Beş parmağın beşini geçmeyecek kadar bir azınlığın dışında bir yerdeysek, ki üçünü bahsi geçen blok oluşturuyor bunun, mülteci emeğini nereye koyacaktık? Ülkemizde mülteci emeğinin emek grupları içerisinde en sahipsiz bırakılan kesim olduğunu ve bu ihmalde sermaye, devlet ve sivil toplum üçlüsünün sorumluluğunun başatlığı bir yana, örgütlü emek kesimlerine de pay düştüğünü konuşmaya çalışmıştık. Devletin, onun varlığının temel koşulu olan sermayenin ve tarih sahnesine çıkışından beri düşman kaleye iyi polisi oynayan sivil toplumun sorumluluktan kaçması şaşırılacak bir şey değildi nitekim. Üçünün de mevcudiyeti birbirine içkin olup her biri kendi başına düşeni en iyi şekilde yapmakta, örneğin pozisyon kollamakta ve ilk gedikten içeri girmekte ehildi üstelik. Bu taraftan atsaydı kalbimiz, pek az yenilginin dışında galibiyet bizim için sıradan bir şey olurdu. Kazanmaya alışmışlığın eminliğinde, kocaman, yıldızlı bir tarihi düşünerek bile ömrümüzü geçirebilirdik. Kendimizi ustalarımızın eline bırakmanın tatlı huzurunda ve kât’a sorgulamak denen şeyin dehlizlerinde “boğulmadan” usul usul yaşar giderdik köşelerimizde. Peki ya bu taraftan değildiysek? Ya da beş parmağın beşini geçmeyecek kadar bir azınlığın dışında bir yerdeysek, ki üçünü bahsi geçen blok oluşturuyor bunun, mülteci emeğini nereye koyacaktık? Onun tüm bu sahipsizliğine asırlardır devam eden maçtan soyutlayarak ne kadar kayıtsız kalabilecektik? KİM KAZANIR, KİM KAYBEDER? Sezar’a yıldız çok yakışırdı, bilirdik. Öyleyse Sezar’ın tarafı diye adledeceğimiz ilgili tarafın, karşının ilk zayıflığında golü kaleye gönderebilecek kadar da basit bir yerde durduğuna da unutmamalıydık. Dünyanın en basit oyunu, en basit düşünen ve hamle yapan taraflarıyla ekrandaydı işte. Bu top, en basit kuralların hâkim olduğu maça aitti çünkü. Vuran kazanırdı. Pası yanlış veren kaybederdi.  Zayıf kalmamalıydık hasılı. Üçlü blok mülteci emeğe layığını vermekten tabii ki kaçınacaktı. Hayır! Hakkı neyse teslim edeceğim diye haykırdığını düşünmek onun, yukarıda tariflemeye çalıştığımız gerçekliği çamura sıvamak olacağından gerçekçi düşünmek zorundaydık. Safdilliğin sınırında gezinmeden başımıza düşeni yapmalıydık yahut.  Bu bloğun karşıdan gelen herhangi bir sızıntının kokusunu alır almaz onun gemisini nasıl batırıp dümeni ele geçireceğinde ustalaşmış olduğunu aklımızın bir kenarına oyarak hem de… Devlet başta kendi düzenlemeleriyle örneğin çalışma hakkının özü diye üzerinde durduğumuz sendikal hak ve özgürlüğü mülteci emek kesimine teslim etmekten kaçınmaktaydı. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 23. Maddesi “Herkes kendi çıkarlarını korumak için sendika kurma ve sendikaya girme hakkına sahiptir.” lafzında bulunup devlete hukuki statü bakımından bağlı olmakla ilgili bir ayrım yapmasa da bizim kanunlarımız bu hakkın mülteciler için kullanımını en başta sınırlamıştı. Her ne kadar anayasamızın 54. maddesinde böyle bir ayrıma yer verilmemiş, çalışanlar ve işverenlerin sendika kurması ve bunlara üye olmasından bahsedilmiş olsa da aynı maddede bu hakkın kanunla sınırlanabileceğinden de bahsedilmişti. Nitekim, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 5. Maddesinde sendika kurmak için Türk vatandaşı olma şartınının düzenlenmesi bu hakkın sınırlanmasına örnek teşkil etmekteydi. Bu düzenleme bizim için mülteci emeğinin sendikal hak ve özgürlüğü açısından ve söz konusu tarafça blokaja uğradığının yakın tarihli bir örneği olabilir. Üstelik de blokaj vatandaşlıktan doğru yapılıyordu.  Bu kanunun 2012’de mülga olması ve yerine gelen 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunuyla ilgili maddesinin düzenlenip sendika kuruculuğu için yalnızca fiil ehliyetine sahip olmak ve fiilen çalışmak kıstasının getirilmesi elbette bir iyileşmeye işaretti. En azından ülkemizdeki emek kesimleri için, istihdamın çalışma hakkının bir uzantısı olarak, sınıflararası çelişki düzenine itiraz niteliği taşıyabilmesinin en önemli koşulu olan örgütlenmenin önündeki bir engel kalkmıştı. Burada elbette, devletin, 2000’li yıllarda başlayan AB müktesabatıyla uyumlulaşma gayretlerinin yani sermayenin küresel pazara entegrasyon çabalarının, sivil toplumun bu yumuşak geçiş için gördüğü köprü vazifesinin ve 2011’de ortaya çıkan Suriye krizinin ülkemizdeki emeğin boyutunu değiştireceğiyle ilgili sermayenin öngörüsünün izini sürmek mümkün. Yani yine bir taraf kendi tertibatını almaya başlamıştı diyelim.  Bu, elbette emek kesimleri için iyi bir şeydi bir yandan. Örneğin mülteci bir çalışanın sendika kurmasında ya da bir sendikaya üye olmasında hukuki bir engel olmayacaktı en azından. EKSİĞİMİZ ÇOK Ancak, ülkemizdeki emek kesimleri, elbette yeterli olmayan bu fırsatı mülteci emeği lehine çevirebildiler mi peki? Ya da sayısı şu an, ülkemizin hemen her iş kolunda yüzbinleri aşan bu emeği, kendi toplamlarına katabildiler mi? En önce, emeğin kayıtsızlığından başlayarak bu görünmezliği, başından beri bir maça benzettiğimiz mücadelede tribüne neden almadılar? Alsalar, hadi alamadılar diyelim buna biraz olsun çalışsalar, statüsü fark etmeksizin bir emek, ezeli rakibinin karşısında o esnada oyuna çıkmamış olsa bile en azından doğru yerde taraftar olmaz mıydı? Taraftarı zayıf olan bir takım, maçı alsa bile çok sevinemeyecektir. Ya da maçı kaybetmenin hüznünü kalabalık bir taraftar azaltabilecek ve başka oyunun umudunu yeşertebilecektir. Demek ki düşmanı bozguna uğratan hamlelerle heyecanlanan taraftan olsak dahi, karşı tarafın üstünlüğünün içinden geçtiğimiz zamanların dünyasında, yalnızca birkaç örnek dışında, evrensel olmaya devam ettiğini kabullenir ve bize düşeni eksiksiz yapmamız gerektiğini bilmemiz gerekirdi. Bir damla boşluğa mahal vermeden… Örneğin, karşının kudretini bilmek, mutlak bir mağlubiyetin ikrarına değil de bize her geçen gün dahil olanların ayırdına vararak safımızı sıklaştırmaya karşılık gelebilirdi.  Eksiksizliğin çok iddialı olduğı yerde de bunun için çabalamaktan vazgeçmemeyi şiar edinerek kendimize…