İkinci Dünya Savaşının ardından bu kez “Soğuk Savaş” dönemini yaşayan gezegenimiz, yeni bir evreye girildiğini gösteren gelişmelere tanık oluyor. Siyasal ideolojilerle açıklanmaya çalışılan geçmiş “düzen”, bu kez ekonomik çıkar alanları çevresinde ve farklı kümelenmelerle karşımıza çıkıyor.
En çarpıcı oluşumlar; G-20 adı verilen, GSMH ortalamaları görece fakir sayılanlardan daha yüksek ülkeleri barındıran oluşum ve son dönemde alternatif olarak karşısına çıkıp, hızla büyüyen BRICS.
Özellikle ikincisindeki genişleme çabalarına Rusya ve Çin’in öncülük etmeleri, Güney Amerika ülkelerinin ardından, S. Arabistan ve BAE’nin de katılımları; Dünya dengelerinde köklü değişimin yaşandığını -ya da sürecin başladığını-gösteriyor.
Geçtiğimiz cuma günü Hindistan’da toplanan G-20 Zirvesinin en önemli yanı; “Tek Dünya” ana fikrini sloganlaştırmasıydı. Sanayileşme ve kötü tarımsal üretime dayalı büyümenin neden olduğu çevre felaketleri karşısında, ortak davranma ya da dayanışmayı öneren bu çıkışın ne denli etkili olduğu yakında anlaşılır.
G-20’yi oluşturan ülkeleri, büyük ölçüde ABD etkisiyle dayattıkları üretim modellerini, BRICS çevresinde oluşacak yeni oluşumları da katarsak, çok kutuplu bir Dünya düzenine yol alındığını söyleyebiliriz.
Sayısal teknolojinin sınır tanımaz gelişimi yanında, kullandığı makineleşme üretiminin sürekli arttığı, değerli metallere duyduğu ihtiyacın yanında karbon salınımına yol açan fosil yakıtların alternatiflerine doğru yönelim, ekonomik kaynakları yetersiz ülkelerde yeni sosyo-ekonomik bunalımları tetikleyeceğe benziyor.
Ankara’dan yönetilen kaynakları denetleyemeyen muhalefetin, yenilgi sonrasını analiz ve özeleştiri yerine, soyut yerel yönetimleri ele geçirme kavgasının, iktidar cephesinde tebessümle karşılandığına kuşku yok.
Türkiye’de 21 yıldır süren iktidar, savurduğu kaynaklar ile köklü rejim değişikliğinin temellerini atarken, öte yandan ciddiye alınması gereken bir sermaye transferi hareketini Türk-İslam Sentezi adı verilen ideolojisi ve etkisiz muhalefetten yararlanarak, başarıyla(!) tamamladı.
Önümüzde; sermaye transferinin bedelinin, Anglo-Sakson ekolünü temsil eden uluslararası finans kurumlarının öngördüğü programlarla rejim değişikliğine tepki vermeyen kesimlere ödetilmesinin mümkün olacağını diyebiliriz.
Gerçekçi ve seçmen kitlelerini etkileyecek nitelikli bir programla oy istemek yerine, rüyalarında iktidar olduklarını düşünerek, seçimlere giren muhalefetin önümüzdeki sınava hazırlıkları kendi üyelerine bile güven vermekten uzak.
Ankara’dan yönetilen kaynakları denetleyemeyen muhalefetin, yenilgi sonrasını analiz ve özeleştiri yerine, soyut yerel yönetimleri ele geçirme kavgasının, iktidar cephesinde tebessümle karşılandığına kuşku yok.
Üstelik seçimlere kadar, LBGT üzerinden muhalefetin sıkıştırılmaya çalışılacağı açık.
Anayasa değişiklikleri ile rejim değişikliğinin tescili sürecinin tamamlanmasının istendiği, seziliyor.
Böylece ekonomideki kötü gidişin, sabit gelirli kesimlerin olası tepkilerini sönümlendireceği de hesaplanıyor olmalı.
Muhalefetsiz bir demokraside her olasılık mümkün.