Novi Sad, Nazi işgalinden önce Yahudilerin yoğun yaşadığı şehirlerden biri.
Evvela, Yahudi mahallesine gidip sinagogu görmeli zaten bulunduğumuz yer şehir merkezine bir-iki sokak uzaklıkta.
Soykırımdan sonra hayatta kalanların büyük çoğunluğu İsrail’e yerleşmiş.
Bugün, Novi Sad’daki Yahudi cemaati çok azaldığı için sinagog ibadet haricinde kültür-sanat etkinlikleri için de kullanılmaya başlanmış.
Savaş, Novi Sad’ın çokkültürlülüğünü paramparça etmiş -o günden bugüne, kısa aralıklar haricinde, tektipleştirici bu çaba hiç bitmemiş.
Çok güzel, görülesi bir heykel var ama yeri burada değil, bir on dakika yürüyüş mesafesinde, nehir kıyısında.
Bir aile, birbirlerinin ellerini tutmuş, sarılmış, nehirden karşıya bakıyorlar.
Birazdan işgalci faşistler tarafından öldürülecekler çünkü.
“Ocak Baskını” denen bu katliamda bin kadar masum Novi Sadlı, 1942 yılının 21 ile 23 Ocak günleri arasında öldürülmüş.
Biz meydana dönelim yeniden.
Burası tek tek binalarıyla değil o bütün şehrin uyumluluğuyla çok güzel, çok sevimli.
Ara sokakları, caddeleri, meydancıkları…
Uzun cephesiyle Hotel Vojvodina görülmeyecek gibi değil, bir dönemin en lüks otellerinden biriymiş ama şimdi lüksü değil de bir geleneği temsil ediyor gibi geldi bana.
Dediğim gibi, Novi Sad’ın hiçbir binası veya sokağı tek başına ahım şahım değil ama hepsi bir araya geldiğinde ortaya son derece zarif bir şehir çıkmış.
Burada da meşhur bir Sırp şairin heykeli var, adı Jovan Jovanoviç Zmaj.
Jovan Jovanoviç bizim Belgrad Büyükelçiliği olarak kullandığımız binada yaşarmış eskiden.
Yine bu Novi Sad’ın özelliklerinden biri Einstein’ın izafiyet teorisini birlikte geliştirdiği eşi Mileva Mariç’in şehri olmasıdır.
Artık birer Türk kahvesi söyleyip Yugoslavya üstüne konuşalım istiyorum çünkü biz bu hikâyeyi Sırpların gözünden hiç dinlemedik.
Çok iyi bir rehber olmasının yanı sıra bırakın Sırpçı olmayı, Milan milliyetçi bile değil.
Birleşmiş Milletler’in Barış Gücü, Belgrad bombardımanına başladığında çocukmuş ama sığınaklarda geçen her ânı, bütün o tedirginlikleri dünmüşçesine hatırlıyor.
“Yugoslavya’nın çöküşünün ihalesi sürekli Sırplara çıkarılıyor ama bu doğru değil. Kimse, nedense, Nazi Almanya’sı, Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Hırvatların yaptığını konuşmuyor. Almanlar, Hırvatistan’ı Ante Paveliç diye bir kukla faşiste bıraktılar. Onun Ustaşa adlı örgütü devlet gibiydi, Katolik Kilisesi de arkasındaydı ve Paveliç’in ‘Hırvatistan Hırvatlara aittir,’ diye özetleyebileceğimiz bir arzusu vardı. Bunun için de o bölgede azınlıkların yaşamaması lazımdı.
Hırvatistan’ın Bağımsızlık Günü ne zaman? 5 Ağustos. Ne oldu peki o gün? Hırvatlar, Sırpların nüfusun çoğunluğu oluşturdukları Krajina’da büyük katliamlar yaptılar ve çok sayıda Sırp’ı öldürdüler.
Yani, Yahudi, Sırp, Çingene vs. olmayacak. Büyük bir Sırpsızlaştırma politikası başlattı. Hırvatistan’da yaşayan Sırpların üçte birini sürdü, üçte birini zorla ihtida etmeye mecbur bıraktı çünkü Ortodoksluktan da nefret ediyordu, kalan üçte birini ise öldürdü. Derisini yüzme, diri diri yakma, hayattayken parçalara ayırma… Ustaşa’nın caniliğinin sonu yoktu. Hırvatistan bayrağı malum satranç tahtası gibidir. Ustaşa’nın kendine belirlediği simge de ne tesadüf ki aynısıydı. Tek fark, Ustaşa’nınki beyaz kareyle, bugünkü bayraksa kırmızıyla başlar…”
Milan, faşist Paveliç’in yaptıklarını ve son günlerini anlatıyor…
“Hırvatistan’ın Bağımsızlık Günü ne zaman? 5 Ağustos. Ne oldu peki o gün? Hırvatlar, Sırpların nüfusun çoğunluğu oluşturdukları Krajina’da büyük katliamlar yaptılar ve çok sayıda Sırp’ı öldürdüler. Bugün dahi 5 Ağustos’u en coşkulu şekilde kutluyorlar. Dil meselesine de değinmeliyiz. Sırpçayla Hırvatça, ki biz ona Sırp-Hırvatça diyoruz, yüzde doksan oranında benzeşir. Bir Sırp bir Hırvat’ı rahatlıkla anlar.
Ama Paveliç, Sırpça’yı yasakladı. Tabii sonra ne oldu, Nazi Almanya’sı yenilip geri çekilince Paveliç de pek çok Nazi artığı gibi Latin Amerika’ya kaçtı. Çetnikler onu Arjantin’de buldular, suikasta uğradı. Ölmedi, ama vücuduna giren kurşunları çıkaramadılar ve o yüzden iki sene kadar sonra öldü. Yani suikastın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Biz o günlerde Yugoslavya için savaşıyorduk, Hırvatlar değil.”
Kahveden bir yudum daha alıp Milan’ı dinliyorum.
“Yugoslavya deyince şunu söylememiz gerekir: Slovenler hep çok farklıydı. Kalabalık arasında yürüyüşünden seçebilirdiniz bir Sloven’i. Oysa geri kalan halklar için bu kadar keskin ayrımlar yapabileceğimizi düşünmüyorum. Benim Boşnak bir Müslüman’dan veya Makedon’dan ne farkım var? Hepimiz aynıyız aslında, aynı yemekleri seviyoruz, aynı kültürün birer parçasıyız. Yugoslavya’da her şey çok iyi başlamıştı, işçilerin durumu ve hakları çok iyiydi. Yaz ve kış tatilleri vardı, üstelik bir ev almak için ortalama üç sene; otomobil almak içinse bir ay -eve bir maaş!- çalışmaları yeterliydi. Bugünkü düzende hangisini bu kadar kolay alabiliriz?”
Tito çok karmaşık bir isim ama uzun süre İçişleri Bakanlığını yapan Rankoviç pek öyle değil.
“Tito’nun İçişleri Bakanı ve Gizli Polis Şefi Rankoviç… Onun adını bugün bile hayırla ağzına alan yoktur. Hatta Arnavutlar onun adını bugün ele telaffuz etmeye çekinirler. Kimse iyi hatırlamaz.”
Gelelim şu en çetrefil meselelere, yani Kosova ile Krajina’ya…
“Evet, Kosova meselesi çok önemli. Öncelikle şunu söylemem lazım, Kosova ve Metohija bir Arnavut toprağı değildir. Kosovo, kelime olarak da ‘kosovo polje’nin kısaltması. Arnavutça bir anlamı yok ama Sırpça var, ‘karatavuk çayırı’ demek. Pek çok Sırp miti buraya aittir. Düşün ki, 1912 Balkan Savaşlarına ait çeşitli tanıklıklarda bazı insanlar efsanevi kahraman Kraljeviç Marko’yu burada at üstünde gördüklerini söylüyorlar. Hayatlarında hiç ayak basmamış olsalar bile Sırplar için kutsal denebilecek bir yer Kosova.
Ustaşa, Sırp esirlerden kestiği kolları bacakları üstüne ‘Belgradlılar için taze et’ diye bir notla nehre bırakırdı. Bugün Ustaşa’nın yaptıklarını kimse konuşmuyor. Savaş tek taraflı değildi. Hele Yugoslavya’daki, hiç değildi.”
Gelelim, Arnavutlara. Arnavutların gözünde, birinin değerli olması için Arnavut olman gerekirdi, Arnavut değilsen, Müslüman bile olsan hiçbir şey ifade etmez. Arnavutlar, kendi ırklarından olmayan herkese zulmettiler. Sırp kültürüne ait Kosova’daki pek çok şeyi yerle bir ettiler. Tabii ki Sırplar da zulmetmekten münezzeh değil. Bir örnek vereyim: Savaşta, Sırpların bir paramiliter Akrep Birimi vardı, bunlar silahsız Arnavutları ormanlık alana götürüp enselerine birer kurşun sıkarak öldürürlerdi. Arnavutlar da yakaladıkları Arnavut-olmayan esirleri, altını çiziyorum bunlar sadece Sırp değil, Boşnak ya da Türk de olabilirler, Sarı Ev dedikleri bir yere götürürlerdi Arnavutluk’un kuzeyinde.
Orada diri diri adamları keser, organlarını alıp karaborsada satarlardı. O paranın bir bölümüyle de savaşı sürdürürlerdi. Arnavut mafyası bugün bile Avrupa’nın her yerinde son derece faal değil mi? Yugoslavya’daki en çok ‘öteki’ yaratan milliyetçilik, Arnavutlarınkiydi. Krajina’da da tarihin en eski aşamlarından beri Sırplar yaşıyordu. Ne zamanki milliyetçilik ideolojisi Yugoslavların kanına girdi ve insanlar kendilerini Yugoslav olarak değil alt kimlikleriyle nitelemeye başladı, çok acılar çekildi.”
Savaş’ı soruyorum.
“Tito’dan sonra yerine kimse gelmedi. O boşluk dolmadığı gibi Hırvatistan, Paveliç’ten sonra bu kez de Franjo Tucman adlı bir faşisti çıkardı. Sırbistan’da ise Slobodan Miloseviç yükseldi. Bosna’da da Aliya İzzetbegoviç vardı. Seksenlerde Tucman da, Miloseviç de Komünist Parti üyesiydiler ve nüfuzlarını bu konumlarına borçlular ama sonra ne olduysa, bir anda, en şoven politikaların uygulayıcısı oldular. Aliya’nın farkı o tarihlerde radikal İslamcı görüşlerinden ötürü hapiste olmasıydı. Bosna’da şeriat kanunlarını tatbik edemezsiniz, bu mümkün değildir çünkü Balkanlardayız ve burada sizin kurallarınızla yaşamak istemeyen birileri sürekli çıkacaktır.
Bu üç liderin konuşmalarını alın, ırki ve dini kelimelerin yerlerini değiştirin, pek bir fark olmadığını görürsünüz. 95’te Sırplar giderken Boşnak komşularının ağlarken görüntüleri var. Biz bu coğrafyada hep birlikte, bir arada yaşayabiliriz. Ama bu üç lider işleri içinden çıkılmaz bir yere getirdi. Teyzem, bir arkadaşıyla beraberken onun bir keskin nişancı kurşunuyla öldürüldüğüne şahitlik etti. Yan yanaydılar. Teyzemin annesi Sırp, babasıysa Hırvat’tı. Kuşatma zamanında Saraybosna’da yaşıyorlardı. Bir şekilde hayatta kaldılar. Tesadüf eseri, benim ailemde ne Partizan ne de Çetnik vardır. Sadece teyzem Komünist Parti üyesiydi çünkü belediyede çalıştığı için mecburdu.”
Milan, Amerika’ya da çok öfkeli.
Biz bu coğrafyada hep birlikte, bir arada yaşayabiliriz. Ama bu üç lider işleri içinden çıkılmaz bir yere getirdi. Teyzem, bir arkadaşıyla beraberken onun bir keskin nişancı kurşunuyla öldürüldüğüne şahitlik etti.
“Hiçbir şey yapmadılar. Burada ordu var, kılını kıpırdatmadı. Boşnaklar silahlanıyordu, herkes silahlanıyordu. Srebrenica katliamı olmadan önce Sırplar defalarca silahsızlandırın bu insanları, dedi. Hiçbir cevap alınmadı. Sonra her şey patladı ve Sırplar affedilmez savaş suçları işlediler. Paveliç’i, Tucman’ı, radikal İslamcı Aliya’yı görmeden sadece tek bir olay üstünden Sırpları suçlamak haksızlıktır. Tabii ki Sırplar da suçludur. Balkanların hikayesi karmakarışık. Yugoslavya’da herkes acı çekiyordu, aynı zamanda da herkes katildi. Bunu unutmamak lazım.”
Savaş, işgal ve iç savaş arasında halk…
“İkinci Dünya Savaşı’nda hem işgale karşı direniş vardı hem de iki grup arasında iç savaş. Herkes herkesle savaş hâlindeydi. Ailem, kimi görsek kaçıyorduk, diye anlatır o günleri. Ustaşa, Partizan, Çetnik ya da Naziler fark etmeksizin… Tek istisna, işgalci olmalarına rağmen İtalyanlar. Onlardan yemek ve bilgi alıyorlarmış. Bu sayede çok sayıda Yugoslav hayatta kalmış. Ustaşa, Sırp esirlerden kestiği kolları bacakları üstüne ‘Belgradlılar için taze et’ diye bir notla nehre bırakırdı. Bugün Ustaşa’nın yaptıklarını kimse konuşmuyor. Savaş tek taraflı değildi. Hele Yugoslavya’daki, hiç değildi.”
Milan’la Yugoslavya ve milliyetçilik üstüne uzun uzun konuştuk.
Şu şehrin sevimli sokaklarında yürüyüp biraz arınmaya ve rahatlamaya ihtiyacım var.