Çeviriler

Neo-muhafazakâr bir komünizmin ötesinde – Slavoj Zizek (2. Kısım)

Abone Ol
Beijing News’de “‘kaos içindeki Hong Kong’un Batı dünyasını etkilemeye başladığını”, yani Şili ve İspanya’daki gösterilerin, başlama işaretlerini Hong Kong’dakilerden aldığını yazdı. Benzer şekilde, Global Times’da yayınlanan bir makalede Hong Konglu göstericiler “dünyaya devrim ihraç etmekle” suçlandı: “Batı, dünyanın diğer bölgelerinde şiddeti hızla alevlendiren ve Batı’nın yönetemeyeceği siyasi risklerin sinyallerini veren Hong Kong ayaklanmalarını desteklemenin bedelini ödüyor … Batı’da pek çok sorun ve memnuniyetsizlik var. Birçoğu en sonunda Hong Kong protestolarında olduğu gibi tezahür edecek.” Ve meşum sonuç: “Katalonya muhtemelen sadece bir başlangıç.”[1] Barcelona ve Şili’deki gösterilerin, başlama işaretlerini Hong Kong’dan aldığı fikri gerçeklikten uzaktır; bu isyanın temeli hâlihazırda açıkça mevcut olan, muhtemel bir tetikleyicinin ortaya çıkmasını bekleyen, pusuya yatmış genel bir hoşnutsuzluktur. Komünist Çin, Batı’yı kendi ülkelerindeki memnuniyetsizliği hafife almaması konusunda uyararak dünyanın dört bir yanında iktidarda olanların isyankâr halka karşı dayanışmasını ihtiyatlı bir şekilde örmeye çalışıyor. Sanki tüm ideolojik ve jeopolitik gerilimlerin berisinde, hepsi iktidarı elinde tutma yönündeki aynı temel arzuyu paylaşıyormuş gibi… Peki bu savunma işe yarayacak mı? Doğu Avrupa Komünizminin çöküşüne ilişkin yorumunda Jürgen Habermas, mevcut liberal-demokratik düzenin mümkün olan en iyi düzen olduğunu ve onu daha adil kılmak için çaba gösterirken temel önermelerine meydan okumamamız gerektiğini sessizce kabul ederek Sol Fukuyamist olduğunu kanıtladı. Pek çok solcunun Doğu Avrupa’daki anti-komünist protestoların büyük kusuru olarak gördüğü şeyi tam da bu nedenle memnuniyetle karşıladı: bu protestoların komünizm sonrası geleceğe dair herhangi bir yeni vizyon taşımaması. Habermas’a göre Orta ve Doğu Avrupa devrimleri yalnızca devrimleri “düzeltiyor” ya da “yakalıyordu” ve bu devrimlerin amaçları söz konusu toplumların Batı Avrupalıların hâlihazırda sahip olduklarını kazanmalarını sağlamak, başka bir deyişle Batı Avrupa normalliğine dönmekti. Ancak Fransa’daki sarı yelekliler, İspanya’daki protestolar ve benzerleri kesinlikle yakalama hareketleri DEĞİLDİR. Bu protestolar kişilerin liberal-demokratik kapitalizmden derin bir memnuniyetsizlik duymaktan başka bir şey yapamayacaklarını ifade ediyorlar. Yeni olan, popülist Sağın bu patlamaları yönlendirmede Soldan çok daha usta olduğunu kanıtlamış olmasıdır. Yani Alain Badiou sarı Yelekliler için söylediklerinde tamamen haklıydı: “Tout ce qui bouge n’est pas rouge”: hareket eden (huzursuzluk yaratan) her şey kızıl değildir. Günümüzün popülist Sağı, ağırlıklı olarak solcu olan halk protestosu geleneğine katılıyor. Çin burada neo-muhafazakâr tarafı seçmiş görünüyor: modern küresel ekonominin potansiyel olarak yıkıcı dinamiklerini kontrol altında tutmak ve vatanseverlikle geleneksel değerleri vurgulayan güçlü bir Ulus-Devlet eliyle halkın memnuniyetsizliklerini yönlendirmek. Bu tarz bir tutumun sınırları nedir? Wang, görevini yeni bir tanrısal düzen dayatmak olarak görüyor. Bunu, Komünist Parti’nin toplumsal yaşam üzerinde tam kontrol sağlamak için öne sürdüğü bir bahane olarak görüp küçümsememeliyiz. Wang gerçek bir sorunu ortaya koyuyor. 30 yıl önce America against America (Amerika’ya karşı Amerika) adlı bir kitap yazdı ve burada Amerikan yaşam tarzının antagonizmalarını açıkça ortaya koydu. Bunlar içinde söz konusu yaşam tarzının karanlık tarafları da yer alıyordu: toplumsal çözülme, dayanışmanın ve ortak değerlerin eksikliği, nihilist tüketimcilik ve bireycilik… Trump’ın popülizmi yanlış bir çıkış yoludur: toplumsal çözülmenin doruk noktasıdır, çünkü kamusal konuşmaya müstehcenlik katar -Çin’de yasaklanmış olmakla kalmayıp, aynı zamanda asla tasavvur edilemez bir şey- ve dolayısıyla saygınlığını yitirir. Trump’ın alenen yaptığını yapan -penisinin ne kadar büyük olduğundan bahseden, bir kadının orgazm seslerini taklit eden- Çinli bir üst düzey politikacı göremeyeceğimiz kesin. Yine de Wang’ın korkusu, aynı hastalığın Çin’e de sıçrayabileceğiydi; ki bu şu anda kitle kültürü içinde gerçekleşiyor ve süregelen reformlar bu eğilimi durdurmak yönünde umutsuz girişimler olmaktan öteye gidemiyor. İleride işe yarayacak mı? Bu konuda şüpheliyim. Birincisi, devam eden kampanyanın işleyiş tarzında biçim ile içerik arasında bir gerilim görüyorum: içerik -toplumu bir arada tutan istikrarlı değerler inşa edilmesi- devlet aygıtı tarafından dayatılan bir tür olağanüstü hal olarak deneyimleniyor. Burada amaç Kültür Devrimi’ndekinin tam tersi olsa da kampanyanın yapılış biçiminde onunla benzerlikler var. Bu tür gerilimlerin nüfusta müstehzi bir inançsızlık yaratma tehlikesi barındırdığını düşünüyorum. Daha genel olaraksa Çin’de devam eden kampanya, bana kalırsa, kapitalist dinamizmin faydalarından yararlanmaya, bununla birlikte vatansever değerleri ileriye taşıyan güçlü bir Ulus Devlet aracılığıyla onun yıkıcı yönlerini kontrol etmeye yönelik standart muhafazakâr girişimlere oldukça benziyor. Burada bir tuzak var. Carlo Ginzburg, bir kişinin ülkesine ait olmasının gerçek işaretinin ülkesine karşı sevgi değil utanç beslemesi olabileceği fikrini öne sürdü. Bu türden bir utancın en iyi örneği 2014’te Holokost’tan kurtulanlar ve onların torunları New York Times’da  “Gazze’deki Filistinlilerin katledilmesi ve tarihi Filistin’in süregelen işgal ve kolonizasyonu” olarak adlandırdıkları şeyi kınayan bir ilan verdiklerinde yaşandı. Açıklamada, “Filistinlilerin İsrail toplumunda maruz kaldıkları korkunç ırkçılıktan endişe duyuyoruz” denildi. Belki bugün bazı İsrailliler, İsraillilerin Batı Şeria’da ve bizzat İsrail’de yaptıklarından utanç duyma cesaretini toplayacaklar –elbette ki Yahudi olmaktan utanç duyma anlamında değil, tam tersine, Batı Şeria’daki İsrail siyasetinin Yahudiliğin en değerli mirasına yaptıklarından dolayı utanç duyma anlamında. “Benim ülkem doğru ya da yanlış” en iğrenç sloganlardan biridir ve koşulsuz vatanseverlikte neyin yanlış olduğunu mükemmel bir şekilde gösterir. Aynısı bugün Çin için de geçerli. Bu türden bir eleştirel düşünceyi geliştirebileceğimiz alan, aklın kamusal kullanım alanıdır. Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?”in ünlü pasajında, aklın “kamusal” ve “özel” kullanımını birbirinin karşısında konumlandırır: “özel”, kişinin cemaat bağlarının dışındaki bireysel alanı değil, özel kimliğinin komünal-kurumsal düzeninin ta kendisidir; “kamusal” ise kişinin Aklını kullanmasının ulus ötesi evrenselliğidir: Kişinin aklının kamusal kullanımı her zaman özgür olmalıdır ve bu, insanların aydınlanmasını tek başına sağlayabilir. Öte yandan kişinin aklının özel kullanımı, aydınlanmanın ilerlemesini engellemeksizin çok katı bir şekilde kısıtlanabilir. Kişinin aklını kamusal kullanımından, aklını bir bilgin olarak okur kitlesi önünde kullanım biçimini anlıyorum. Özel kullanımsa, kişinin kendisine emanet edilen belirli bir görevde ya da kurumda yapabileceği şeydir.[2] Bu nedenle Kant’ın Aydınlanma formülü “İtaat etme, özgür düşün!” değildir; keza “İtaat etme, düşün ve isyan et!” de… “Özgürce düşün, düşüncelerini herkese açık biçimde ifade et ve itaat et!” Aynı şey aşı şüphecileri için de geçerlidir: tartışın, şüphelerinizi kamusal alanda ifade edin, ancak kamu otoritesi zorunlu kıldığı durumda yönetmeliklere uyun. Bu tür bir fiili fikir birliği var olmadığı durumda birçok Batı ülkesinde olduğu gibi yavaş yavaş kabile gruplarından oluşan bir topluma sürüklenmemiz kaçınılmaz. Ne var ki aklın kamusal kullanımına yönelik bir alan yoksa, devletin kendisi, aklın özel kullanımının bir başka örneği olma tehlikesi taşır. Aklın kamusal kullanımına yönelik alan Batılı liberal anlamda demokrasi ile aynı şey değildir. Lenin siyasette aktif olduğu son yıllarda aklın kamusal kullanımını somutlaştıran böyle bir organın varlığını gerekli görmüştü. Sovyet rejiminin diktatoryal doğasını kabul etmiş ve bir Merkezi Denetim Komisyonu kurmayı önermişti: “siyasallaşmış” Denetim Komisyonu’nu ve organlarını kontrol eden, en iyi öğretmenlerden ve teknokratik uzmanlardan oluşan “apolitik” bir yapıya sahip bağımsız, eğitici ve denetleyici bir organ. Merkezi Denetim Komisyonu’nun yapacağı işler konusundaki “hayallerinde” (kendi ifadesiyle), kurumun “yarı mizahi bir numaraya, kurnaz bir çözüme, bir hileye ya da buna benzer bir şeye” başvurması gerektiğini anlatmıştı. Batı Avrupa’nın ağırbaşlı ve ciddi devletlerinde böyle bir fikrin insanları dehşete düşüreceğini ve tek bir saygın yetkiliyi bile eğlendirmeyeceğini biliyorum. Bununla birlikte, henüz, aramızda bu fikrin tartışılmasının eğlenceden başka bir şeye yol açmayacağı durumda olacak kadar bürokratik hale gelmediğimizi umuyorum. Gerçekten de neden zevkle faydayı birleştirmiyorsunuz? Neden gülünç, zararlı, yarı gülünç, yarı zararlı vb. bir şeyi ifşa etmek için mizahi veya yarı mizahi bir araca başvurmayalım? Belki Çin’in de benzer bir Merkezi Denetim Komisyonu’na ihtiyacı vardır. Böyle bir komisyonun ilk görevi; Maocu kendi kendini devrimcileştirme, Devlet yapılarının kemikleşmesine karşı devam eden mücadele ve kapitalizmin içkin dinamikleri arasındaki derin yapısal benzerliği fark etmek olacaktır. Bence Wang içten içe bunun farkında. Burada Bertolt Brecht’in “Banka kurmanın yanında banka soyma ne ki?” cümlesini tekrarlamak istiyorum: Kültür Devrimi’ne kapılmış bir Kızıl Muhafızın şiddetli ve yıkıcı patlamaları yanında gerçek Kültür Devrimi -kapitalist yeniden üretimin zorunlu kıldığı tüm yaşam biçimlerinin kalıcı olarak çözülmesi- ne ki? Bugün, Büyük İleri Atılım’ın trajedisi, kendini, modernleşmeye doğru hızlı kapitalist Büyük İleri Atılım komedisi olarak tekrar ediyor: eski “her köye demir dökümhanesi” sloganı, “her sokağa bir gökdelen” şeklinde yeniden tezahür ediyor. Bazı naif Solcular dizginsiz kapitalizme karşı bir karşı güç olarak hareket eden, onun en kötü aşırılıklarını önleyen ve asgari bir toplumsal dayanışmayı sürdüren şeyin Kültür Devrimi’nin ve genel olarak Maoizm’in mirası olduğunu iddia ediyor. Peki ya durum tam tersiyse? Ya Kültür Devrimi -kasıtsız olarak ve bu nedenle daha da ironik bir biçimde- eski gelenekleri acımasızca sildiği için ardından gelen kapitalist patlamanın koşullarını yaratan bir şoktuysa? Peki ya Çin, Naomi Klein’ın doğal, askeri veya toplumsal bir felaketin yeni bir kapitalist patlamanın önünü açtığı devletler listesine eklenmek zorundaysa? Dolayısıyla tarihin en büyük ironisi, geleneksel toplumun dokusunu parçalayarak hızlı kapitalist gelişme için ideolojik koşulları yaratanın Mao’nun kendisi olmasıdır. Mao’nun Kültür Devrimi’nde halka, özellikle de gençlere çağrısı neydi? Başkasının sana ne yapacağını söylemesini bekleme, isyan etme hakkın var! O halde kendiniz düşünün ve hareket edin, kültürel kalıntıları yok edin, sadece büyüklerinizi değil, hükümet ve parti görevlilerini de ifşa edin ve eleştirin! Baskıcı devlet mekanizmalarını ortadan kaldırın ve kendinizi komünlerde örgütleyin! Ve Mao’nun çağrısı dikkate alındı: tüm otorite biçimlerini gayrimeşru kılmaya yönelik dizginsiz tutkuda bir patlama yaşandı,  sonunda Ordu düzeni yeniden sağlamak için müdahale etmek zorunda kaldı. Çin’deki yeni-muhafazakâr dönemle birlikte özgürleştirici siyaset sona erdi. Büyük muhafazakâr T.S. Eliot, Notes Towards a Definition of Culture’da (Kültürün Tanımına İlişkin Notlar) bazı zamanlarda tek seçeneğin sapkınlık ile inançsızlık arasında bir seçim yapmak; bir dini canlı tutmanın tek yolunun ise onun ana gövdesinden mezhepçi bir kopuş gerçekleştirmek olduğunu yazar. Lenin bunu geleneksel Marksizme ilişkin olarak, Mao ise kendi tarzında yaptı ve bugün yapılması gereken de bu. 1922’de İç Savaşı bütün olumsuzluklara rağmen kazanan Bolşevikler NEP’e (çok daha geniş bir pazar ekonomisine ve özel mülkiyete olanak tanıyan “Yeni Ekonomik Politika”) ricat etmek zorunda kaldıklarında Lenin, “Yüksek Bir Dağa Tırmanmak Üzerine” başlıklı kısa bir metin kaleme aldı. Metinde, devrimci bir süreçte geri çekilmenin ne anlama geldiğini anlatmak üzere, bir dağın zirvesine ulaşmak için yaptığı ilk girişiminde vadiye geri inmek zorunda kalan bir dağcı benzetmesini kullandı. Sovyet devletinin başarılarını ve başarısızlıklarını sıraladıktan sonra şu sonuca vardı: “Hiçbir yanılsaması olmayan, umutsuzluğa kapılmayan, çok zor görevlerde tekrar ve tekrar ‘baştan başlamak’ için güçlerini ve esnekliklerini koruyan komünistler kötü sona mahkum olmazlar.” Lenin’in bu Beckettyan ifadesi Worstward Ho’daki şu cümleleri çağrıştırıyor: “Bir daha dene. Bir daha yenil. Daha iyi yenil.” Lenin’in vardığı sonuç -“tekrar ve tekrar baştan başlamak için”- yalnızca ilerlemeyi yavaşlatmaktan ve hâlihazırda elde edilmiş olanı güçlendirmekten değil, tam olarak başlangıç ​​noktasına geri dönmekten bahsettiğini açıkça ortaya koyuyor: kişi “baştan başlamalı”; önceki çabasında ulaşmayı başardığı yerden değil. Kierkegaard’ın ifadeleriyle, devrimci bir süreç kademeli bir ilerleme değil, tekrar eden bir harekettir, başlangıcı sürekli olarak tekrarlama hareketidir. Bu nedenle son iki yüzyıldır Sol’un taşıdığı anlama ilişkin süreklilik fikirleri reddedilmelidir. Fransız Devrimi’nin Jakoben doruk noktası ve Ekim Devrimi gibi yüce anlar sonsuza dek hafızamızın önemli bir parçası olarak kalacak olsa da, bu hikâyeler sona erdi, her şey yeniden düşünülmeli, sıfır noktasından başlanmalı. Bugün kapitalizm, refah devletinin eski kazanımlarını korumak konusunda takıntılı olan geleneksel Soldan çok daha devrimcidir. Geçtiğimiz on yıllar içinde kapitalizmin toplumlarımızın dokusunu ne kadar muazzam boyutta değiştirdiğini hatırlayın… Bu nedenle bugün radikal Sol’un stratejisi, Sovyet iktidarının belirli bir dereceye kadar özel mülkiyete ve piyasa ekonomisine izin veren Yeni Ekonomik Politikasını (NEP) anımsatan bir biçimde pragmatizmi ilkeli bir duruşla birleştirmelidir. NEP, açıkça Deng Hsiao-Ping’in kapitalist serbest piyasanın (iktidardaki Komünist Partinin kontrolü altında) yolunu açan reformlarının orijinal modeliydi. Çin yarım yüzyılı aşkın süredir devasa bir Yeni Ekonomik Politika mı izliyor? Bu önlemlerle dalga geçmek ya da onları (otoriter) kapitalizme doğru bir adım sayarak suçlamak, Sosyalizmin yenilgisi olarak görmek yerine, bu mantığı sonuna kadar taşıma riskini almalıyız. 1990’da Doğu Avrupa Sosyalizminin dağılmasından sonra Sosyalizmin kapitalizmden kapitalizme geçiş olduğuna dair bir espri dolaşıyordu. Peki ya tam tersi bir hamle yaparsak ve kapitalizmin kendisini sosyalist bir Yeni Ekonomik Politika olarak, feodalizmden (ya da genel olarak modernizm öncesi tahakküm toplumlarından) sosyalizme bir geçiş olarak tanımlarsak? Kölelik ve tahakkümü kapsayan modernizm öncesi dolaysız kişisel ilişkileri ortadan kaldıran, kişisel özgürlük ve insan hakları ilkelerini savunan kapitalist modernite kendi içinde zaten sosyalisttir. Modernitenin hâlihazırda ekonomik eşitliği hedefleyen tahakküm karşıtı isyanları tekrar tekrar doğurmasına şaşmamalı (1500’lerin başlarında Almanya’da yaşanan büyük köylü isyanları, Jakobenler, vb.). Kapitalizm, bir uzlaşı tesisi anlamında modernite öncesinden sosyalizme geçiştir: doğrudan tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını, yani kişisel özgürlük ve eşitlik ilkesini kabul eder; ancak (Marx’ın klasik formülasyonunda belirttiği gibi) egemenlik alanını insanlar arasındaki ilişkilerden şeyler (metalar) arasındaki ilişkilere aktarır: bireyler olarak hepimiz özgürüz, ancak piyasada değiş tokuş ettiğimiz metalar arasındaki ilişkide tahakküm devam ediyor. Bu nedenle Marksizm için gerçek bir özgür yaşama ulaşmanın tek yolu kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Kapitalizmin yandaşları için bu çözüm elbette ütopiktir: Stalinizmin öğrettiği şey tam olarak şu değil mi: eğer kapitalizmi ortadan kaldırırsanız özgürlük de ortadan kalkar ve kişisel tahakküm doğrudan ve acımasız bir şekilde geri döner. Ve kapitalizm krize girdiğinde hayatta kalmak için feodal unsurları da canlandırabilir; bugün bazı ekonomistleri ve sosyal analistleri neo-feodal şirket kapitalizmi hakkında konuşmaya teşvik eden mega şirketlerin yaptığı bu değil mi? O halde günümüzün gerçek alternatifi budur: ne kapitalizm, ne sosyalizm, ne liberal demokrasi, ne Sağcı popülizm; bir tür post-kapitalizm, kurumsal neo-feodalizm veya kurumsal sosyalizm. Kapitalizm en nihayetinde feodalizmin alt aşamasından üst aşamasına mı yoksa feodalizmden sosyalizme mi geçiş olacak? [1] https://edition.cnn.com/2019/10/21/asia/china-hong-kong-chile-spain-protests-intl-hnk/index.html. [2] Immanuel Kant, “What is Enlightenment?”, Isaac Kramnick, The Portable Enlightenment Reader, New York: Penguin Books 1995, s. 5. --- (https://thephilosophicalsalon.com/beyond-a-neoconservative-communism/?s=09 adresinden Pelin Tuştaş tarafından çevirilmiştir)