Modern siyasal yapıların ve ekonomi-politiğin ihmal ettiği bir gerçek olan dostluk hakkında Doç.Dr. Kenan Göçer ile konuştuk. Doç.Dr. Göçer, kitabı Yunus Emre Aslında Ne Dedi? ile unutulan izonomi kavramını tekrar gündeme getiriyor ve ekliyor; “İzonomi, özgürlük ve eşitliğin aynı anda mümkünlüğüdür. Bu da yönetme ve yönetilmenin olmaması demek.” Nerden çıktı bu dostluk? Çünkü iktisat tarihi, iktisat zihniyeti, ekonomi politik çalıştığınızı biliyoruz. Hiç beklediğimiz bir konuyla çıktınız okurun karşısına. Başka alanlara, felsefeye yelken açış… Neden? Aslında, kitap olarak düşündüğümüzde Türkün İş Zihniyeti’nden itibaren yavaş yavaş kendi sorularımı bulduğumu düşünüyorum. Zamanla bu kendi cevaplarımı hazırlamaya dönüştü. Bu anlamda bir macera denebilir belki de. Soru ve cevap kendilik dolayımından geçince yapılan işi tutkuyla yapıyorsunuz. Böyle düşünüldüğünde, Dostluk Felsefesi’nin habercisi Yunus Emre Aslında Ne Dedi? idi. Yani bir süreklilik diyebiliriz. “Nerden çıktı bu dostluk?” Evet, burası ilginç. Her şey, birgün üniversitede çalışma odamda otururken bir arkadaşın bir kitap hediyesi etmesiyle başladı. Tomas Sedlacek’in ’si ile. 14 bölümden oluşan kitabın ilk konusu Gılgamış Destanı’nın ekonomik yorumuydu. Daha doğrusu Gılgamış ile Enkidu’nun dost oluşunun birtakım sonuçlarının felsefi ve ekonomik yorumundan ibaretti. O ilk bölümü okuduktan sonra kitabı kapatıp çarşıya indim. İzmit’in merkezinde Yürüyüş Yolu vardır. O yürüyüş yolunda saatlerce yürüdüm. Eğer kitabı o hızla okumaya devam edip yürüyüşe çıkmasaydım, elbette yine etkilenmiş olacaktım ama başka bir kitaba geçecektim büyük bir ihtimal. Fakat ben durdum. Bütün durmaların sonunda da 3-4 saat yalnız yürüyüş. O yürüyüş, kitabın bana daha da açılmasını sağladı. Yürüdükçe açıldı kitap. Açılan şuydu: dostluğun içinde büyük bir imkân saklıydı. Bugüne kadar bu imkânı görmemiştim. Galiba iyi kitaplar sonrasında durmalar ve yürümeler yapılmadığında kitap, derinliğini tam olarak açmıyordu. Yani zamanınızı verdiğinizde, etkilendiğiniz kitaba tam olarak yöneldiğinizde kitap da size, kimseye açmadığı yönlerini açıyor ve hediyelerini sunuyor. Yunus Emre Aslında Ne Dedi? kitabınızda olduğu gibi yeni kitabınız Dostluk Felsefesi’nde de izonomi vurgusu var. Dilerseniz önce bundan başlayalım… İzonomiden ne anlamalıyız ve bu kavram neden önemli? Dostlukla ilişkisi nedir izonominin? İşte biraz önce bahsettiğim o hediyelerden biri, dostluk ile izonomi arasındaki benzerliği farketmem olmuştu. İzonomi, özgürlük ve eşitliğin aynı anda mümkünlüğüdür. Bu da yönetme ve yönetilmenin olmaması demek. En yakın dostunuzun size durmadan talimatlar, emirler verdiğini düşünün… Sizi durmadan yönlendiriyor. Elbette bunlar daima iyiniyetle yapılıyordur… Ama kendiliğiniz ne kadar gelişmişse bu yönlendirmeler o kadar rahatsız edici olmaya başlar bir süre sonra. Kendiliğiniz gelişmemişse, kendinize dost olmamışsanız öncesinde, bu yönlendirmelere ihtiyaç da duyabilirsiniz. Dost derken benim kastettiğim daima erdemliler arasındaki dostluk… Yani menfaat ve haz dostluğunu kastetmiyorum. Şimdi siz söyleyin, dostluk bu anlamda izonominin bütün zamanlarda ama kişiler (dostlar) arasında ve fakat her zaman bulunabilecek bir hali olmuyor mu? Dostluğu izonomi üzerinden anlamaya başlamamın düşünmelerimde bana kazandırdığı şey şu açıdan önemliydi: İzonomi, bir zamanlar uygulanıp artık tarihin dehlizlerine gömülmüş bir şey olduğu algısının o kadar da gerçekçi olmadığının somut örneğiydi, velev ki sadece kişiler arasında yaşıyor olsun! Yani ‘koca koca zeytin bahçeleri artık yok diye evlerimizin önündeki birkaç zeytin ağacını yok saymamız, görmezden gelmemiz ne kadar mantıklı olabilir ki!’ çığlığıydı bu bağlantıyı keşfetmem… O zaman "haydi izonomiye geçelim" demekle olur mu sevgili hocam? Bir ekonomik programmış gibi oluyor böyle sorunca… “Geçmek” değil de “kurmak” fiilini tercih ediyorum, dostluğun kurulmasında olduğu gibi. Sistemi düşünmekten, politikaları konuşmaktan tarih boyunca biz sanki insanı unuttuk gibime geliyor. Yanı başımızdaki insanı tanımak ve dinlemekten o kadar uzak kalmışız ki, insana hiç sıra gelmiyor.
Kızılderili ne diyordu? “O kadar ilerledik ki ruhlarımız geride kaldı.” Kokuyu, ruhu, anlamı, hikâyeyi kaybetmek pahasına “ilerledik”, sanki yetişmemiz gereken bir şey varmış gibi!
Eskiden -belki de hâlâ- şu sözü duyduğumda çok dudak bükerdim: “Sevgi her şeyi çözer!”. Çok naif ve kestirmeden olması canımı sıkardı. Bunun hiç kafa patlatılmamış bir cümle olması, hemen herkesten çıkabilmesi zaten o fikrin de ucuzluğunu gösteriyordu… Böyle düşünüyordum doğrusu. Elbette her şeyi çözmez ama çözüme giden yolun oradan geçtiğini farkettim. Daha doğrusu sevginin de tıpkı dostluk gibi aslında ne olduğunu, izonomiyi anladıkça yeni yeni anlamaya başlıyordum. Sevginin, dostluğunun taşıdığı gizil gücü es geçen hiçbir politika veya ekonomik modeli ciddiye alamıyorum. Bu noktadayım. Bir de "halitik" kavramını kullanıyorsunuz. Tam olarak ne anlamalıyız bu kavramdan? Halita, Arapça bir kavram, karışım demek. Ben de buradan ‘disiplinlerarası’nın yerine ‘halitik’i uydurdum. Disiplinlerarası, çok akademik bir kavram ve dile de zor geliyordu. Dostluk Felsefesi ise akademik bir metin değil. Dahası, pek çok kavramı dostluk kavramı üzerinden yeniden yorumluyor ve bunu da dostane bir üslûpla yapıyordu. Bu kavramla, örneğin “para, borç, zaman, ekonomi, ticaret gibi konuların dostlukla ne alakası var?” denilen noktayı halitik bir tarzda aşıyor metin. Bu nedenle halitik bir yapı çıktı ortaya. Ne kadar anlatabildim bilmiyorum. Umarım anlatabilmişimdir. Kitapta sık sık yavaşlamaktan bahsediyorsunuz. "Yavaşla ki tez varasın" diyorsunuz mesela. Modernitenin zaman olgusuna bir eleştiri mi bu? Yaratılan teknoloji elbette hayatımızı kolaylaştırdı ama kolaylaştıkça da zamanın içine gömülü anlamı kaybettik. Ruhsuz, kokusuz bir zamanda bulduk kendimizi. Tıpkı artık kokusuz domates yememiz gibi. Domatesin ömrü uzadı ama kokusu gitti. Gel de şimdi Byung-Chul Han’ın Zamanın Kokusu’nu anma! Koku zamana anlamını, hikâyesini veriyor. Hayatımızdaki anlam eksikliği, anlam düşmesi kokunun kaybolmasıyla da ilgili. Koku kaybının ne anlama geldiğini ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğunu geçtiğimiz veya geçemediğimiz son salgında da (covid) görmedik mi? Kızılderili ne diyordu? “O kadar ilerledik ki ruhlarımız geride kaldı.” Kokuyu, ruhu, anlamı, hikâyeyi kaybetmek pahasına “ilerledik”, sanki yetişmemiz gereken bir şey varmış gibi! Sanırım medeniyeti de borç ilişkisiyle tarif ediyorsunuz ve özgürlüğü her türlü borçtan kurtulma olarak ele alıyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Evet, medeniyet, ‘medine’den, o da deyn/din’den geliyor, ki borç demek deyn. Özgür insan da borcu olmayan insan demek. Borçlu insan, kime borçlu ise borcun büyüklüğü oranında özgürlüğü kısıtlanmış, kısıtlı insandır. Kime borçluysanız, onun hakkında tüm düşündüklerinizi ifade edemezsiniz. Ama şöyle bir şey de var: Bizi dünyaya getiren, büyüten anne babamıza, bizi doyuran besleyen doğaya, toprağa, suya borcumuz yok mu? Kullandığımız alet edevatı geliştiren insanlara borcumuz yok mu? Onlara da borçluysak, özgürlükten bahsetmek ne kadar mümkün peki?
Dostluk, büyük kitleleri, yani toplumu hedeflemez. Aslında dostluk topluluğu da hedeflemez. En doğrusu dostluk hedeflemez, ânı yaşar, ânın içindeki sorunlara odaklanır, dostuyla andaki sorunu aşmaya çalışır.
Burada öyleyse bir ayrım yapmak gerekiyor… Borç eğer kayıtlı veya rakamlandırılmışsa özgürlüğümüzü elimizden alabilirken, rakamlandırılmamışsa minnet borcumuz oluyor ve bu da özgürlüğümüzü elimizden almadığı gibi borçlu olduklarımıza saygı ve şükranlarımızı sunarak, onlara karşı sevgi duyarak, doğaya ve anne babamıza dost olarak, yani bağlı kalarak ve bu bağı canlı tutarak bu borcumuzu ödemeye çalışıyoruz. Ama ödemeye çalıştığımız bu borcun da asla bitmeyeceğini bilerek… Çünkü borç ödendiğinde ilişki ve bağ kesilir. Borçlu olduklarımıza bağlıyızdır çünkü. Bağ, herkesi birbirine bağlar. Bu bağ sayesinde hiç kimse birbirine kötülük edemez. Çünkü bağ bizi yaşatır. Özgürün dilimizde yakın zamanlara kadar karşılığı serbest idi. Ser, Farsça baş demek, best ise besteden hatırlarsak, bağlı anlamına geliyor. Özgür insan, gerçekte bağlı demek, sevdiğine, dostlarına, kendisini var edenlere, bağlı olması gerekenlere… Eğer gerçekten bağlıysanız, özgürsünüz, ya da serbestsiniz. Bu bağlılık, ilkeye veya hakikate de olabilir. Dostluk, iktidarın veya merkezileşmenin de bir antitezi gibi sanki. Ne dersiniz? Denebilir. Dostlukta hangi dost merkezi dost olduğunu iddia edebilir? Etse bunu diğer dost kabul eder mi? Yani dostlar birbirini yönettiğini söylediğinde dostluk hem hükmen ve hem de fiilen bitmiş olmaz mı? İktidar üzerine hiç kafa yormayan, onu kafa yormaya değer konu olarak görmeyen kişilere bunu belki de dostluk üzerinden anlatmak en doğrusu gibime geliyor. Gezgin dervişleri de bir dostluk hareketi olarak görüyorsunuz. Bu dervişlerin diğer sûfîlerden farkı nedir acaba? Gezgin dervişler değil sadece, gezmeyen dervişler de iktidar dışında konumlandırırlar kendilerini. Fakat zamanla onlar arasında da kurumsallaşma başlayınca kaçınılmaz olarak bir iktidar sorunu çıkıyor. Tarih içinde olan da buydu. Bağdat sûfileri olarak kavramsallaştırılan ekol ile onlardan ayrılarak kendilerine başka bir yol tutturan gezgin dervişler arasındaki ayrım, iktidara karşı hassasiyet ile ilgiliydi. Gerçi zaman içinde aynı soruna gezgin dervişlerin de uğradıkları biliniyor. Geliştirdikleri yöntemle bundan uzak durmayı başarmış başka bir ekol melâmîler olmuştur. Güçlü bir ekol olmamıştır; çünkü güce karşıydılar. Tasavvufta güçlü bir ekol olmak, paradoksal bir durum zaten. Güce karşı durarak bu gücü kendinizde nasıl toplayabilirsiniz? Genel olarak tasavvuf, özel olarak melâmîler zaten güce karşı olan veya olması gereken bir tavır alış değil midir?
Yol, hiçbir dahlimiz olmadan içine doğduğumuz dünyadır. Arapçada dünya, denîdir, yani aşağılık bir yer. Aşağılık bir yerin yolunu kendimize yol bellememiz bizim de aşağılıklığı kabul ettiğimiz anlamına gelir.
Dostluk nasıl bir iktidar tanımıyorsa kendi ilişkisinde, genel olarak sûfîler, özel olarak da melâmîler zaten iktidarın dışında ve iktidara karşı hassasiyetiyle bilinmeleri gayet doğal. Çünkü iktidar, birikim demek, birikim için kurulmuş ağlar demek… Dervişler, sûfîler veya melâmîler de birikimi dağıtan ve tüm varlıkla dost olmayı seçen veya dost (evliya, mevla, veli) olmaya, yani varlıkla eşitlenmeye çalışan kişiler değil midir? Okuduğumuz kadarıyla öyle… Eğer bunun dışında bir fotoğraf görüyorsak bu zaten bağlam dışı. "Dostluk, toplum değil topluluk kurar." diyorsunuz kitapta. Bunu biraz açar mısınız? Dostluk, büyük kitleleri, yani toplumu hedeflemez. Aslında dostluk topluluğu da hedeflemez. En doğrusu dostluk hedeflemez, ânı yaşar, ânın içindeki sorunlara odaklanır, dostuyla andaki sorunu aşmaya çalışır. Bu anlamda mevcut sorunu aşmak için birbirlerine ihtiyacı vardır. Birbirlerine verdikleri destek ve cesaretten, birliktelikten çevresi etkilenir ve bu dostluğa öykünürler. Topluluk, söz konusu dostluğa öykünme girişimi… toplum ise topluluğa öykünme girişimi. Ama dostların toplulukla veya toplumla doğrudan bir ilgisi yok ama belki dolaylı bir ilgisi var denebilir. Bu nedenle kurulan dostluk ne kadar erdemli veya sağlam olursa, öykünme veya taklidi o kadar hızlı olur. Sonuçta taklidin de iyi taklidi veya kötü taklidi olabilir. Taklit kalitesiz demek değildir ama aslı da değildir. Bunun farkında olunduğunda dostlukları ciddiye almak herhalde kaçınılmaz görünüyor. Tam da cemaatler gündemdeyken, kitabınızda; “cemaat (communitas), paylaşım ilkesinden birikime kayınca özgünlüğünü kaybediyor" diyorsunuz. Cemaat gerçekliğini kabul etmekle birlikte bunların önemli bir kısmının mağdur olmadıklarını aksine devletin hep yanı başlarında olduğunun vurgulanması lazım diye düşünüyorum. Cemaat toplumun genel düzenini reddeden küçük adacıklar olarak görülecekse devletle yakınlıkları tutarsız değil mi? Cemaat veya com-munitas (birbirine minnet borcu olan grup), eğer gerçekten cemaatse zaten kendi kendine yani kendine bağlı olanlara yeten bir yapıdır. Başka bir yere bağlıysa veya minnetini başka bir yapıdan bekliyorsa com-munitas dağılmış demektir. Adı hayali olarak yaşar. Gerçekliği yoktur. Olmayan şeyi de konuşmaya gerek yoktur herhalde. Dostları, yoldan çıkanlar diye tabir ediyorsunuz ve heretik, rafizi gibi sıfatlar kullanıyorsunuz. Buradaki yoldan kastınız nedir? Yol, hiçbir dahlimiz olmadan içine doğduğumuz dünyadır. Arapçada dünya, denîdir, yani aşağılık bir yer. Aşağılık bir yerin yolunu kendimize yol bellememiz bizim de aşağılıklığı kabul ettiğimiz anlamına gelir. Dost, dostunu bu aşağılıklığı kabul edişten rahatsız olup sadece kendini değil, öteki benliği olan dostunu buradan çıkarmak isteyen kişidir. Önce kendisi bu aşağılıklığı görmüş, fark etmiş ve daha sonra da dostunu bu fark edişe ortak etmek istemiştir. Belki bu yoldan rahatsız olmuş ve fakat yoldan çıkacak cesareti yoktur… Dostuyla birlikte olduklarında ondan bu cesareti almak istemiş de olabilir. Kendimizi zayıf hissedebiliriz. Bu zayıflıktan çıkmanın yolu da dosttan geçer. Bu anlamda dost, dostunu yoldan çıkarır. Başka bir ilgi çekici nokta da kitapta hem de aynı sayfa içinde Marx'tan ve Akif'ten alıntılar yapıyorsunuz. Çok yönlülük ile kastınız bu mudur? Her ikisi de içinde bulunduğu toplumu, dünyayı uyandırmak ister. Her ikisi de dünyanın böyle gelmiş ama böyle gitmemesi gerektiğini söyler. Yöntemleri, argümanları birbirine zıt olsa da “değiştirmek” istemede ortaktırlar. Yeni bir eylem başlatarak özgürlüğün (serbest) yolunu tutarlar. Birbirlerinden farklı oldukları yanı görmek ne kadar değerli ise benzer yanlarını görmek de o kadar hakkaniyetli olsa gerek. Ve bu, neredeyse hiç yapılagelen bir yol-yöntem değilse daha da değerli olsa gerek yapılmaya çalışılan iş… Haddimi aşmak istemem ama solun metafiziğe, maneviyata; dindarların da maddiyatı tanımaya, çelişkilere odaklanmaya, tecessüse ihtiyacı aynı oranda zorunlulukmuş gibi görünüyor bugünün dünyasında. Elbette bu, bu söyleşinin sınırlarını aşıyor. O nedenle uzatmak istemiyorum.