Pazar Politik

“Muhalefet” neden “kazanamaz”?

Abone Ol
Muhalefet önce kendisi siyaseten özerkleşip, iktidardan özgürleşemediği sürece “kazanamaz”! Türkiye artık tüm maddi tarihsel gerçekleri, simgesel siyasi söylemleri ve kültürel imgelemleri ile lime lime olmuş, bitap düşmüş, adamakıllı yoksullaşmış, son derece bıkkın, derinden yarılmış, yaralı ve hüzünlü bir ülke. Sorunları ve güçlükleri hızla daha da çetrefilleşeceğinden, toplumun ivedilikle silkinmesi ve dirilmesi şart. Bunun için, tüm muhalefetin de neye ve nasıl muhalefet ettiğini iyi kavrayıp, kendini ve siyasetin akışını değiştirmesi ise son derece hayati. “YENİ DÜNYA DÜZENİ” VE TÜRKİYE COVID sonrası Ukrayna krizi ile, tüm dünyanın dengesiz düzeninin dipten sallandığı ve tarihin yeniden biçimlendiği, sarsıntılı bir konjonktürdeyiz. Başka bir deyişle, küresel ve hipokratik liberal demokrasi oyununda, uluslararası diplomasi ve küresel sermaye aktörlerinin sıcak ve soğuk, sert ve yumuşak savaş ve barış, suç ve ceza kartlarının yeniden karılıp dağıtıldığı turdayız. Öte yandan, zaten dünyayı her zaman eril, ikicil, antagonistik kutuplaştırıcı ve saldırgan zihniyet yönetti ve yönetmekte. Sömürgecilik sonrası 20. yüzyıldaki sıcak ve soğuk savaşlı, modern-ulus devletlerin inşası döneminde de, aynı kapitalist yayılmacı ahlak, kültürel emperyalist zihniyet ve tacizkar müdahaleci siyaset anlayışı sadece biçim değiştirdi. Bu arada, Amerikan pragmatizmi ile anakım popülist sosyal biliminin kırması olan “böl-yönet” siyaset söylemi ve pratikleri egemen biçimde klişeleşti. “Tek yönlü ve doğrusal” tasarlanan, ancak oyuncularca içselleştirildikçe ve ilişkisel olarak olumlandıkça eylemde gerçekleşen “çok bilinmeyenli” denklem ise biraz daha uzun. Hem de azm ettirme ve yansıtımsal özdeşim gibi bazı mekanizmalarını daha önce yazdığım gibi, farklı ve karmaşık. Her halükarda, 21. yüzyıl, büyük konfederal ve ulus-devletler üstü siyasi veya iktisadi yapıların da kendi içlerinde entegrasyon ile güçlenmeye çalıştıkları bir dönem olacak. Bu süreçte, Türkiye gibi jeopolitik toprakları, yani doğal ve insani kaynakları açısından hala büyük ve verimli, toplumsal dinamikleri karmaşık, siyasi olarak yordanamaz ve denetlenemez, kimlik siyasetleri açısından iç çeşitliliği yüksek ve popülist temsili demokrasisi can çekişen ulus-devletlerin de parçalanıp muhtelif konfederasyon veya ufak devlet biçimlerine dönüşümleri de sınanacak. Popülist yönetimleri giderek otokratikleşmiş başka bazı ulus-devletler gibi, Türkiye de zaten uluslararası dikkatleri epeydir çekmekteydi. Şimdilerde hemen her tarihi jeopolitik ve stratejik ölçüt açısından, bu yarılma ve güç paylaşımı hatlarının üzerindeki “arada” konumlanışından ötürü, kritik önemi de yine artmış durumda. Fakat bununla eşzamanlı olarak, geçen yüzyılda edindiği ve çeşitli uluslararası gerilimleri emen “tampon” ve “aracıülke sıfatlarının yanı sıra, had safhadaki toplumsal iç basıncı ile, kırılganlığı da daha önce hiç olmadığı kadar yüksek seviyede. MUHALEFET NEDEN KAYBEDER? O halde, eğer muhalefet iktidardan daha akıllı, aydınlanmış, iyi, doğru, güzel, zeki, ahlaklı olduğuna inanıyor ve kendine güveniyorsa, Türkiye’nin bütüncülleşme sorunsalında ona daha çok görev ve sorumluluk düşüyor. Toplumu top yekün dönüştürmek için, önce kendisinin  özdüşünümsel yenilenmesi ve güçlenmesi gerekir. İktidarın hala neden “kaybetmediğini” sökmesi beklenir. Bunun için de muhalefetin önce “ileri demokrasi” ülkelerinde de çoktan çatırdamış temsili demokrasinin temel aksaklıklarına özellikle şu açılardan bakması gerekir:
  • Egemen siyasi zihniyetin anaakım siyaset bilime sinmiş, siyasi iletişime geçmiş, siyasetçi söylemlerine yapışmış, toplumsal siyasalarına ve onların gündelik yaşamdaki pratiklerine gömülmüş sorunları konusunda bilinçlenmeli.
  • Siyasi dogmaların hepsi elbette dürüstlükle, yapı-sökücü ve sistem-analitik eleştirel gerçekçi yöntemler ile irdelenmeli.
  • Tüm toplumsal alanlar, hiyerarşik ve teker teker değil, eşzamanlı ve etkileşimsel olarak, entegre ve bağlantılı bir toplumsal vizyon ve ilişkisel kavramsal çerçevede ele alınmalı.  
  • Farklı düşünsel perspektiflerden, tarihsel zamana ve Türkiye’nin mevcut küyerel olanaklarına uygun olarak siyasi söylem ve pratikler yenilenmeli.
KENDİNE VE TOPLUMA MUHALEFET Bu ülke son yetmiş yılda, her yönüyle ve özellikle de iç/dış siyaset arenasında hızla “küçük Amerikalılaştı”. Araçsal temsili demokrasi oyunu ve popülist retorikleri, mevcut düzeni sürdüren statükocu siyasetin stratejik taktikleri “büyük ağabey”den ithal, intihal ve taklit yolları ile öğrenilip sürdürüldü. Nitekim, muhalefet de en başta, tam da bu sebeple ve asimetrik konumlanışını terk edemeyen muhafazakarlığı yüzünden kaybetmeye devam eder. Önce kendisi siyaseten özerkleşip, iktidardan özgürleşemediği sürece de “kazanamaz”! Örneğin, ABD’deki demokratik siyaset sisteminde başkanlık ve muhafazakârlıkta birbirine zaten oldukça yakın iki (ana) parti var: Bunlar da “iktidar” ve “muhalefet” şeklinde değil “yöneten” (“ruling”) ve “karşıt” (“opposition”) partiler olarak adlandırılır. Bu “önemsiz” ayrıntının muhalefet açısından sadece iki göstergesine dikkat çekmek isterim: (1) Siyasi faaliyetler, yönetimde olana (tezlerine anti-tez) karşıtlık, zıtlık, itiraz, antagonistik direniş ve benzeri kalıplarda retorik argümanlar ve otomatik davranış biçimleri olarak kurgulanır. (2) Yöneten, yani “hükümet eden” geçicidir. Kalıcı veya baki olan, kökleri ne kadar “derin” veya “sığ” olursa olsun devlettir. Devletin devamlılığını, sağlamlığını ve sürdürülebilirliğini ise toplumsal yapı ve sistemlerin bireysel ve kolektif dayanıklılığı sağlar. O bakımdan, muhalefet bu dinamik ilişkisel paketin tamamını iyi kavramalı. Örneğin, her zaman hükümeti devlet ile eşleştirmiş,  kadrolaşmayı norm olarak kanıksamış, yalancı ve hortumcu siyasetçiye alışmış, şimdi de partili başkanın şahsı ile devletin gücünü özdeşleştirmiş bu toplumdaki diğer kültürel dönüşümleri de doğru okuyup anlamalı. Önce hamasi retoriklerini değil, davranışları ile kendini değiştirmeli. Çünkü muhalefet egemen siyaset anlayışının muhtelif adaptasyon temsillerini nasıl alımlayıp yorumladığı, tercüme ettiği ve kendi senaryolarına ne şekilde uyarladığı ile yüzleşmeden değişemez. Açıkçası muhalefetin iktidarın “şifrelerini sökmüş” olması veya nasıl “kül yutmayacağının” halka anlatılması yetmez. Dinamik konjonktüre uygun vites değişikliği ile fakat yine aynı büyük hedefine odaklı manevralarla, doğru hamleleri, zamanında yapması zorunludur. Aksi takdirde, ikili iktidar-muhalefet oyunu ikicilleştikçe de popülist siyaset tuzaklarından kaçınamaz. Takıntılarından kurtulamaz ve oyunu terk edemez. Yani paradoks sarmallarını kıramaz. Hakim siyaset söyleminin ve habitusunun dışına çıkamaz. Bu simbiyotik ilişkiyi dönüştüremedikçe de, salt bunun yüzünden bile, asla kazanamaz.  Sonuç olarak, kendine ve elbette topluma da, muhalefete dönüşmesi işten bile değildir.  YARIN DEĞİL, BUGÜN KAZANMAK Bu toplumun en az yarısı aylardır, önce Millet İttifakı’nın, sonra da onunla “flört eden” diğer parti liderlerinin birlikte “fotoğraf” vermesini bekledi. Bu mecazi “güçlü birlik” fotoğrafı üzerinden de daha iyi bir gelecek için umutlandı. Yani baskıcı “baba iktidar” karşısında uğradığı her türlü eşitsiz, adaletsiz ve bozuk düzenden kendisini ancak güçlendirilmiş bir “ana muhalefetin” kurtarabileceğinden ve özgürleşeceğinden medet umdu. Sonuçta altı partinin 12 Şubat, 28 Şubat ve özellikle de son 27 Mart fotoğrafları ve basın açıklamaları toplumun arzuladığı birliktelik, beklediği konularda güçlü çözüm ve ittifaka taahhütü veremedi. Daha da önemlisi, umutlandırıcı, güven verici ve değişim için motive etmeye yetecek dozda coşkuyu yaratamadı. Çünkü toplum seçim sonrası yarın(ı) değil, muhalefet öncülüğünde bugün(ü) kazanmak gereksiniminde. Çok öncesinden beri hazırlandığı bilinen seçim yasası bile muhalefeti ajite etmeye ve gündemi kaplamaya yetti. Belli ki, “içerde” seçim barajı ve sandık güvenliği konularının ayrıntıları ile ‘hangi ittifak masaları dağılır’, ‘oylar nerelerden nasıl toplanır’, ‘kaç sandalye ile TBMM’ne girilir’ gibi tartışmalar sürecek. Oysa bu ülkeye “dışardan” ve makro tarihsel merceklerle bakanlar da şu gerçekleri kolaylıkla görmeyi sürdürecek: Son yirmi yılın AKP’li veya partili başkanlık döneminde olduğu gibi, parti isimleri ve organizasyonları değişse de yönetimdeki Sağ muhafazakâr “baba iktidar” zihniyeti yeni değil. Yani bugün Cumhur İttifakı’nın kemikleşmiş tabanı veya siyasi İslamcı ana damarları Cumhuriyet öncesinden bu yana sürekli olarak beslendi. Dünyadaki değişen akımlara ve dalgalanmalara göre “din, etnik ve cinsiyet kimlikçiliği” gibi veya “milli ve yerli” gibi sömürgecilik-sonrası siyasi söylemleri değişti sadece. Medyatik taktikleri ve hakikat-ötesi teknikleri taklitle yenilendi. En köklü ve eski parti CHP’nin “ana muhalefet” tabanı da keza kemikleşmiş durumda. Fakat CHP parti yapısı, dokusu ve başat söylemi itibariyle muhafazakar ve iktidara karşıt-bağımlı takıntılı kaldı. Eski basmakalıp ve yeniliğe aşırı dirençli siyaset üslubunu değiştiremediği, ideolojisini tazeleyerek kendini yenileyemediği sürece, onda da kayıplar ve “kemik erimesi” kaçınılmaz. MHP’den çıkan, hızlı ve araçsal strateji değiştiren İYİP bir ılımlı-muhafazakar-liberal-kadının liderle siyasette temsiliyetini bir “bohça” gibi sembolize ederek merkez Sağı hedefledikçe ve “yenilenmiş bir yüz” olarak, oylarında bir miktar daha artışlar olması olağan. Fakat onun da siyasi kimlik ve ideolojik söylem açısından tutarsızlıkları ile muhalefete katkısının sınırlı kalması kaçınılmaz. Her halükarda, Kılıçdaroğlu bugünün mevcut koşullarında ve “partili başkan” adaylığı olasılığı ile tamamen alakasız olarak, hem muhalefet tabanını Sol’a doğru genişletip toparlayabilecek, hem de toplumun demokratikleşmesinin önünü açmaya en uygun ve kolaylaştırıcı siyasetçi. Tabii öncelikle kendisi, “parti başkanı ceketini çıkararak” doğrudan insana dokunan siyaset için kolları sıvamalı. Bu siyasi tarihi dönüşüm ve radikal kırılım görevi için yetkinliği konusunda yeterince ikna olmalı. Şu an siyasette temsiliyeti pek olmayan ve demode Sağ/Sol, Türk/Kürt, Sunni/Alevi, Erkek/Kadın, Yaşlı/Genç, Yerli/Yabancı gibi klişe ikicil yarılmaları geçersiz kılan ve bütün parti tabanlarını yatay kesen evrensel özgürlükçü ve küresel çoğulcu demokratik (“sahipsiz” ve “güvensiz”) kesime yönelmeli. Onları kurumsal siyaset ötesi bir dil  ile kucaklamalı. Temsili demokrasinin bürokratik zihniyetini bir yana bırakmalı. Örneğin, bugün “ceket giyerek partili siyasete soyunan” Türkiye’nin Sesi Partisi’nin kucaklayıcı demokrasi söylemindeki gibi, doğrudan insanlara yönelik ince bazı ayrıntıları önemseyerek ve vurgulayarak tazelenmeli. Sonuçta, iktidara ve kendine muhalefet etmeyen muhalefetin kazanması demek Türkiye’nin kazanması demek.