Cumhuriyet tarihimiz, siyasilerin çıkmaza girdiğinde geçmişin kahramanlıklarına sarılmalarının örnekleriyle dolu. Osmanlı’ya sarılmak da bir siyaset yapma biçimi olarak günümüzde uygulanan bu kaçış yollarından sadece biri.  Teknoloji ve iletişimin en yoğun yaşandığı 21. yüzyılda, Türkiye dünya ile entegre olabilme savaşı veriyor. Değişimin saniyelik yaşandığı, dünya düzeni ve sınırlarının anlık değiştiği düşünüldüğünde, hıza ayak uydurmanın yolunun ‘yenilenmekten’ geçtiğine şüphe yok. Bu durum siyaset içinde aynıdır. Hatta siyasetin değişimi ilk anlayan ve uygulayan kurumlardan olması gerektiğini söylemek hiç de yanlış olmaz. Nasıl ki siyaset marifeti ile bilim, teknoloji, sanayi ve toplum gelişiyorsa (Türkiye için böyle, dünyada tam tersi), yine siyaset marifetiyle gelişimin durması da söz konusu olabiliyor. Siyaset bu değişime ayak uyduramadığında eskilere takılıp kalır, geçmişin kahramanlıkları ile övünerek ‘yenidünya’ ile arasındaki farkı daha da açar. Zaten yenilik ve değişimden kopuşun en belirgin göstergesi de eskilere dönmektir. Cumhuriyet tarihimiz, siyasilerin çıkmaza girdiğinde geçmişin kahramanlıklarına sarılmalarının örnekleriyle dolu. Osmanlı’ya sarılmak da bir siyaset yapma biçimi olarak günümüzde uygulanan bu kaçış yollarından sadece biri. Devlet sistemlerin ‘tarihsel ömürleri’ ile ‘sosyolojik-duygusal ömürleri’ farklıdır. Bazı sistemler fiilen bitse bile bazen duygusal olarak devam edebilir. AKP iktidarı ile yüksek bir ivme kazanan Osmanlıya dönüş hareketi, son dönemde oldukça popüler uygulamaları da beraberinde getirdi. Her yerde sarayların yapılması, siyasilerin fotoğraflarda verdikleri Osmanlı kıyafetli pozlar, halife olarak zikredilmeler, mehter marşları, külliyeler, Osmanlı ile ilgili dizi ve sinema filmlerindeki artış, ‘evladı Osmanlı’ profilli kullanıcılar, petrol ve gaz arama gemisine Abdülhamid Han adının verilmesi, Emevi Camiinde Cuma namazı kılma hayalleri bunlardan bazıları… Bütün bu argümanlar ile beraber “Osmanlıcılık” fikri yeniden hayat buldu. “Post Osmanlıcılık” olarak ifade edebileceğimiz bu durum, özünde geçmişten gelen “öç, kin, romantizm ve egoyu” barındırıyor. Psikolojik bağlamda duygusal bir zeminde ilerleyen bu siyaset yapma şekli; siyasetin salt akıl, menfaat, rant, inşaat, gibi kavramlarla değil aynı zamanda güçlü bir duygusallık zemininde ilerlediğini de gösteriyor. Yaklaşık 20 yıllık AKP iktidarının yenileyerek dolaşıma soktuğu bu duygusal “mağdur, mazlum ve mağrur” Osmanlıcılık anlatısı, insanlar üzerinde geniş bir etki de yarattı. Bir bakıma Osmanlıcılık, hayal ve tarihsel anlatı olmaktan çıkarak sıradan yaşamlarımızda karşılık bulan, sanatsal anlayıştan kamusal törenlere, mimariden giyim şekline somut bir gerçeğe dönüştü. Osmanlı ruhu üzerinden ilerleyen bu yeni siyaset tarzı, cumhuriyetin yaratmaya çalıştığı yeni ulus inşasına karşın alternatif bir kimlik de sundu aynı zamanda. Tarihçilerin anlattığı görkemli Osmanlı’nın geçmişini hatırlatmak, halka özgüven ve umut aşılayarak başarılı da oldu. Michael Billig, ‘Banal Milliyetçilik’ adlı kitabında gündelik hayatta bizlere sessiz sedasız birçok milliyetçilik sembollerinin empoze edildiğini söyler. Bu sayede milliyetçilik toplum belleğinde yeniden ve yenilenerek yaratılır. Son 10 yılda banal milliyetçilik, yerini banal Osmanlıcılığa bıraktı. Osmanlı ruhuna sarılmak; batıya verilen ayarlar, mağdur edebiyatları, Adnan Menderes ile başlayan ve daha sonra Abdülhamid’e evrilen iktidar vurgusu beraberinde bir öç ve nefret duygusunu da getirdi. Bu siyaset biçimi içerdeki (iktidar açısından CHP ve uzantıları) ve dışardaki (batılı ülkeler-ABD) düşmanlara karşı nefret diri tutulmalı ve adeta ontolojik bir öfkeye dönüşmelidir. Siyasal İslamcı bakış için İstanbul’un fethi bir milattı ve küffara karşı elde edilen en önemli zaferdi. Ayasofya’nın camii dönüştürülmesi, Çamlıca ve Taksim camilerinin yapılması gibi adımlar İstanbul’un “içerden” yeniden fethedilerek kazanılan yeni Osmanlı zaferleriydi. Osmanlı ruhuna sarılmak meselesi, kamusal gücün verdiği imkanlarla “yeniden diriliş” halini alarak hayatın bir parçası haline dönüştürüldü. Aslında Osmanlı ruhuna sarılmak, insanların ne düşündüğünden ziyade ne hissettiğine odaklanıyordu. Osmanlı’nın dünya tarihinde ortaya koyduğu başarıları inkâr etmenin anlamı yok, olamaz da. Ancak gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet, kendi dönemi içinde değerlendirilmeli. Yenidünya düzeni hızlı üretim ve tüketimi, bilgi akışına göre anında şekillenmeyi ve buna uygun politika üretmeyi gerektiriyor. Artık insanlar daha fazla demokrasi (hatta kişiye özel demokrasi), özgürlük, bilim ve teknoloji talep ediyor. Artık dünya global bir köye dönüştü ve herkes aynı köyün köylüsü.
Şunu unutmamak gerek! Türk toplumu Osmanlı torunu değil Osmanlı tebaasıydı. Osmanlı elitist bir saray iktidarıydı ve yönetimi hiçbir zaman insanıyla paylaşmadı. Osmanlı toprakları padişah ve yakınlarının malıydı, içerisindekilerde onların tebaası…
Uzun yıllar Mustafa Kemal Atatürk ideolojisi üzerinden siyaset yapan CHP radikal bir parti olarak kalmıştı. Elbette Kemal Kılıçdaroğlu ile bu eskiyen anlayış katbekat aşıldı. CHP halkın tercih edebileceği bir partiye dönüştü. AKP ise ilk kurulduğunda CHP ve MHP gibi radikalleşmemişti ve ideolojiler üzerinden siyaset yapmamıştı. Türkiye partisi olabileceğini halka anlatmayı becerebildiği için başarılı olmuştu. Çünkü toplum yeni söylemler bekliyordu ve AKP bu ihtiyaca cevap vermeyi başarmıştı. Ancak son 10 yılda ‘eski CHP’nin düştüğü ideoloji batağına AKP’de düştü. İşte Osmanlı’ya sarılmak bir açıdan AKP’nin ideolojik bir partiye dönüştüğünün de işareti. Bu durum aslında AKP iktidarının yenilikten kopuşunu, gelecekten ümidinin kalmadığını, üretecek yeni politikaları bırakarak ‘romantik denizlerde’ yüzdüğünü gösterdi. Şunu unutmamak gerek! Türk toplumu Osmanlı torunu değil Osmanlı tebaasıydı. Osmanlı elitist bir saray iktidarıydı ve yönetimi hiçbir zaman insanıyla paylaşmadı. Osmanlı toprakları padişah ve yakınlarının malıydı, içerisindekilerde onların tebaası… Peki Cumhuriyet ne yaptı? Cumhuriyet, yönetimi tüm yurttaşlarla paylaştı, herkesi yönetime ortak etti. Eğer bunu anlarsanız, geçmişe takılıp geçmişin kahramanlıkları ile romantik hayaller kurmaz, gerçekleri anlar ve geleceğe yön vermekte cesur davranırsınız. “Şükür Somali gibi değiliz” demek yerine “Neden İsveç, İngiltere, Almanya gibi değiliz?” diye sorarsınız. Şunu da belirtmekte yarar var: Osmanlının padişahları şimdiki kadrolardan çok daha modern ve batılıydı. En azından cehaletle övünmüyorlar, batı yanlısı ve eğitimli kesimi aşağılayıp küçümsenmiyorlardı. Son halife ise ‘Nü’ kadın tabloları çizmekteydi (bkz. Avluda Kadınlar). Araba kullandığımız zaman iki şeye bakarız: yola baktığımız cam ve arkaya baktığımız dikiz aynası. Ön cam büyüktür, geçtiğimiz yolları, karşımıza çıkacak olan engelleri, diğer araçları gösterir. Dikiz aynası ise küçüktür, geride bıraktığımız yolları gösterir. Şayet dikiz aynasına sürekli bakarsak kaza yaparız. Yapılması gereken önümüze bakmak ve karşımıza çıkan yolların durumuna göre direksiyona yön vermektir. Belki zaman zaman dikiz aynasına bakmak gerekebilir, ancak sürekli değil. Ülkeler de böyledir. Geçmişe takılıp kalmak ve özlem duymak yaşlanmayı, durağanlığı ve tükenmişliği gösterir. Almanya ya da Japonya geçmişe takılmış olsaydı bugün dünyanın en önemli ekonomilerinden biri olmayacaktı. Daha 1950’li yıllarda yardım etmeye dört tabur asker yolladığımız Kore, geçmişe takılıp kalsaydı bugün adından söz ettiren teknolojilere sahip olamayacaktı.
Belki zaman zaman dikiz aynasına bakmak gerekebilir, ancak sürekli değil. Ülkeler de böyledir. Geçmişe takılıp kalmak ve özlem duymak yaşlanmayı, durağanlığı ve tükenmişliği gösterir.
Osmanlıcılık, aslında Osmanlı sevdasından değil cumhuriyet düşmanlığından kaynaklanır, seçime kadardır ve oy alınca geçer. İdeolojiler üzerinden siyaset yapmak artık tutmuyor. Osmanlıyı ihya etmek çocukluğumuzda çağırdığımız ama bir türlü gelmeyen ‘ruh çağırmaya’ benziyor. Yenidünya düzenine sırt çevirip kendimizi başka gezegenlerde konumlandırarak kafamızı kuma gömmüş oluruz. Osmanlı tokadı atmak sadece filmlerde kaldı. Oysa artık dünya ülkeleri birbirlerine teknoloji, inovasyon, eğitim, ekonomi gibi tokatlar atıyor. Elbette geçmişten alınacak dersler vardır ancak doğru olan ‘bir ayağı sabit öteki ayağı dönebilen’ bir yaklaşımla geçmişin ışığında geleceği yorumlamak. Mevlana’nın yüzlerce yıl önce söylediği şu söz hala canlılığını koruyor, “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Yaşadığı zaman ve kuşaktan umudu kesen, elinden geleni yapmayıp, mezara gömülmüş cesetlerden medet ummak kadar anlamsız ve nafile bir çabadır bu. Bırakalım her şey eski güzelliğinde kalsın, biz kendi güzelliğimizi yaratalım. 21. yy.'da Osmanlıyı aramak insana ve devlete hiçbir şey kazandırmaz. Mevcut cumhuriyet yönetimini yükseltemezsek filmin sonunda ne Osmanlı ne de cumhuriyet olabiliriz.
Editör: TE Bilisim