Güvenlik bürokrasisi, iktidar ve muhalefet ilişkileri Türkiye siyasi tarihinde önemli bir yer tutuyor. Hakan Şahin  muhalefetin güvenlik bürokrasisine güvenip güvenemeyeceğini yazdı. Geçtiğimiz günlerde Murat Somer “Muhalefet Bürokrasiye Güvenebilir mi?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Ben de bu yazıda güvenlik bürokrasisi özelinde bu tartışmayı sürdürmek istiyorum. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve onu düşünsel olarak besleyen danışmanlar heyeti ve bu danışmanlar heyetini içeriden ve dışarıdan besleyen düşünce insanları, yerinde bir saptamayla, geleceğin sivil, demokratik, hukuka ve insan haklarına saygılı bir Türkiye’sinin kurulma olanaklarından birinin devlet bürokrasisi ile yakından ilgili olduğunu epeydir gündemlerinde tutuyorlar. Bu, en başta, yerinde ve ferasetli bir görüş. Zira, böylesi bir toplum idealine ilişkin olanak, devlet cihazını yürüten elemanların kişisel tutumlarıyla yakından ilgili olacağa benziyor. Bununla birlikte, Türkiye’nin verili koşullarında, bürokrasi makinası içinde güvenlik bürokrasisinin ise özel ve ayrıcalıklı bir yeri olduğu ve ileride de olacağı çok açık. Geleceğin demokratik inşasında bu makinanın çekileceği hat özel bir önem taşıyor. NATO’nun sayıca en büyük ikinci ordusuna sahip olan Türkiye’de ordu, üyesi olduğu NATO’nun diğer orduları gibi yalnızca bir savunma örgütlenmesi değil. Onu diğer NATO ordularının çoğundan ayıran bir fark var. O fark şu: Türkiye’de ordu, ülkenin askerî güvenliğini sağlama misyonunun yanına sivil siyaseti zaman zaman belirleme, zaman zaman sınırlama ve zaman zaman da veto etmeyi eklemiş durumda. Askerler bunu hemen hemen hiçbir zaman kabul etmemiş olsalar da herhangi bir Türkiye Siyasal Tarihi 101 dersi bunu kanıtlamaya yetiyor. 27 Mayıs 1960’ta başlayan (aslında tarihsel olarak daha önlere de çekilebilecek) bir askeri darbeler süreci, TSK’nın kendisiyle ve Türkiye’nin demokrasi tarihiyle hesaplaşması gereken bir tarihsel ve siyasal hikâyeye karşılık geliyor. Böylesi bir tarihsel hikâyede asli aktörlerden biri olan ordunun, geleceğin Türkiye toplumunda alması beklenen yeni biçim ve rol büyük önem taşıyor. Bu noktada, mevcut askeri bürokrasi ve onu oluşturan özellikle üst ve orta kademe yönetici elitin, demokrasi, insan hakları ve askeri örgütlenmenin demokratik sınırlar içinde işlev görmesi konularında nasıl ve ne türden bir tahayyüle sahip olduğunun önem taşıdığını akılda tutmalıyız. Teoriden yararlanırken ayaklarımızı Türkiye’nin somut gerçekliğine bastığımızda, bastığımız bu zemini çok iyi tanımamız, bu topoğrafyanın özelliklerini, engebelerini, çukurlarını, sulak, kurak, çorak ve verimli yerlerini ve tüm bir florasını dikkate almamız gerekiyor. Türkiye’nin, zaten nevi şahsına münhasır özellikler taşıyagelen güvenlik bürokrasisi son yıllarda ilave bir dönüşüme maruz kaldı. Öğretmeninden hekimine, kadastro memurundan savcısına tüm kamu personel alımlarında siyasal yandaşlık iddiaları gündemdeyken TSK’nın bundan bağışık kalması elbette beklenemezdi. Nitekim, SADAT aracılığıyla subay alım mülakatlarında liyakat yerine siyasal yandaşlığın etkili ve belirleyici kılındığı haberleri hepimizin malumu. Hal böyleyken geleceğin siyasal erkine şu hatırlatmayı yapmakta yarar bulunuyor: Bürokrasiye "korkmayın, kanunsuz iş yapmayın" derken, namuslu ve liyakatli bir bürokrat tipoloji önvarsayılıyor. Murat Somer’in yazdığı gibi Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımı “iktidarın etrafında güç, korku, çıkar veya samimi ideolojik saiklerle toplanmış bürokratik ve ekonomik elit çemberlerini gevşetme ve çözme” açısından önemli. Peki ya söz konusu bürokratik kadrolar haddizatında korkmuyorsa? Yani, ya bürokratik kadroların en azından belirli bir kesimi, korkudan değil de gayet ideolojik bir akrabalık içinde, bile-isteye böyle davranıyorlarsa? Vurgulamaya çalıştığım alana dönerek sorarsak, peki ya sözünü ettiğim bürokrat tipolojisi TSK içinde de mevcutsa? Bir gelecek tasavvuru yapılırken siyasal partilerimizden beklenen, bu tasavvurun nasıl hayata geçirileceğine ilişkin somut analizler yapabilmesi ve bu analizlere dayalı yol haritaları sunabilmesi olsa gerek.
Peki ya söz konusu bürokratik kadrolar haddizatında korkmuyorsa? Yani, ya bürokratik kadroların en azından belirli bir kesimi, korkudan değil de gayet ideolojik bir akrabalık içinde, bile-isteye böyle davranıyorlarsa?
Bunun için, en azından bir yüksek lisans tezinin yapısal düzeni içinde, amaç, kapsam, sınırlılıklar, varsayımlar ve yöntem gibi alt başlıklardan oluşan berrak bir arkeolojiye ihtiyacımız bulunuyor O zaman hayatî soru şuna dönüşüyor: Demokratik bir Türkiye tasavvurunda, TSK’nın verili/somut gerçekliğine dayalı siyasal tahliller yapılıyor mu ve bu analizlere dayalı gerçekçi bir yol haritası çizme konusu en azından gündemimizde mi? Buna bağlı bağlı olarak; Türkiye’nin mevcut koşulları içinde, geleceğin siyasal erkine bu arkeolojik bilgiyi sağlayabilecek bağımsız ve konuya yeterli düzeyde vakıf düşünce odakları mevcut mu? Bu kazı çalışmasını yapmaya başladığımızda, karşımızda, sandığımızdan çok daha karmaşık, ayrıntılı ve teknik bilgiler gerektiren bir sorunlar kümesi bulacağız. Türkiye’nin gelecek siyasal yönetimi, MGK toplantılarında karşısında oturacak üniformalı askerlerin ve onların komuta ettiği askerî aygıtın Anayasa ve yasalar ile tanımlanan sivil ve demokratik siyasete bağlılığından emin olmanın yol ve koşulları üzerinde zihinsel mesai harcıyor mu? Bu zihinsel mesaiyi yürütmeye ehil kadrolara sahip mi? TSK’nın personel kadrolarının yaklaşık yarısının son beş yılda TSK bünyesine alındığı dikkate alındığında şu soru iyice önemli hale geliyor: Türkiye’nin muhalefet partileri TSK’nın general/amiral, subay ve astsubay kadrolarının niteliklerine ilişkin bu türden arkeolojik bir bilgiye, en azından SADAT’ın sahip olduğu kadar, sahipler mi? Bu bakımdan, umut bir yöntem olamaz ve bilmeye cesaret etmek gerek. Vurgulamak gerek ki sahaya ilişkin somut bilgi noksanlığı, el üstünlüğünün bilgi sahibi olan tarafa kaptırılmasına neden olacak; bu ise, sivil siyaseti her türden vesayete karşı hassas hale getirecek ve siyasetin hareket alanının daralmasına yol açacaktır.