Pazar Politik

NATO’nun 2022 stratejik konsepti: Yeni “Soğuk Savaş”ın inşasına devam

Abone Ol
NATO’nun yeni stratejik konsepti, Soğuk Savaş döneminin dinamiklerini tekrar canlandırıyor. Bu konseptte Çin’in pozisyonu da bir tehdit olarak görülmeye devam ediyor. Çin siyaseti ve dış politikası uzmanı öğretim üyesi Emre Demir yazdı.

Loading...

NATO üyesi devletlerin liderleri 28-29 Haziran tarihlerinde İspanya’nın başkenti Madrid’de bir araya geldiler. Toplantının iki ana gündemi Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve bu işgalin bir sonucu olarak gündeme gelen Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelikleriydi. Bu iki ana konunun ele alındığı toplantının son günü olan 29 Haziran’da NATO liderleri toplantının en önemli çıktısı olarak ittifakın yeni stratejik konseptini yayınladılar. , beklendiği üzere Rusya’yı Avrupa-Atlantik bölgesinin barış, istikrar ve güvenliğine karşı en önemli ve doğrudan tehdit olarak tanımlanıyor. NATO, bununla birlikte Rusya ile bir çatışma istemediğini ve ittifakın bu ülke için bir tehdit oluşturmadığını iddia ettikten sonra Rusya kaynaklı tehditlere karşı müttefiklerin birlik içinde karşılık vermeye devam edeceklerini belirtiyor. NATO liderleri ayrıca Rusya ile olan ilişkilerinin istikrarlı ve öngörülebilir olması için riskleri yönetmek ve azaltmak, çatışmanın tırmanmasını önlemek ve şeffaflığı artırmak amacıyla Moskova ile olan iletişim kanallarını açık tutmaya devam etmeye kararlı olduklarını da belirtiliyor. 2022 stratejik konseptinin bir diğer önemi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk kez bir NATO stratejik konsepti kapsamına alınmış olması. Çin’in NATO tarafından doğrudan hedef alınmasını, ABD’nin liderliğini yaptığı “Çin tehdidi” ve yeni “Soğuk Savaş” söyleminin ve inşasının bir parçası olarak değerlendirmek mümkün. Bunun için NATO’nun Çin’in dünya düzenindeki konumunu nasıl tanımladığına bakmak ve bu tanımlamanın ABD yönetiminin tanımı ile uyum içinde olduğunu görmek gerekli. NATO’nun yeni stratejik konsepti, Çin’in de Rusya gibi Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine karşı bir tehdit oluşturduğu iddia etmektedir. NATO’ya göre Çin, kurallara dayalı uluslararası düzeni değiştirmeye çalışmakta ve bu amaçla küresel etki alanını genişletmek ve gücünü artırmak için çeşitli askeri, ekonomik ve siyasi araçları uygulamaya koymaktadır. Pekin, bu hedefe ulaşmak için kilit öneme sahip teknolojik ve endüstriyel sektörleri, altyapıyı ve stratejik malzemeler ile tedarik zincirlerini denetimi altına almaya çalışmaktadır. Dahası stratejik bağımlılık ilişkileri oluşturmak ve nüfuzunu artırmak için ekonomik gücünü bir baskı aracı olarak kullanmaktadır. NATO’ya göre Çin’in Rusya ile derinleşen stratejik ortaklığı ve bu iki ülkenin kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oyma yönünde birbirlerini destekleyen çabaları da NATO üyelerinin ortak değerlerini ve çıkarlarını tehdit etmektedir. Tüm bunlara karşın ittifak, Çin ile “yapıcı” bir ilişki oluşturmak niyetinde olduğunu da belirtmektedir. Bunu belirttikten sonra da NATO müttefiklerinin Çin’in Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine karşı oluşturduğu tehdidin üstesinden gelmek için ortak hareket ederek Çin’in zorlayıcı taktiklerinin üstesinden geleceklerini ve böylelikle ittifak üyelerinin güvenliğinin sağlanacağı taahhüdünde bulunmaktadır. Kısacası, her ne olursa olsun NATO üyeleri ortak değerlerini ve kurallara dayalı uluslararası düzeni korumak için birlik halinde hareket edecek ve Çin’in oluşturduğu tehdidin üstesinden gelecektir. NATO, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine ve Putin’in gerekmesi halinde Rusya’nın nükleer silah kullanabileceğine dair çıkışına bir yanıt olarak stratejik konseptinde nükleer silahlara önemli bir yer ayırmıştır. İttifakın, özellikle ABD’nin sahip olduğu nükleer silahlar ve bu silahların sağladığı güvenlik şemsiyesi sayesinde caydırıcı bir nükleer güç olduğu vurgulanmıştır. NATO, nükleer silahlar kısmında Çin’e de yer ayırmış ve Çin’in nükleer silah cephaneliğini hızla genişlettiğini ve her geçen gün daha karmaşık ateşleme araçları geliştirdiğini belirtmiştir. Burada ilginç olan nokta, Çin’in sahip olduğu nükleer silahların sayısının Rusya ve ABD ile kıyaslanamayacak kadar az sayıda oluşudur. Yapılan tahminlere göre, dünyada en fazla nükleer silaha sahip ülke olan Rusya’nın toplamda 6.257 nükleer savaş başlığı varken ABD için bu sayı 5.550, Çin için ise 350’dir. Çin’i 290 nükleer başlık ile Fransa ve 225 nükleer başlık ile İngiltere takip etmektedir. Cephaneliğinde 6.065 adet nükleer başlık olduğu tahmin edilen NATO’nun Çin’in “hızla artan” nükleer silah cephaneliğinin uluslararası toplum için bir tehdit oluşturduğuna yönelik söylemi, yeni “Soğuk Savaş”ın söylem mücadelesinde mevzi kazanmak için atılan bir adım olarak görülmelidir.
Çin’in NATO tarafından doğrudan hedef alınmasını, ABD’nin liderliğini yaptığı “Çin tehdidi” ve yeni “Soğuk Savaş” söyleminin ve inşasının bir parçası olarak değerlendirmek mümkün.
NATO’nun Çin ile ilgili çıkışını, yazının girişinde de belirttiğim üzere, ABD’nin son yıllarda geliştirmeye başladığı yeni “Çin tehdidi” ve yeni “Soğuk Savaş” söylemleri çerçevesinde –her ne kadar resmi söylemde Soğuk Savaş kavramı reddedilse de– ele almak mümkün. Bu kapsamda örneğin, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın 26 Mayıs’ta George Washington Üniversitesi’nde yaptığı “Yönetimin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Yaklaşımı” başlıklı konuşma, Biden yönetiminin Çin’e yaklaşımını göstermesi açısından önemli. Konuşmasına BM Sözleşmesi’nin ve BM merkezli uluslararası sistemin önemini vurgulayarak başlayan Blinken, ABD’nin amaçlarından birinin bir yandan uluslararası düzeni korurken bir yandan da uluslararası düzenin tüm ulusların çıkarlarını ve değerlerini temsil edecek şekilde yenilenmesi olduğunu belirtmiştir. Ne var ki uluslararası düzenin temellerinin ciddi ve uzun süreli bir meydan okuma ile karşı karşıya bulunması dolayısıyla bu tür bir çabanın başarılı olamama ihtimalini de sözlerine eklemektedir. Bu noktada Blinken’a göre, uluslararası düzene en kısa vadeli tehdit Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından oluşturulmaktadır. Putin, Ukrayna’ya saldırarak BM Sözleşmesi’ne ve uluslararası düzenin temellerine de saldırmıştır. Ukrayna’da yaşananlara rağmen, Blinken, uluslararası düzene yönelik en önemli uzun vadeli tehdidin Çin’den geldiğini ve ABD’nin asıl olarak bu tehdide odaklanacağını belirtmektedir. ABD Dışişleri Bakanı, Çin’in uluslararası düzeni değiştirme niyetine ve bu niyetini gerçekleştirebilecek askeri, diplomatik, ekonomik ve teknolojik güce sahip olduğunu iddia etmektedir. Bununla birlikte dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin hem küresel ekonomide hem de çevre sorunlarından sağlık sorunlarına insanlığın karşı karşıya bulunduğu ortak sorunların çözümünde çok önemli bir yere sahiptir. Dolayısıyla da ABD ile Çin ilişkilerini devam ettirmek durumundadır. Blinken’a göre, ABD, Çin ile çatışmak veya Soğuk Savaşa girişmek niyetinde değildir. ABD ayrıca Çin’in büyük bir güce dönüşmesini engellemek niyetinde de değildir. Bununla birlikte Washington, uluslararası hukuku, anlaşmaları, ilkeleri ve kurumları korumaya devam edecektir. Günümüzde Çin, büyük hırslara ve muazzam bir etkiye sahip küresel bir güçtür.
Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin hem küresel ekonomide hem de çevre sorunlarından sağlık sorunlarına insanlığın karşı karşıya bulunduğu ortak sorunların çözümünde çok önemli bir yere sahiptir.
Ne var ki Pekin yönetimi, bu gücünü son kırk yıllık gelişiminde büyük bir öneme sahip olan uluslararası hukuku, anlaşmaları, ilkeleri ve kurumları desteklemek yerine onları zayıflatmak için kullanmaktadır. Sahip olduğu dünyanın en büyük teknoloji firmalarını geleceğin teknolojilerini ve firmalarını egemenliği altına almak için kullanmaktadır. Dahası Hint-Pasifik bölgesinde bir nüfuz alanı oluşturmaya ve dünyanın en önde gelen gücü olmaya çalışmaktadır. Çin Komünist Partisi, Xi Jinping’in yönetiminde ülke içinde daha baskıcı, yurt dışında da daha saldırgan bir politika izlemektedir. Blinken’a göre, tüm bu gerekçelerle dünya günümüzde bir hayli gergindir ve sorunların üstesinden gelebilmek için Çin ile doğrudan iletişim kanallarının açık olması büyük bir önem taşımaktadır. Bununla birlikte Washington’un Çinli yöneticilerin ülkenin mevcut gidişatını değiştirmesini beklemek yerine Çin’in stratejik çevresini ABD’nin çıkarlarını ve açık ve kapsayıcı uluslararası sistem anlayışını koruyacak ve geliştirecek şekilde şekillendirmesi gerekli. Kısacası, Blinken’a göre, Çin’in “evcilleştirilmesi” ve ABD’nin istediği doğrultuda hareket etmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla Biden yönetimi, Çin ile ilişkilerinde “yatırım yapmak, ittifak kurmak ve rekabet etmek” olarak özetlenebilecek bir strateji geliştirmiştir. Bunlardan ilki, Washington yönetiminin ABD’nin rekabet edebilirliğine, yaratıcılığına ve demokrasisine yapacağı yatırımlarla ülkenin yeniden etkin bir ekonomik ve teknolojik güç haline gelmesinin sağlanmasıdır. Biden yönetiminin stratejisinin ikinci ayağını, ABD’nin müttefikleri ve ortakları ile geliştireceği ortak gelecek vizyonudur. Bu vizyon, özellikle de Hint-Pasifik bölgesi için geçerlidir. Çin’in bu bölgeyi hakimiyeti altına alma çabalarına karşın ABD, bölgenin diğer halkları ile ortak bir vizyonu paylaşmaktadır ve bu vizyon, kuralların şeffaf bir şekilde oluşturulduğu ve herkese eşit uygulandığı serbest ve açık Hint-Pasifik bölgesidir. Ne var ki ABD’nin kurduğu ortaklıklar Hint-Pasifik bölgesi ile sınırlı değildir ve ABD, Hint-Pasifik bölgesindeki ortakları ve müttefikleri ile Avrupa’daki ortakları ve müttefikleri arasında bir köprü görevi görmektedir. Çin ile gerçekçi bir biçimde mücadele edebilmek için bu adımların atılması gerekmektedir. ABD’nin Çin karşısında izlediği stratejinin üçüncü ayağını, Çin ile girişilecek olan rekabet oluşturmaktadır. Blinken’a göre, ABD, Biden yönetiminin ilk iki adım kapsamında ülke içinde ve dışında izlediği politikalar sayesinde Çin’i birtakım kilit alanda geçebilecek durumdadır. Her ne kadar Pekin yönetimi Çin’i küresel yaratıcılığın ve imalatın merkezinde konumlandırmak istese de ABD son yıllarda teknoloji alanındaki rekabet etme kapasitesini korumak ve geliştirmek için önemli adımlar atmıştır. Bununla birlikte Washington, Çin ekonomisini kendi ekonomisinden ya da küresel ekonomiden soyutlamak niyetinde değildir. Ne var ki Blinken’a göre, Pekin yönetimi, asimetrik ayrışma siyaseti izlemektedir. Çin, bir yandan kendi ekonomisini dünya ekonomisine daha az bağımlı bir hale getirmeye çalışırken, diğer yandan dünyayı kendisine daha bağımlı kılmaya çalışmaktadır. Buna karşılık ABD, adil olduğu ve ulusal güvenliğine zarar vermediği sürece Çin ile ticari ve yatırım ilişkilerini sürdürmek niyetindedir.
NATO’ya göre Çin’in Rusya ile derinleşen stratejik ortaklığı ve bu iki ülkenin kurallara dayalı uluslararası düzenin altını oyma yönünde birbirlerini destekleyen çabaları da NATO üyelerinin ortak değerlerini ve çıkarlarını tehdit etmektedir.
Blinken’ın Pekin’e karşı uyguladıklarını belirttiği stratejinin ikinci ayağı olan Çin’e karşı müttefiklerle ve ortaklarla birlikte hareket etme politikası, aslında Barack Obama’nın başkanlığı döneminde başlatılan Asya’ya Dönüş ve Donald Trump’ın başkanlığında Hint-Pasifik stratejisi adı altında devam eden sürecin son halkasını oluşturmaktadır. Kısacası, ülkeyi yöneten başkan hangi partiden olursa olsun ABD, 2010’ların başından bu yana Çin’e karşı ortak bir cephe oluşturmaya çalışmaktadır. Bu stratejinin en önemli parçalarından birini ABD’nin Avustralya, Hindistan ve Japonya ile kurduğu Hint-Pasifik Ortaklığı ve bu ortaklık çerçevesinde attığı adımlar oluşturmaktadır. Bu dört ülkenin liderlerinin geçtiğimiz Mayıs ayında Tokyo’da gerçekleştirdikleri buluşmada Başkan Biden, Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi adı altında yeni bir oluşumdan söz etmiştir. Hint-Pasifik Ortaklığı’na dâhil dört ülkeye ek olarak Bruney, Endonezya, Filipinler, Güney Kore, Malezya, Singapur, Tayland, Vietnam ve Yeni Zelanda’nın yer aldığı bu girişim, Çin’in bölgede artan etkinliğine karşı bu ülkelerin ekonomik ve ticari ilişkilerini güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Mevcut durumda yalnızca sembolik bir öneme sahip olan bu oluşumun uzun vadede etkili olup olamayacağını ise zaman gösterecek. Çin’in tüm bu ABD ve NATO kaynaklı söylemlere yanıtı ise sert olmuştur. Pekin yönetimi, ilk olarak 19 Haziran’da “Gerçeklik Denetimi: ABD’nin Çin Algısındaki Yanlışlar” başlıklı bir metin yayınlayarak Blinken’ın yaptığı konuşmaya biraz gecikmeli de olsa epey uzun bir yanıt vermiştir. NATO zirvesinin ardından da bu kez Çin Dışişleri Bakanlığı temsilcileri yaptıkları açıklamalarla Çin’in NATO’nun “Soğuk Savaş mantığını” yansıttıklarını belirttikleri yeni stratejik konseptine ve ülkelerinin bu konseptte ele alınış şekline yönelik eleştirilerini paylaşmışlardır. (Yazının uzun olması dolayısıyla Çin tarafının eleştirileri önümüzdeki hafta yayınlanacak olan yazıda ele alınacaktır.)