Bugün günlerden Nazım; bakıyor bugünkü toplumsal manzaramıza, açmış gözlerini iri iri. Ve ne yazık ki, onun Halil’i gibi “kendiliğinden değil, BİZ açacağız kapıyı” diyemiyor hala birileri. Hele hele hiç varamıyor ONLARı da “BİZ”e dahil etmeye dilleri. Belki bir gün yeterli olur müesses nizamı kavramaya; dönüp yeniden onun gibi okumalı aynı dizeleri. “…O değil, hocam,… ‘bir şey soracaktım sana. Hani, bilimiyon, yürüdük mü diyecektim, asrîleştik mi, Abdülhamid’den bu yana?’ Halil şaşmadı Yusuf’un sorgusuna: ‘Elbette yürüdük’ dedi, ‘daha da yürüyeceğiz, Bir merdiven çıkıyoruz, diye düşün, basamaklar, son basamak, kapı, kapı açılacak, -kendiliğinden değil, biz açacağız elbette- gireceğiz eve: rahat, sıcak.’ ‘Yaşa be hocam! Bilimiyon, insanın içini açar seninle konuşmak. Bir çayımı iç. Ben de aynaları dökerim kömür geçmeden.’ Asrî Yusuf döktü aynalarını, Halil papatya örneklerini çizdi aynalara işlemek için. papatyalar, sarı sarı, iri iri, karısının Ayşe’nin gözbebekleri…”

Bu belki de bazılarınız için pek tanınmamış ve sıradanmış gibi duran satırlar, çok tanınmış ve sıra dışı bir insanın kaleminden. Önceleri bir ansiklopedi gibi yazmayı düşlemiş olduğu “tarihi” için yine kendisi şöyle demiş:

“Ansiklopedime ünlü generaller, sultanlar, sanat adamları, bilginler, güzellik kraliçeleri, katiller, milyarderler değil ünleri fabrikaların duvarlarını, köylerinin çitlerini, mahallelerinin sınırlarını aşamayan işçiler, köylüler, esnaflar giriyordu. Lakonismi, kestirmeliği, süssüzlüğü üslup temeli diye almıştım. Ansiklopedimin dili şiir tekniği, imkanları ve duygululuğunu kullanacaktı.” “Derken Alman Faşizmi Sovyetler Birliğine saldırdı. Yirminci yüzyılın tarihini yazmaya karar verdim. Çeşitli milletlerden, sınıflardan insanların hayatlarını anlatarak yazacaktım bu tarihi…...Hitler’in saldırışından başlamalı, geriye doğru gitmeli…” “Tarihimin adını ‘İnsan Manzaraları’ koydum.”

Onun adını ise Mehmed Nazım koymuşlardı, 14 Ocak 1902’de Selanik’te doğduğunda.

Yani öldüğünde dünyanın tanıdığı adıyla Nazım Hikmet (Borzecki) Ran.

Tam 60 yıl önce bugün (3 Haziran 1963) vefat edinceye kadar ve tabii ondan sonra da, ne aynalar döküldü bu ülke ve dünya topraklarında. Ne motifler işlenmedi ki kilometrelerce uzunlukta yazılan satırlarda. Fakat belli ki ne o satırlar yetti, ne de aynalar, bu toplumun (her kim ne anlıyorsa artık!) kendisini bulmasına ve gerçekleştirmesine. Ve de tabii demokrasiye doğru tam  bir asırdır düşe kalka emeklemekten çıkıp, merdivenleri ağır aksak da olsa artık hep birlikte tırmanmasına.

Fakat bugün Türkiye’nin belli ki yarısına yakını “demokrasiye kapı açılacak” umuduyla çıktıkları geçmiş seçim basamağını konuşuyor. Hadi öyle olsa belki de gene iyi:

Onların da büyük çoğunluğu merdivenin son basamağı varsaydıkları için büyük düş kırıklığı yaşıyor.

Onların da büyük çoğunluğu yıllardır “sabırla” biriktirilmiş öfkesini yöneltecek bir yerler arıyor.

Onların da büyük çoğunluğu CB seçimini “kurtuluşa son basamak” sanmalarını “kandırılma” sayıyor.

Onların da büyük çoğunluğu seçim ittifaklarının “seçim mühendisliği” hatalarını sorguluyor.

Onların da büyük çoğunluğu CHP’yi muhalefeti iyi yönetememekle suçluyor.

Onların da büyük çoğunluğu arkasından gittikleri liderin önderliğini yetersiz buluyor.

Okların büyük çoğunluğu ise, elbette CHP’nin kendi içinden ve kendi “6 oku” da dahil olmak kaydıyla, dönüp dolaşıp içerden veya dışardan “sözde eleştiriler” ile Kemal Kılıçdaroğlu’nu vuruyor.

Bu post hoc (olay olup bittikten sonra) söylenmelerin gerçekten “dönüştürücü” hiç bir değeri yok; çünkü gördüklerimin çoğu (dün de yazdığım gibi) sözde (pseudo) eleştiri.

Bugün “Kılıçdaroğlu’nu istemezük, Yavaş da olur demişdük, artık şimdi İmamoğlu’nu isterük, vs” demek, tıpkı önüne konan mamayı beğenmemiş bebeğin yüzünü ekşitmesi gibi, sayılmaz eleştiri.

Kaç zamandır ısrarla popülizm, kutuplaşma, araçsal demokrasi, otoriter başkanlık, eşitsiz rekabet, sandıklar usulsüz ve fakat hala “seçim” ve “kaybetti” diyor birileri.

Eh, ben de onlardan daha uzun zamandır yazıyorum, naçizane; “iki Türkiye yok”, böyle sığ retoriklerle siyaseten nasıl yarılır ülke, gelemez demokrasi diye. Ama dinlemedi ve dinlemiyor hiç biri.

İşte yine yazayım; hiç bir şey değişmeyecek, Türkiye ancak daha da geriye ve şiddet kötüye gidecek, bırakamadıkça toplumda en başta fiştekçi medya ve akıl hocası kimileri ezik hıncını ve açgözlü hasetini, kimileri de büzük aydın cehaletini ve seçkinci kibiri.

Bu köşede bile her hafta adım adım o günkü küyerel (glocal) konjonktürel duruma özgü “toplumsal ve terapötik analizler” yaptım naçizane; onların her biri ayrı ad hoc (her özgül durumda ve ona özel) ön(den)eleştiri.

Hani muhatabı, “kolektif fail olacak toplumsal özneler” nerede? Bugün de hala ‘zararın neresinden dönülse kârdır’ diye yine yapılabilir yığınla yeni öneri.

Zaten değişim ve dönüşüm kendi kendini sadece eleştiriyle besler: Hiç soluklanmaz eleştiri, çünkü eleştirinin üstüne gelir ve eklemlenir başka bir taze eleştiri.

Daha gençlerine Nazım’ı ve yurttaşlarını o gün, öncesinde, sonrasında veya bugün hala fikirlerinden ötürü mapusta neden çürüttüğünü anlatamadan, yapamaz bu toplum özeleştiri.

Çünkü henüz kendisi tam anlayamıyor ister mapusa veya yurt dışına atsın, isterse kendisi kaçsın; ne orada, ne burada kendini neden “evinde hissedemiyor” yurttaşı ve yaşarken ölüyor yavaş yavaş veya birden gömülüyor diri diri.

Bir asır geçmiş; nüfusun kaçta kaçının gücü kaçıncı basamağa kadar yetmiş de hala “asrîleşememiş” bir türlü; kalmış geri?

Daha geçen hafta, sondan bir önceki basamakta kaç “gencin” nefesi kesilmiş de 70’lik delikanlının ardına düşüp neden yürüyememiş son sandığa kadar acaba, dönüp de iyice bir bakmalı geri.

Kimse kendini boşuna avutmasın; okuyamaz Türkiye’de toplumu ne sosyal/siyaset bilimcilerin, ne de popüler kamuoyu anketleri.

İnsanın, ailenin, kurumun ve toplumun siyasi psikolojisini anlamak elbette çok önemli ve gerekli. Fakat çok yanıltır, hatta sadece zorlaştırır bu süreci, bayatlamış “uzman” twitleri, medyatörlerin “psiko-analiz” özentileri, paçoz senarist “simgeleri”, “kör göz kör parmağa” sipariş TV, Netflix dizileri.

Velhasıl, bu toplumun yüzleşilecek meseleler listesi hayli kalabalık. Tarihî takvimi ise çok kabarık, saymakla bitmez anılacak isimleri.

Kimileri hararetle TBMM kombinasyonunu konuşadursun şimdi veya yeni açıklanan “Cumhurbaşkanlığı kabinesini” kimileri.

“Goebbels‘i biliyon mu? Bizdeki muadilini tanıyon mu? Seçim nasıl kaybedildi/kazanıldı anlıyon mu? Arendt’i okuyon mu?” diye soruyor eski Sol enteller veya onların “ilerici” yeni yetmeleri.

Diyemediler ama bir türlü “Hepimiz ezik erkekleriz, homofobik/xenofobik insanız, kadınız, çocuğuz, ezileniz, Aleviyiz, Kürdüz, Ermeniyiz, LGBTQİ+ ız, çapulcuyuz, çingeneyiz, sürtüğüz, ahmakız, Nazım’ız, vs vs, n’olmuş; var mı bir itirazınız? ”,  bir “tipik Arendt takipçisi veya taklitçisi” gibi yani! Sadece temcit pilavı gibi doladılar kaygılı dillerine “umacı” öykülerini, “Kahrolsun faşizm” gibi korku dolu klişe sloganları ve kendi endişelerini yansıtarak zihinlerde olumladılar; hortlattılar manyak Hitler’i.

Kısacası, dürüst, serinkanlı ve sahici yüzleşmelerden kaçınarak, çünkü kendinden kaçarak, hiç kimse, hiç bir kurum, hiç bir toplum aşamadı ve aşamaz da zaten “özgürleşme” önündeki engelleri.

Fakat bırakalım şimdi el alemi ve psişik ekonomiyi bir yana. Çünkü bugün günlerden Nazım; bakıyor bugünkü toplumsal manzaramıza, açmış gözlerini iri iri.

Ve ne yazık ki, onun Halil’i gibi “kendiliğinden değil, BİZ açacağız kapıyı” diyemiyor ve hele hele hiç varamıyor ONLARı da “BİZ”e dahil etmeye hala dilleri.

Belki bir gün yeterli olur görünürdeki/görünmezdeki “müesses nizamı” kavramaya; şimdi dönüp yeniden Nazım gibi okumalı aynı dizeleri.

ü