye’de her kurum ve sektörün yediği darbeden daha büyüğünü bankacılık sektörü alacaktır.
Enflasyona uygun bir faiz politikasının reel sektörü boğacağı yönündeki kısmen haklı argümanlara karşı atılacak adımlar mevcuttur. Öncelikle son iki senedir izlenen yanlış politikaların bir bedeli ve faturası olduğu kabul edilmelidir. Mesele zaten bu faturanın bölüştürülmesidir. Hükümet bu faturayı bölüştürmek için herhangi bir adım atmamakta, faturayı olmaması gerektiği şekilde dağıtmakta; bazı alanlarda ertelemelere başvurarak ödenecek faturanın bedellini daha da büyütmektedir.
İktidarın ihtiyaç duyulan çözümlere yönelmemesinde görünen neden yerel seçim olmakla birlikte, kanaatimizce iktidar için esas olan muhtemel bir anayasa değişikliği referandumudur. Seçim veya referandumda iktidarın rakibi; dinamik ve bilinçli geniş bir toplumsal kesimi temsil etme kabiliyetini yitiren, titrek ruhu sönen ve yosun tutmaya başladığı için canlılık emarelerini yitirmeye başlayan çapsız ve paçoz muhalefet değil, mevcut ekonomik bunalım ve bugünleri de aratabilecek daha büyük bir krizdir.
Eğer mevcut politikalarla ve iktidar değişikliği doğurmayacak seçimlerle süreç sürüncemede bırakılmaya devam edilir ve radikal adımlar atılmazsa döviz kurunun keskin şekilde artışı önlenemeyeceği gibi, enflasyonun üç haneyi zorlaması dahi mümkündür. Beklenen yabancı sermaye girişi, alınması gereken tedbirlerin aciliyetini ve mevcudiyetini ortadan kaldırmamakla birlikte, maalesef pratikte kalıcı çözümlerin hayata geçirilmemesi için bir dayanak olarak kullanılmaktadır.
Sorumuzu şöyle soralım; 10 veya 20 ya da 30 milyar USD’lik bir sermaye girişi hangi sorunu çözecektir? Yukarıda açıkladığımız psikolojik dalgalanmanın benzeri yaşanacak, birkaç hafta piyasalar coşacak, akabinde negatif 50 milyar USD olan swap sonrası net rezervin hâlâ ekside olduğu, hala dış ticaret açığı verildiği gerçeğiyle baş başa kalınacak ve hükümetten sorunlara çözüm bulunması istenecek, gerekli ilave adımlar atılmadığında aksi reaksiyonlar geliştirilecektir.
Elbette sermaye girişi olumlu bir gelişmedir, ancak bu durum ekonominin sürüklendiği çıkmazın aradığı çözümlerin ikamesi olamaz. Son dönemde garip bir şekilde yabancı sermaye girişiyle kur baskısının kalkacağı ve döviz piyasası terazisinin ağır basan talep tarafının dengeleneceği beklentisiyle hareket edilmektedir. Bir katkı sunması beklenen yabancı sermaye girişi, maalesef ayak sürümenin, gerçekle yüzleşmenin ve çözüm üretmenin bir alternatifi konumuna gelmiştir. Eğer yabancı sermaye girişi beklentisi olmasa, faizler bu derece düşük tutulamaz ve yapısal reformlardan ısrarla kaçınılmazdı. Yabancı sermaye girişinin fonksiyonu ve hangi sorunun çözümüne katkı sunacağı konusunda bir kafa bulanıklığı olduğu açıktır.
Eğer mevcut politikalarla ve iktidar değişikliği doğurmayacak seçimlerle süreç sürüncemede bırakılmaya devam edilir ve radikal adımlar atılmazsa döviz kurunun keskin şekilde artışı önlenemeyeceği gibi, enflasyonun üç haneyi zorlaması dahi mümkündür.
PİYASADA BEKLENTİLEREkonomi yönetimi piyasa dostu bir yaklaşımla normalleşme ve sadeleşmenin kademeli olarak gerçekleştirileceğini beyan ederek ve bu yönde bazı doğru adımlar atarak fiiliyatta şunu beyan etmiştir: artık ilave kısıtlayıcı düzenlemeler yapılmayacak ve karar verici piyasa olacaktır. Kredi-mevduat faizlerinin ve döviz kurunun belirleyicisinin ekonomi yönetimi olmadığı kabul edilmiştir.
Bu işareti, beklentiyi ve yönlendirmeyi, hatta dünyaya ilan edilen taahhüdü alan piyasa artık önden hareket edecektir. Kısa süre sonra piyasanın önden gittiği ve ekonomi yönetiminin sadece bir takipçi olduğu görülecektir. Şu anda kararlar alan veya kendisinden bazı taleplerde bulunulan yönetimin belirleyici olduğu yanılsaması sürmektedir. Oysa ekonomi yönetimi oyun sahasında bir aktördür; tek aktör değildir. Kendisinden talep edileni karşılamadığı an cezalandırılacaktır.
Yönetim bir ölçüde anlaşılabilir nedenlerle hala belli alanlarda istikameti çizebileceğini düşünerek bazı müdahalelere yönelmektedir. Her müdahale piyasanın karşı tepkisi ile karşılaşmakta ve görünenin aksine yönetimin piyasayı değil, piyasanın yönetimi sınavdan geçirdiği bir mücadele sergilenmektedir.
Örneğin, kurlar baskılandığı müddetçe (şu anda yapıldığı üzere) piyasa durmaksızın yönetimi test edecektir. Yani kurların baskılanması, dönüp dolaşıp piyasanın yönetimi baskılamasıyla sonuçlanmakta ve kur bir noktada süratle yükselmektedir. Bu durum son 1-2 ay içinde dolar kuru 24, 25, 26 TL’de iken yaşanmıştır ve 27 TL’de iken de yaşanacaktır. Eğer yönetim, örneğin kur 30 TL iken yine baskı yaparsa, bu demektir ki kur yine ani bir sıçrama yapacaktır.
Bu müdahaleler sürerken, rezervlerdeki herhangi bir azalma ortamın psikolojisini değiştirecek ve yönetimin zayıflığını sezecek piyasa saldırganlaşacaktır. Önümüzdeki haftalarda dolar kurunun keskin şekilde 30 TL’ye yaklaşması beklenen bir durumdur. Çünkü baskılanan her fiyat ucuzdur. Her baskılama ilave talep ve artış döngüsü yaratmaktadır. Üstelik resmî aylık enflasyonun %10 olduğu ve kurun baskılanarak mevcut düzeyinde tutulduğu bir ortamda, yabancı sermaye muhtemel bir devalüasyon ya da değer kaybı riskini almak istemeyecek ve giriş için kurun yükselmesini bekleyecektir.
Hükümet normalleşme yolunda bir taahhütte bulunduysa ve en acil sorunu veya en yakın riski döviz krizi olarak tanımladıysa (ki tüm adımlar buna işaret etmektedir.) bunun gereğini yapmak zorundadır. Aksi hâlde piyasa yönetimi öyle bir ezecektir ki sınırlı sermaye girişi dahi yeterli olmayacak ve kambiyo kontrolü dışında bir seçenek kalmayacaktır.
Tek paralı ülkeler için tesis edilen teori, çift paralı ve dövizin sadece dış ticarette bir ödeme aracı olmadığı, çok daha fazla şekilde bir yatırım aracı olduğu Türkiye gibi ekonomilerde işlememektedir. Sadece dış ticaret ya da sadece enflasyona dayalı bir kur değerlemesi Türkiye şartlarında geçerli değildir. Sanal paraların sıfırdan bugünkü değerlerine ulaşması ve altının değerlemesine benzer şekilde esas olan taleptir. Talebin belirleyicileri ise ticaret ve ödeme aracından çok daha önemli olan risk ve beklenen getiridir. (18 Haziran tarihli yazımızda bu konu irdelenmiştir.)
Seçimler öncesinden başlayarak çok sayıda yazımızda, döviz kuru ve faizler üzerindeki baskıların kaldırılması ve tutarlı politikaların izlenmesi hâlinde, finansal piyasa fiyatlarında (faiz ve kur) dengelerin oluşması ve içinde bulunduğumuz Ağustos ayı sonuna kadar doların 30 TL’ye ulaşması, politika faizinin Ağustos ayında (3. PPK toplantısıyla) %30’u aşması, enflasyonun yıl içinde %70, kredi-mevduat faizlerinin enflasyon düzeyinde olması, yıl sonundan itibaren enflasyondaki gerilemeye bağlı olarak faizlerin de gerilemesi, 2024 sonunda enflasyonun %35 düzeyinde gerçekleşmesi, kurun ise enflasyona paralel bir seyir izlemesi beklentimiz ifade edilmiştir.
Hâlihazırda iktidarın faiz ve kur üzerindeki baskısını devam ettirmesi nedeniyle beklentilerimizin bir kısmı henüz gerçekleşmemiştir. Yıl sonuna doğru enflasyonun %70 dolayında olması yaygın şekilde ifade edilmektedir. (TCMB’nin tahmini, %70 olasılıkla, %54-62 arasındaki orta nokta %58’dir.) Enflasyon doğrudan ve büyük ölçüde hükümet müdahalesi dışında olduğundan beklentimiz dahilinde bir gelişme gerçekleşmiştir.
Ancak yukarıdaki tahminlerimizin dayandığı ‘hükümetin müdahalelerini kaldırması’ varsayımı hayata geçirilmediği için kur ve faizde denge arayışı nihayetlenmemiştir. Dolar kurunun önümüzdeki haftalarda 30 TL’ye doğru keskin şekilde hareket etmesi beklentimiz sürmektedir. Kredi-mevduat faizinin enflasyona doğru hareketlenmesinin ise bir süre sonra gerçekleşeceğini düşünmekteyiz. Zaten menkul kıymet alma zorunluluğu üzerinden baskılanan mevcut kredi faizleri üzerinden bankaların kredi kanalını açması, mevcut risk ve enflasyon profili nedeniyle, mümkün değildir. Bu durum bir süre sonra kredi faizlerinde artışa yol açacaktır.
Uluslararası yatırımcılar nezdinde dile getirilen taahhütler ve kaçınılmaz olan adımlar dolayısıyla birkaç ay içinde politika faizinde ve mevduat-kredi faizinde keskin artışlar beklemekteyiz. Çünkü politika faizinin uygun seviyelere çıkarılmadığı, faiz üzerinden TL’ye çekicilik kazandırılmadığı müddetçe enflasyonla mücadele edildiğine kimsenin ikna olması mümkün değildir. Coşkuyla karşılanan küçük adımlar birkaç gün sonra ‘sadede gelelim’ çağrılarıyla etki ve gücünü yitirecektir. Ayrıca ilk aşamada coşkuya neden olan küçük adımların benzerlerinin daha sonra bir etki yaratmadığı da görülecektir. Artık büyük adımların atılması vaktidir. Sadede gelinmelidir.
Üretimi desteklediğini iddia eden bir iktidar, sanayinin kredilerden aldığı payın azalmasına müsaade etmemelidir. Bu yapılırken, kamu kesimine ilave yük yaratmamak adına, bir kesime sağlanacak ayrıcalık veya avantajın diğer bir kesime yüklenmesi önem taşımaktadır.
KREDİLER VE SANAYİ SEKTÖRÜHükümet üretim ve ihracatı önceliklendiren bir politika izlediğini iddia etse de, ekonominin tüm taraflarının feryatları yükselmektedir. Günümüzde ve gelecekte bedeli ödenecek olan genişletici politikalarla üretim ve istihdam bir bakıma ayakta tutulmuştur. Temeli çürük olan politikalar nedeniyle bu ayakta tutmanın bedeli yoksullaşma ile ödenirken, zoraki ve yanlış şekilde ayakta tutmanın bedelinin üretim ve istihdamda da ödenmesi aşamasına gelinmiştir. Hükümet bu yüzleşmeden ısrarla kaçınmaktadır.
Geçen hafta BDDK bankacılık sektörü Haziran ayı bültenini yayımladı. Sektörel kredi dağılımı raporu verileri incelendiğinde ilginç, ama son dönemde oldukça olağan bir hâle dönüşen bir sonuçla karşılaşılmaktadır. Nasıl ki dar ve orta gelirli gruplar ve üretici-ihracatçı kesimler lehine ve cari dengeyi iyileştirici adımlar atıldığı iddia edilmesine karşın, aksi yönde neticeler alınıyorsa, benzer bir durum, sınırlı ve küçük olan kredi pastasının sektörel dağılımında da gözlenmektedir. Hedeflendiği iddia edilen durum ve ulaşılan sonuç aksi istikamettedir.
Haziran 2022 döneminde, imalat sektörünün kısa vadeli nakdî krediler içinde %33 olan payı Haziran 2023’de %28’e, toplam nakdî krediler (kısa-orta-uzun vade) içindeki payı %22,8’den %22,1’e gerilemiştir. İmalat sektörünü de içerecek şekilde tarım-hayvancılık, inşaat ve diğer sanayi kolları dâhil edildiğinde ise (ticaret, turizm ve finansal kesim hariç), bu kesimlerin kısa vadeli nakdî kredilerden aldığı pay %45,2’den %38,5’a, tüm nakdî kredilerden aldığı pay %42,7’den %42,2’ye gerilemiştir.
Dikkat edilirse, üretici kesimin kısa vadeli kredilerden aldığı pay daha keskin şekilde azalmaktadır; çünkü orta ve uzun vadeli kredilerin neredeyse bankaların ürün gamından kaldırıldığı bir ortamda, imalat ve diğer sanayi kolları kısa vadeli de olsa yeni krediye erişemezken, daha önceden alınan orta ve uzun vadeli kredilerin stok üzerindeki etkisi, azalarak da olsa, devam etmektedir.
Sanayi sektörünün krediler içindeki payının erimesinde çeşitli faktörler etkili olabilecektir. Örneğin, 2021’in aksine özellikle 2022’de ve bir ölçüde 2023’de sanayi sektörünün büyümeye katkısının azalması, ayrıca dış talep koşullarının bozulması ve iç talepte bir keskin daralma beklentisinin ağırlık kazanması gibi faktörler nedeniyle üretime dönük kredilerde bankaların çekingen davranması mümkündür.
Medyadan izlediğimiz kadarıyla sanayi sektörünün kredi talebinde bir azalma mevcut değildir; aksine kredi taleplerinin karşılanmadığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla kredi talebi değil, değişen kredi arz politikası sanayinin kredilerdeki azalan payında etkili olmuştur.
Oysa ki, ekonomi yönetimi ve düzenleyici kurumlar, sadece ihracat için değil, sanayi sektörü kredileri için de teşvik edici unsurları hayata geçirebilir. Eğer bankaların sınırlı kaynaklarını sanayi sektörüne aktarmaları yönünde kararlı bir duruş sergilenir ise, ilk adım, bankaların sermaye yeterliliğine tesir eden risk ağırlıklarında, desteklenmesi amaçlanan krediler lehine bazı ayarlamalar yapılabilir.
Ama çok daha önemli bir adım, 16 Temmuz tarihli yazımızda belirtildiği üzere, sanayi sektörüne verilen kredilerin faizinin bir bölümünün (azami bir sınır konulmak suretiyle) diğer tür kredilere getirilecek ilave yüklerden karşılanması ve ilaveten sanayi sektörü kredilerinden bankaların elde ettiği faizin vergi istisnasına tabi tutulması ve uğranılacak vergi kaybının ise tüketime konu ithal mallara yüklenecek vergilerden ve bankalara getirilecek ilave kurumlar vergisinden karşılanmasıdır.
Üretimi desteklediğini iddia eden bir iktidar, sanayinin kredilerden aldığı payın azalmasına müsaade etmemelidir. Bu yapılırken, kamu kesimine ilave yük yaratmamak adına, bir kesime sağlanacak ayrıcalık veya avantajın diğer bir kesime yüklenmesi önem taşımaktadır.
Benzer şekilde, neden belli bir sayının üzerinde aracı ya da evi olan kişilerin taşıt ve emlak vergisi artırılmamaktadır ya da boş tutulan belli sayının üzerindeki evler için ilave vergi getirilmemekte ya da borsada belli bir tutarın üzerindeki kazanca vergi getirilmesi, aynı şekilde belirli bir büyüklüğü aşan finansal kazançların vergilendirilmesi neden sağlanmamaktadır? Türkiye’nin sürüklendiği çıkmaz içinde alternatifsiz kalan borsaya yatırım yapan yatırımcılar, kazançları üzerinden hesaplanacak %5-10’luk bir vergiden dolayı borsaya girmekten vazgeçmeyecektir.
İktidarın enflasyonla mücadelede ciddi ve sorumlu bir kimlikle hareket etmesi kadar, çocukları açlıkla imtihan eden politikaların sebebiyet verdiği krizin geri döndürülemez faturasının bölüşümünde de toplumsal ve sektörel dengeleri gözetmesi bir zorunluluktur.