Vatan hainliği ile suçlanan Gezicilerin eylemleri aslında kamu çıkarlarını özel çıkara feda etmeye yönelik hem haksız hem hukuksuz bir girişimi önlemeyi amaçlıyordu.
Başlıktaki soru, çok sevdiğim bir Nasrettin Hoca fıkrasının kapanış repliği. Hani şu gece evine hırsız girdiğini fark eden Hocanın, derdini paylaştığı komşularından hep kendisini tedbirsizlikle, ihmalkarlıkla, ağır uyumakla vs. suçlayan yorumlar duyduğu fıkradan bahsediyorum. Sonunda isyan eden Hoca “El insaf komşular! Hadi ben bahçe kapısını açık bıraktım, evin kapısını sürgülemedim, uykudan uyanamadım falan; tamam hepsini kabul ediyorum ama bu işte hırsızın hiç mi suçu yok?” demiş ya. İşte o fıkra.
Hükümetin ve yandaşı çevrelerin Gezi süreciyle ilgili yorumlarını duydukça bu fıkrayı hatırlarım hep. Gezi davası, Osman Kavala’dan sonra Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi'nin de hüküm giymesiyle sonuçlanınca yazmaya karar verdiğim bu yazının başlığı olarak Hocanın meşhur repliğini seçmem bu yüzden. Yazıyı yazmaya o zaman karar versem de, Gezi protestolarına yol açan ama aradan geçen dokuz yıl boyunca ısrarla ve sistematik bir çabayla unutturulmaya çalışılan asli nedeni hep hatırlamamız –ve her fırsatta hatırlatmamız– gerektiğine olan inancımı sürecin en başından bu yana koruyorum. Bu gereklilik, tarihe Türkiye’nin
Dreyfus Davası olarak geçeceği net biçimde belli olan Gezi Davasında verilen son hükümlerin ardından yapılan açıklamalarla çok daha belirgin hale geldi.
Gezi protestolarının başlamasına neden olan ama hükümet kanadından gelen yorum ve demeçlerde sanki böyle bir şey hiç olmamış gibi, asla bahsi geçirilmeyen AVM projesinden bahsediyorum. Yazının sonunda söyleyeceğim şeyi baştan söyleyeyim:
Gezi Parkı’nın benzersiz merkezi konumunun rantını yeme arzusuyla o AVM projesini tasarlatan; planını çizdiren ve sonra bu olmayacak işi oldurmak, meşru olmadığını bildiği ve tepkilere yol açacağını da içten içe netlikle kavradığı bu projeyi onaylatmak için –kim bilir kimlere hangi vaatlerde bulunarak– lobi yapan ve yükselen tepkileri gördükçe bu işten vazgeçmek yerine, lobi faaliyetini ivmelendirerek devam ettirenler Gezi sürecinin bugüne dek yarattığı çok trajik mağduriyetlerin birincil ve asli sorumlularıdır. Aşağıda da gerekçelendireceğim gibi, bunun hiç tartışılacak bir tarafı yok zaten ama bu birincil ve asli sorumluların adı dokuz yıldır neredeyse hiç anılmıyor. Nasrettin Hocanın repliğini resmî çizgiye uyarlarsak, bütün suç protestocularda; “hırsızın hiç suçu yok!” Ama işin aslı resmî çizginin dediği gibi değil. Sürecin kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden kısmının sorumlularını herkes biliyor ama protestoların başlamasından önceki kısımda
Gezi Parkı’na AVM İnşa Etme Hesapları
içinde olan şirketin ortakları/yöneticileri/destekçileri tarafından oynanan kritik rol, ısrarlı ve bilinçli bir karartmayla gözden kaçırılmaya çalışılıyor.
Esasen en baştan beri işletilen propaganda makinesi, zaten polisin kullandığı orantısız şiddete maruz kalan protestocuları, türlü iftiralarla, en azından kamuoyunun bir kısmına gözüne ahlaksız, dinsiz imansız, şiddete meyilli, kamu malına zarar veren ayak takımı olarak göstermeye çalışırken, bunların neyi protesto ettiği konusuna hiç girmemeye ısrarlı bir özen gösteriyor. Bu gayet haklı sorunun akla gelmesinin kaçınılmaz olduğu durumlarda da, protestocuların “Gezi Parkı’nda birkaç ağacın kesilmesi” gibi “mini minnacık (!) bir olayı” bahane ederek hükümeti yıkmaya çalışan vatan hainleri oldukları izlenimi verilmeye çalışılıyor.
Sürecin en başında protestocular, deri yelekli yarı çıplak bir grubun Kabataş’ta bebeğini gezdiren başörtülü bir kadını, inanılması mümkün olmayan biçimlerde taciz eden ya da sığındıkları camide bira içen tipler oldukları vs. şeklindeki karalama kampanyalarının özneleri yapıldı. Zaman içinde de el yükseltilerek dış güçlerle iş birliği yapan teröristler mertebesine terfi ettirildiler. Görüntülerini içerdiği iddia edilen videonun dokuz yıldır ortaya çıkmadığı (çıkmasının da zaten mümkün olmadığı) Kabataş masalı olsun; bizzat cami imamının doğru olmadığını söylediği –ve bu yüzden sürgüne gönderildiği– camide bira içme hikayesi olsun, ya da Gezicilerin dış güçlerle iş birliği halinde hükümeti devirmeye çalıştıklarına dair bol komplo teorisi-soslu senaryolar olsun, hepsi büyük bir ayrıntıyla işlenirken, bu insanların neyi protesto ettiği, sözüm ona hükümeti yıkmaya kalkışan güçlerin eline o kitlesel protesto gerekçesinin neden ve nasıl verildiği konusu “Gezi Parkı’nda kesilen üç-beş ağaç yüzünden” diyerek geçiştiriliyor.
Kabataş yalanı gibilerinin külliyen inanılmaz olmasını bir yana bıraksak dahi, sürecin bu şekilde tarif edilmesini dinleyen aklı başında bir insanın, Nasrettin Hocanın “hırsızın hiç mi suçu yok?” fıkrasını hatırlamaması mümkün değil. Açıkçası, anlatılan bu senaryoları kategorik olarak reddetmemeye hazır ve istekli olabilecek insanlar bile “oraya AVM yapmaya kalkışanın hiç mi suçu yok” sorusunu ısrarla sormalı diye düşünüyorum. Hakkaniyet ve dürüstlük kavramlarının anlamını bilen makul insanlar, o AVM’yi İstanbul’un merkezinde, süregiden yağmadan nasılsa korunabilmiş mendil kadar bir parka inşa etmeye kalkışanların sorumluluğunu hiç unutmamalı. Esasen kamusal bir alan olan o parkın, özel kişileri zengin etme amaçlı yapılaşmadan korunmasının sadece ahlaki bir tercih olmadığını; Gezi Parkı’nın tapuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne sadece umumi hizmette kullanılmak koşulu ile tahsis edilmiş olduğunu herkes hatırlamalı.
Hiç hak etmedikleri halde korkunç bedeller ödetilenlere destek olmak için “elimden hiçbir şey gelmez” diyenlerin görevi, en azından protestoların “üç beş ağacın (durup dururken!?) kesilmesine karşı” yapılmadığını hiç unutmamaları.
Nitekim hükümetin, bütün o protestolara rağmen inşa edilmesinde, her nedense, çok uzun süre ve çok sekter bir tavırla ısrar ettiği AVM, aksi yöndeki mahkeme ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararları halefine, Taksim Yayalaştırma Projesi çerçevesinde imar izni olmadan tamamlanmaya çalışılan bir projeydi. Zaten hatırlanacağı gibi, bu projeyi ortaya atanlar da, bunun tepkiyle karşılaşacağını en baştan itibaren bildikleri için bunu bir AVM’nin içinde yer alacak dükkanları kapsayan bir proje olarak duyurmaktan çekinmiş; konuyu “tarihi Taksim Kışlası’nın bir replikasını inşa etme projesi” olarak satmaya çalışmışlardı. Ancak tüm İstanbulluların nefes alabilecekleri az sayıda kalmış merkezi mekândan biri olan Gezi’nin ortasına dikilmek istenen yapı,
Tarihi Taksim Kışlası Görünümünde Bir “Truva Atı”
içinde saklanan dükkanlara ev sahipliği yapacak bir AVM idi. Kısacası Gezi protestoları, ismi hala hatırlarda olan özel şirkete para kazandırmak dışında bir amacı, hiçbir kamusal faydası olmayan bir müteahhitlik ve gayrimenkul işletmeciliği projesine ne pahasına olursa olsun arka çıkmaya çalışan bir hükümete karşı yapılmıştı.
Bir başka deyişle vatan hainliği ile suçlanan Gezicilerin eylemleri aslında kamu çıkarlarını özel çıkara feda etmeye yönelik hem haksız hem hukuksuz bir girişimi önlemeyi amaçlıyordu. Eylemlerin bugün orada bir AVM olmamasını sağlayan başarısı, kitlesel protestolara katılanlardan bazılarının ödedikleri çok büyük bedeller sayesinde mümkün oldu ne yazık ki. Çok acı ama son derece de barışçıl seyreden protestolarda ödenen muazzam bedeller gencecik insanlarını canlarını da kapsadı. Protestolara müdahaleler sırasında kalıcı biçimde sakatlananlar ve Gezi Davasından hüküm giyenler hala bedel ödemeye devam ediyor. Öte yandan, protestoculara gösterilen sert ve yersiz tepkiye bahane bulma toplantılarında göze girmek için, Kabataş yalanı gibi hayasızca senaryoları yazanlar ve yayanlar hala aramızda, muteber insanlar gibi dolaşıyorlar. En büyük tesellimiz gerçeklerin eninde sonunda reddedilemez, bahane bulunamaz biçimde ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu bilmek.
Hiç hak etmedikleri halde korkunç bedeller ödetilenlere destek olmak için “elimden hiçbir şey gelmez” diyenlerin görevi, en azından protestoların “üç beş ağacın (durup dururken!?) kesilmesine karşı” yapılmadığını hiç unutmamaları.
Editör: TE Bilisim